"Yaşayan/yazan bir bedenin başka dünyalarla, burada ve şimdide olmakla, karşılaşmalarla insana sunduğu olanaklar sınırsız. O nedenle yazı eşsiz, biricikliğimizi yansıtabildiğimiz bir deneyim yeri."
05 Mart 2020 17:30
I
Ya da hatta kendilikten başka bir insan özü olup olmadığını sorguluyorum.
Anne Carson[1]
Kadın oluş ve yazma deneyimi hakkında düşünmeye, konuşmaya, tartışmaya davet, ister istemez fallus merkezli bir dünyada cinsiyetlendirilmiş özneler oluşumuzu hatırlatışıyla sildiğimiz, unuttuğumuz, görünmezleştirdiğimiz bedenlerimizi akla getiriyor. Yaşayan/yazan beden olarak deneyime bakmak bu. Yazı da, beden de, deneyimin, dolayısıyla başkalaşmanın, değişimin yeri.
Düşüncenin, duyumun, duyuşun kaynağı olarak beden, kimliklerin konumlandığı, performe edildiği; dünyada oluşumuzun, şimdiki zamanda ve buradalığımızın; dünyayı anlamanın, anlamlandırmanın, onunla karşılaşmanın “yeri”. Bir topografya. Bu nedenle varlık oluşun, var oluşun bedenle bağı sıkı. Dokunduğu, etkileştiği her şeyi hafızasına alırken her yere kendinden izler bırakan beden, aynı zamanda bir hafıza mekanı.
Dil, tıpkı ‘başkası’ gibi bir cehennemdir ve hepimiz simgesel olanın ateş çemberinin içindeyiz. Kadın-erkek indirgemeci karşıtlığının ötesinde, onu aşarak baktığımızda, sözmerkezci, eril dilin hepimiz üzerindeki tahakkümü apaçık görünürdür. Hepimize güç uygulayarak, hepimizi bir ‘biçim’de ve yasanın, normun sınırları içinde tutmaya çalışan bir dil, bir sistem. İşte tüm farkların yutulmaya çalışıldığı, bedeni de sömürgeleştiren cehennem bu.
Bunu keşfederek yazmaya başlamadım elbette, ama dünyayla yırtıcı, sarsıcı, şiddetli karşılaşmalar ve olanlara dair tanıklıklar, hem sömürgeleştirilen bedenlerin özgürlük ve özerkliğinin geri kazandırılması hem de dil rejiminin aşındırılması noktasında düşünmeye çağırdığında beni, “kadın-oluş” kavramıyla da ilişkim yazdıklarımla ve yazarak ister istemez değişti. Dilin rejimini bozmak, sınırlardan, sabitlerden kurtulmak… Deneyime açık olmak, dünya manzarasına bir enginden, bir açıklık olarak bakmak… Dünyada bir yerinin olması, yalnızca kendini fark etmeyi sağlamıyor, aynı zamanda kendilik algısı üzerine düşünmeyi, kendini yıkmayı, silmeyi, yeniden yapmayı da yazarak/yazdıkça bir olanak olarak sunuyor. Yaşayan/yazan bir bedenin başka dünyalarla, burada ve şimdide olmakla, karşılaşmalarla insana sunduğu olanaklar sınırsız. O nedenle yazı eşsiz, biricikliğimizi yansıtabildiğimiz bir deneyim yeri.
Yazma edimine buradan baktığınızda gelenekten, döngüden, tekrardan, vaaz edilmiş olanlardan dışarı taşacaktır yazdıklarınız. Bu anlaşılamama, yok sayılma, görünmeme, görülmeme, ikincil sayılma gerçeklerini de göze almak anlamına gelecektir. Çünkü böyle bir yazma algısı, yani sürekli bir deneyim açıklığında, karşılaşma olasılıklarına açık olarak kapanmayan, tamamlanmayan bir çemberin -içinden ve dışından değil- tam üzerinden yazarak varolmak, merkeziyetçiliğin bilgisine alışkın olanlarda sersemletici, yadırgatıcı bir etki yaratır. Varlığın karşılaşmalarla oluşturduğu deneyimlerle kurulan bir yazın sistematikleşmeyi önermez, tamamlanmayı, bitmişliği ve tamlığı da. Olmuş, bitmiş, kapanmış değildir. Farkı çoğaltan ve açığa çıkaran bir süreklilik, bir açıklığa konuşma halidir bu.
Algılanan Dünya’da Pounty “Dünya bile vücudun kumaşındandır”, der. Görüşün organı göz değil bedendir. Dolayısıyla beden, mekân ve şeyler; yani biz ve öteki her şey birbirine dolanmış halde, bir dolanıklık halinde bulunur. Bu hal içindeki karşılaşmalar bizi deneyimin alanına çıkartır. Mekân, zaman, nesne, özne ilişkisinden doğan anlamlar bütünüdür deneyim. Duyularla, duyular arası geçişlerle hissettiğimizin duygu yüklü anlamlara dönüşmesinden başka, alışık olduğumuzdan farklı, yabancısı olduğumuz, bizi şaşırtan, yadırgadığımız durumlarla karşı karşıya geldiğimiz yeni durumlarda deneyimden söz edebiliriz ancak.
Yalnızca kadının değil, fallus merkezli eril bir dilden kaçanların ürettiği metinleri bir “dil siyaseti”nin içinden ve sabit, katı temsil ilişkileriyle değil, bir deneyim açıklığından okumak zorunda olduğumuzu unutmayalım. Yazarken biz, bunu hep akılda tutuyoruz.
Bir aşındırma deneyimi olarak yazıyla ilişki nasıl ki yaşayan-beden oluşu, yazan-bedenlere hatırlattıysa, merkezin dışına taşan, sızan, saçılan bir dil algısı, sözcüklerle örülü bir dizgeden önce sesi, o bedenlere duyurur. Dilden önce sesle kurulan ilişki kökle, kökenle, ilksel olanla, yani alacakaranlıktaki, çatlamaya hazır çekirdekle temasa yazanı götürür; dünyayı başka türlü bir bilme haline. Medusa’nın Kahkahası bu hale dahildir, suskunluklar, cadı ulumaları, tıslamalar, fısıltılar, çığlıklar firaklar, tüm dilsel düzensizlikler.
II
Çıkardığımız her ses otobiyografik bir parçadır. Tamamen özel bir içselliği vardır ama yörüngesi toplumsaldır.[2]
Köklendiğimiz yerden, çekirdekten, bedenden gelen sesin dışarıya doğruluğu, anlatma isteği kadar duyulma ve anlaşılma arzusuyla da yüklüdür. Her bir ses atomu benin parçasıdır, kendinden kopup kendini yeniden yapmanın yeridir o nedenle yazı bizim için. Sesler ve sözcükler, bağlamsız, sözlüklerde ölüdür, durağan bir katılıktadır. Onlara yeni, başka anlamlar kazandıran deneyimlerimizdir. Sözcükler, imgeler yaşantının içinden geçerek yazıda yeniden ve yeniden sonsuza dek bundan doğarlar. Bu toplumsala-doğruluk başkanın, farklının ucubeleşmesi, dışarı itilmesi, anlaşılmaması, yadırganması, beğenilmeyip onaylanmaması olasılıklarını kuvvetle içinde taşır. Bu, yazıyla kendi deneyimini kuran için kendi sesini koruma inadı ve kararlılığıyla gitmez her zaman. Ses yutulup duyulmaz olabilir, kendi bedeninden çıkmayan toplumsalın tek ve yekpare sesini bir süre sonra taklit etmeye başlayabilir, ikiyüzlü oyunlara katılabilir. Yazarken, hepsi olasılık dahilinde bir olma deneyimi.
Dün böyleydi; kat edilen yollara rağmen bugün de bütünüyle durum değişmedi. Merkezin tekçi sesine katılmayanlar için yaratma cesaretinin önünde ve ondan önce yazma cesareti durmakta. O nedenle ağzımda Woolf’un hayatı geçerken nehir boyu ceplerinde taşıdığı taşlarının tadını hissederim yazarken. Elbisesinin kat yerlerine nefesinden bırakıp dünyada beyaz bir hayalet olarak kaldığına inandığım; “hayatım- dolu bir silah gibi” dizesi emanetimiz olan Dickinson’ın ağırlığını ellerimde taşırım. “Kadın olmaktan utanmıyorum, yazar olmakla da iftihar ediyorum. O unvan benim yegane servetim, biricik iftiharım, ekmeğimdir.”[3] diyen Suat Derviş’in sesini unutmam. Edebi Babasının kanatları altında kendi sesinin kaybolma tehdidine rağmen var olma mücadelesi veren, kız kardeşi Emine Semiye’ye bir anlamda simgesel edebi babalık yapmaya kalkışan Fatma Âliye’yinin bocalayışını da unutmam. İdeolojik körlüklerin perdelediği, görünmez kıldığı Samiha Ayverdi ve Safiye Erol’u da. Yıkıntılar arasında bizi utançtan ve delirmekten ne kurtarır yazmaktan başka, bunu öğreten Zabel Yesayan’ı da hiç unutmam. Sayamadıklarım da hep aklımda. Ateşlerden geçerek ve ateşler içinde. Seslerimiz birbirine karışarak, hayatlarımız birbirine dolanık. Kökten geleni, sesle, etten, ilikten, kemikten çıkanı birbirimize emanet ederek. Yazma cesaretinin kökeni bu. Duyduğumuz sesler. Birbirine hiç benzemeyen, çok ses, çok’un sesi.
Bu içten gelenin toplumsala doğruluğu, cinsiyet belası gibidir. Yazma cüretinden çok önce öğrenilir bu. Sonraki adım bir diklenmedir. Bunu herkes bilir, insan içinin alacasından buna göre hizalanır. Ses yutulur da, kendini varlık da kılabilir. Erkek değilse ve eril dile kendini teslim etmemişse cüretkar kalem, poetik yırtıcılığı tekrar ve tekrar test edilir. İşte, bunlar hep deneyimdir.
Yakın bir zaman önce Özgecan Aslan’ın vahşice öldürülüşünün beşinci yılını geride bıraktık. Toplumsal olduğundan çok emin olamadığım, kitlesel bir infial yaratmıştı, bir travma çentiği daha atılmıştı hafızalara onunla. Toplumsallığımıza dokunsa, iyiye doğru dönüşebilirdik. Öncesinden de çok çentik vardı. Kanırtıcı izlerden biri de Hande Kader’di. Nefret suçları, trans ve kadın cinayetleri, şiddet hız kesmeden, artarak berdevam. Devletin sosyal politikalarının örtülü desteğiyle, yeniden kurgulanan toplumsallığın içinde hepimize biçilen rollerin dayatmalarına ve akıbetlere direnirken, itiraz ederken: kadın oluş ve yazınsal deneyime bakmak… Soru buydu. Bedenlerimiz üzerinden apaçık bir biçimde sömürgeleştirilip, şeyleştirildiğimiz, hedef haline getirildiğimiz, durmadan travmalara maruz kaldığımız, tanıklık ettiğimiz bir toplumda inatla yazıyor oluşumuz, evet, Medusa’nın (deli) kahkahasıdır. Bu, inatçı bir sarmaşık olup hayata ve birbirimize, onu ve kendimizi güzelleştirmek için tutunmak, yıkarak değil, yaratarak direnmektir.
Anne Carson’un Sesin Cinsiyeti’nde söylediği gibi, “ağzımıza konan kapı”ları tekmeleyerek açıp sesi bir haykırış olarak yeryüzüne bırakmak. Sesten köklendiğimizi bilerek, içimizi dışarı taşırırken: “Ses ses ses yalnız sestir kalan”[4]
Oluş, süreklilikte, her karşılaşmadan bünyemize kattıklarımızla bir yolda olma halini anlatır. Bu yol alışta, kendimizi bulma, kendimiz olma, kendiliği düşünme, karşılaşmalar, muhataplıklar aracılığıyla olur. Sezgi kapılarının, duyma, düşünme kanallarının açık olduğu tüm karşılaşmalar farkındalık, kamaşma, çakım anlarıdır. Deneyim dediğimiz şey buradan çıkar. Yazmak, bir seslenişse, bir muhatap içindir. İçinde bir sen’in, ötekinin, siz’in o’nun, onların bulunduğu, çarpıştığı, kesiştiği, karşılaştığı bir yerdir, yazı. Hafızadır. Yüzyıllardan yüzyıllara aktarım ve belki bir ikmal noktası, devam için.
•
GİRİŞ RESMİ:
Deniz Bilgin, Tütün
1997, kâğıt üzerine guaj, 69 x 100 cm.
[1] Anne Carson, Sesin Cinsiyeti, çev. Zeynep Talay, Nod Yayınları, 2015.
[2] Anne Carson, Sesin Cinsiyeti, çev. Zeynep Talay, Nod Yayınları, 2015.
[3] Alıntı Fatmagül Berktay, “İki Söylem Arasında Bir Yazar: Suat Derviş”, Defter, Kış, 1997, s. 90.
[4] Furuğ Ferruhzad, Toplu Şiirler, Rüzgâr Bizi Götürecek, çev. Makbule Aras, YKY, 2019.