Kadın olma ve yazma deneyimleri: Yersiz yurtsuz bir oluşa…

8 Mart yaklaşırken gerek feminist eleştiriyi gerek queer araştırmalarını gerekse kadın çalışmalarını yeniden düşününce, yani çalışmalara, eserlere yeniden göz atınca yeniden ve birlikte ‘kadın olma ve yazma deneyimleri’ni paylaşalım istedim. Elbette öncelikle bu alanda ve kadın tarihi çalışmalarında bizlere katkısı olan herkese şükranlarımı sunarak. Birlikte seslerimizi, sözlerimizi, renklerimizi, yazılarımızı çoğaltan herkese!

05 Mart 2020 18:30

Kadın olarak yazma deneyimi kuşkusuz hem tarihin hem de sanat tarihinin önemli konularından. Cinsiyet farklılıklarından doğan eşitsizlik pratikleri her alanda olduğu gibi sanatta da kendini etkin şekilde gösterir. Eril tarihin ve eril sanat tarihinin görünmez kıldığı, dışarıda bıraktığı ancak kazı çalışmalarıyla emekleri ortaya konan kadın sanatçılar ve onların sanatı üzerinden araştırmalar hâlâ çalışılmaya devam etmekte, feminist tarihçilik bu eşitsizliği, ayrımcılık poetikalarını sorgulamakta ve queer araştırmalar cinsel yönelime ve cinsiyet kimliğine dayalı baskı mekanizmalarına direniş göstermekte. Bir bakıma queer-feminist çalışmalar kanonları, bilinen, ezber edilmiş, tanımlanmış olanları deşifre etmekte.

Kadınların yazar olma ve yazma serüveni için 19. yüzyıl ortalarından itibaren çeşitli düşünce ve eleştiriler ortaya atılır. Bu konudaki katkılarıyla en önemli öncü kuşkusuz Virginia Woolf’tur.[1] Woolf şöyle düşünüldüğünü ileri sürer:

Kadın yazı yazmaya kalkarsa, dünyanın en gülünç yaratığı sayılır. Çünkü erkeklere kalırsa, kadının asıl marifeti aklını işletmek değil, modaya uymak, dans etmek, iyi giyinmektir.”[2]

Kadınlar tüm hudutlara, toplumsal cinsiyet kalıp yargılarına rağmen üretirler ve elbette tarihte çeşitli zamanlarda sayıları az ya da çok kadın yazar ve sanatçı vardır. Kadın yazarlar kimi zaman kendi isimleriyle, kimi zaman kocalarının ya da babalarının isimleriyle eserlerini yayınlarlar. Amerikalı sanat tarihçi Linda Nochlin de “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” adlı etkili çalışmasında söz konusu kadın sanatı ve kadın sanatçıyla ilgili sorunun ardında iki durumu tartışır: Kadınların sanat üretebilmek için gereken eğitimi alamadıkları ve ‘büyük sanatçı’ miti.[3]

“Kadın Olmak Yaşamak Yazmak” ile Fatmagül Berktay’ı anarak kadın olmak ile yazmak arasında tuhaf ve acı bir ilişki biçimi olduğunun bir kez daha altını çizelim. Günlük yaşamın içinde cinsiyete ilişkin toplumsal kalıplara göre yaşayan kadının, aynı perspektiften temsil edildiği görülür ve bu temsiliyeti yazan, eril cinsiyet kalıplarını onaylayan da erkek zihindir. Genel bir ifadeyle toplumsal cinsiyet eşitsizliğine bağlı olarak ortaya çıkan ayrımcılık pratiklerinin ve bunlarla mücadele stratejilerinin 2000’lere kadar araştırılarak geliştiği, ama 2000’li yıllardan sonra daha somut gelişmelere ihtiyaç duyduğu gözlenir.

İşte 8 Mart yaklaşırken gerek feminist eleştiriyi gerek queer araştırmalarını gerekse kadın çalışmalarını yeniden düşününce, yani çalışmalara, eserlere yeniden göz atınca yeniden ve birlikte ‘kadın olma ve yazma deneyimleri’ni paylaşalım istedim. Elbette öncelikle bu alanda ve kadın tarihi çalışmalarında bizlere katkısı olan herkese şükranlarımı sunarak. Birlikte seslerimizi, sözlerimizi, renklerimizi, yazılarımızı çoğaltan herkese!

Son cümleyi yazmışken şu soruları da düşerek: Yaşadıklarının dışında yazmak mümkün mü? Salt yaşadıklarını yazmak mümkün mü? Deneyim bütün bütün bu sorularla başa çıkmaya başladığınız ve tarihle yüzleştiğiniz anda mı? Ben’inizdeki Babil Laneti’nden dünyaya ilişerek… Belki Büyük Öteki’den yersiz yurtsuz bir oluşa…

GİRİŞ RESMİ:

 

Deniz Bilgin, Rugan
1997, kâğıt üzerine guaj, 57,5 x 88 cm.


[1] Mina Urgan, Virginia Woolf, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004.

[2] Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları, 2017.

[3] Ahu Antmen, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”, Sanat/Cinsiyet Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri, haz. Ahu Antmen, İletişim Yayınları, 2014, s. 119-157.