Görünürlük dediğimiz olgu öylesine çeşitlendi ve geniş bir ağ hâlini aldı ki, sanıyorum artık ne “görünürlük” ne de “vitrin” diye bir meselemiz olacak
02 Kasım 2017 14:25
Vaktiyle dergiler bir temayüz noktasıydı. Her derginin bir çevresi, o çevrenin de gençleri vardı. Yeni yetmeler dergilerde “çıkış yaparlar”dı. Bir kere hangi derginin sayfalarından yazın evrenine düşüldüğü de önemliydi. Çizginizi, dilinizi, kültürünüzü, toplumsal sınıfınızı ve dünya görüşünüzü az çok belli ederdi. İlk kitaba giden yol dergilerle döşeliydi.
Kendi okurunu oluşturmak, bir ideal okur halkası yaratmak için mümkünse seçili bir dergide belirli bir düzende yayın yapma âdeti vardı. Âdet demişken, yakında çıkacak kitabını seçkin okurlarına muştulamak, tadımlık-ikram mahiyetinde kitaptan bir şiiri, bir öyküyü yayımlamak da imtiyazlı yazarların, kıdemli şairlerin vazgeçemediği, bugün de bir ölçüde kabul gören usullerdendir. Okuru çok bir yazar söz konusu olduğunda bu uygulama promosyon niteliği taşır ki seçilecek yayın organının tirajı, prestiji, hedef kitlesi göz önünde tutulmak zorundadır.
Yakın bir zamana kadar “yazın ortamı” dergilerden ibaretti. Yazınsal ilişkilerin rejimi dergi yazıhanelerinde kurulurdu. Gazetelerin kültür-sanat sütunları ya da radyo-televizyon programları ancak bu ortamı köpürten mecralardı.
1950’lere gelindiğinde “Edebiyat Matinesi” olgusuyla karşılaşıyoruz. Matineler yazarların hayranlarıyla buluştuğu, bir sahne sanatçısına evirildiği programlardı. Şairler okul salonlarında boy gösteriyor, halkın huzuruna çıkıyorlardı. Romancıların dar yazın okuru çemberini kırıp halkla buluşması ancak gazetelerle mümkündü. Roman tefrikalarıyla okur halkası genişliyordu, yazın bir ölçüde “para ve şöhret” unsuruydu.
Yazın tarihini gazetecilikten soyutlayarak değerlendiremeyiz. Nitekim bugünün yazın hafriyatçıları hummalı bir faaliyetle eski gazete yapraklarında kalmış mirası gün ışığına çıkarıyorlar. Gazete harabelerine gömülü bazı eski yazarlar yeni ışıklandırmalarla canlanıp böylece dile geliyor.
Gazetelerde ekmek parası kovalayanlar takma isimler kullanma gereği, şöhret düşkünleri yoğun ilgiye nezaketen karşılık vermek zorunda kaldıkları gibi gülünç kılıflara sığınma gereği duyarlardı. Ama artık para ve şöhretin ayıplandığı, aşağılandığı, kalabalıklara teşne yazarların kınandığı, toplumsal ahlakın bir çeşit yazınsal erdemler dizgesi kurduğu dönemler geride kaldı.
Geçen yüzyılda olduğu kadar olmasa bile bugün de gazete köşelerini aydınlatan değerli yazarlarımız var. Hepsi büsbütün yazınsal metinler değil elbette ama farklı düzeylerde bir edip yazısı farkı görülüyor. Yaratıcı kalemlerin gündemin nabzını tutuşuna gazeteler her zaman gerek duymuşlardır. Bu noktadaki görünürlük ilişkisi iki yönlü işlemekte: Bazen gazeteler yazarın kitaplarıyla oluşturduğu okur kitlesine göz diker, bazen de yazar gazete köşesinden edindiği ünle kitaplarına yeni okurlar kazandırır. Esasında bütün görünürlük durumlarının işleyişi böyledir.
Şairin kaya kovuğundan çıkmadan, yazarın fildişi kulesinden inmeden varlığını büyük kitlelere duyurması Türkiye’de hiçbir zaman mümkün olmadı. Önceleri bir siyasi yapının parçası ya da bir ideolojinin bayraktarlığıyla “toplumcu”laşmış yazarlar göz önündeydi, bugünse bireysel tutumuyla (“duruş”uyla) “kült”leşmiş, medya stratejileriyle “star”laşmış yazarlar. Geriye kalanların yapıtlarının zamana direnme gücüyle günlerinin gelmesini beklemekten ya da hiçbir beklentiye girmeden kendi kozalarında mutlu mesut yaşamaya bakmaktan başka yapacak bir şeyi yok. Bugün zaten roman yazmadan “edip” kimliğiyle herhangi bir vitrine çıkmak olanaksız.
1980’lerin Türkiyesi’nde okuma-yazma uğraşılarına kendimi vermeye başladım. O zamanlar başta belirttiğim “dergilerde görünmek” önemsenirdi. Yazko-Edebiyat’ta şiir yayımlamak, Varlık’ta öykü yayımlamak, Milliyet-Sanat’ta yazmak, Hürriyet-Gösteri’de bol fotoğraflı bir söyleşinin yayımlanması bir genç yazar için enikonu vitrinde olmaktı.
Söyleşi demişken, Murat Belge’nin İsmet Özel’le, Füsun Akatlı’nın Tomris Uyar’la ya da Bilge Karasu’yla yaptığı söyleşileri Gösteri sayfalarında, delikanlı yaşların özenmesiyle, gıptayla okuduğumu anımsadım birden. 12 Eylül sonrası kuşaktan olmanın sancısıyla (ki ayrı bir konudur bu da), vitrinlerin önünden geçmekten çekindiğimi söylemeliyim yeri gelmişken. Gariptir, “ne derler” duygusuyla yarışmalara katılmaktan da hicap duyardım.
Görünürlük dediğimiz olgu öylesine çeşitlendi ve geniş bir ağ hâlini aldı ki, sanıyorum artık ne “görünürlük” ne de “vitrin” diye bir meselemiz olacak. Baktığımızda yeni yayıncılar “sosyal medya fenomenleri”ni de dikkate almaya, bazı yazarlara “sosyal medya etkisi”ni bir kanaat notu olarak eklemeye başladı. Öte yandan, dijital mecralarda, platformlarda, söz gelimi “nevzuhur kitap yûtub”u denilebilecek wattpad’de yazıp milyonlarca yeni nesil okura ulaşan yeni nesil Yazıcı’ların olduğu yerde ne kuytulara gizlenmenin ne de gölgelere sığınmanın gereği var. Rahat olalım, Yazarlarla Yazıcıların ayırt edilemediği meydanda nasıl olsa göz gözü görmüyor.