Avcı-toplayıcı toplumlardan bugüne, bereketli-bereketsiz topraklar, soy ve kimlik üzerine yapılan savaşların, olup bitenlerde hiçbir sorumluluğu bulunmayan kurbanlarıdır çocuklar...
02 Mart 2017 14:02
Adana'nın dar sokaklarında, arkasında polisler, koşuyordu.
"Yasadışı" bir eyleme katılmıştı ve çocuk kelimesi ile "yasadışı eylem" ifadesini yan yana telaffuz edebilmek, sayfalarca sosyolojik analiz gerektiriyordu.
Ne analiz yapmaya vakit vardı, ne de bunun yapılması zorunluluğu konusunda bir fikri vardı.
Yapması gereken de o değildi zaten, o koşmalıydı.
İyi tanıdığı sokaklarda, dış kapısının her zaman açık olduğunu bildiği evlerden birinin bahçesine girdi.
Gözükmemek için fukaralıktan hâlâ ekmeklerini kendi pişiren ailenin bahçedeki tandırının içine girip, kapağı kapattı.
Uzun bir süre kalması gerektiğini biliyordu.
Sonrasını çocuk, kendi dilinden anlatsın:
"İki büklüm kıvrıldığımdan dolayı ayaklarım uyuşmaya başlamıştı. Elimi saatin ışık düğmesine götürerek bastım. Saat 22.30'du. Yaklaşık yarım saattir oradaydım. İçimden bir ses sürekli oradan çıkmamı, eve gitmemi söyleyip duruyordu. Henüz erkendi. Muhtemelen polisler etraftaydı. Biraz daha beklemeliydim. Hatta hiç acele etmemeliydim. Annem her zaman aceleciliğimden dolayı bana kızardı… Ne yapacağıma karar veremiyordum… Beni tedirgin eden olduğum yerde uykuya dalmaktı. Uyursam olabileceklerin hesabını yapıyordum. Sabah gelir de tandırı yakarlarsa ne olurdu… Lise birinci sınıfa başlayalı dört ay olmuştu. Okuyup bir şeyler olacağım beklentisinden değildi. Okulda ilk kez o kadar geniş bir arkadaş çevrem ve bu arada sevdiğim bir kız arkadaşım olmasındandı. İki büklüm olmama ve her tarafımın uyuşmasına rağmen Yağmur aklımdan çıkmıyordu. Nasıl olduğunu anlayamadan ona tutulmuştum. Çok seviyordum ama kendisine açılamıyordum. Aslında buna ihtiyaç da duymamıştım. Çünkü zaten yan yanaydık. Bir de kendisine açılırsam tümden kaybedeceğimden korkuyordum… Tandırdan çıktım… Hemen önümde boş bir arazi vardı. Caddeye çıktım. Arabalar vızır vızır gidip geliyordu. Barbaros Mahallesi'ne uzanan sokaklardan birine girsem beni kimse yakalayamazdı. Oralarda defalarca kovalanmıştım ama bir defa bile yakalanmamıştım… Daha sokağa yetişmeden polis aracı önümü keserek fren yaptı. Kendimi evin avlusuna atarak arka kapısına doğru koşmaya devam ettim. Evin arka kapısını açmamla birlikte bir tabancanın alnıma dayanması bir oldu..."
" 'Komutanım, birazdan size iki terörist getireceğiz. Onlar için güzel bir tören hazırlayın' dedi ve bir süre daha konuştuktan sonra telefonu kapattı. Polisin sözünü ettiği törene ilişkin hiçbir fikrim yoktu. Doğal olarak aklıma olumsuz bir şey de gelmedi. İlk olarak aklıma 23 Nisan'da yapılana benzer bir tören geldi. Daha önce cezaevlerinde böyle etkinlikler yapıldığını duymuştum."
Bu cümleler, "yasadışı eylemlerde bulunduğu" gerekçesiyle terör suçundan Kürkçüler ve Pozantı cezaevlerinde kalan Ömer Çakır'ın kaleme aldığı, Kürkçüler'den Pozantı'ya Duyulmayan Çığlık kitabından.
Bir çocuğun yaşamını yitirdiği, çocukların işkence ve cinsel istismara maruz kaldığı Pozantı'daki tanıklıklarını, bir çocuğun o anki duygularını, çocukları çevreleyen siyasî atmosferi sarsıcı bir dille, toplumun bir bölümünü de rahatsız etme pahasına anlatıyor Çakır kitabında.
Cezasızlığın, çocuğun, suça sürüklenen çocuğun, devlet karşısında nasıl kuralsız bir muamele gördüğünün de kanıtı anlattıkları.
Taş atan, araç yakan, slogan atan çocukların Yargıtay kararıyla "terör suçlusu" sayılmasına yönelik süreç malum.
O süreçte, çocukların ailelerinden alınmasından, örgütlerin çocukları nasıl kalkan haline getirdiğine, çocuklara yönelik ölçüsüz şiddetten, cezaevinde yaşadıklarına kadar birçok başlık tartışıldı.
Hükümetin, sorunun büyümesinden sonra yaptığı düzenlemelerle bir bölümü serbest kalan çocukların yaşadıklarının ve zaten içerisinde doğdukları koşulların etkisiyle dört bir yana nasıl savruldukları, bir bölümünün dağa çıktığı, bazılarının intihar ettiği, bazılarının da yaşamın içerisinde kaybolduğu da biliniyor.
Ve bütün bunlara neden olanlara hakkaniyetli, toplum vicdanını tatmin eden cezaların verilmediği de.
Ağrı Diyadin'e uzanalım ya da.
Ekmek fırınının önündeki kaldırımda, fırının açılmasını bekleyen çocukların fotoğrafına.
Anımsamak artık bu ülkede çok kolay değil ama biraz düşünün, anımsayacaksınız.
Ya da bulup yeniden bakın o fotoğrafa.
Zira o fotoğraftaki çocuklar birazdan ölecekler.
Birinin annesi sonradan, "Öyle az konuşurdu, öyle saftı ki çocuğum" diye anlatacak oğlunu.
Birinin babası sonradan, "Öldürüldüğü yere geldik. Her tarafta kan vardı, annesi fenalaştı, 'burası kasap dükkanı ondan böyle' diyebildim, ne diyeyim" diye anlatacak olay yerine ilk gelişlerini.
12 Ağustos 2015 gecesi.
PKK'nın İlçe Jandarma Komutanlığı'na ateş açtığı o gece, Diyadin'de anonslar yapılmaya başlandı.
Kimse sokağa çıkmıyordu ama fırınlar her koşulda çalışırdı.
Fırın işçisi çocuklar Muhammet Emrah Aydemir ile Orhan Arslan, fırının açılmasını beklerken silah seslerini duyunca koşup odunluğa saklandı.
Buradan "iyiyiz biz" diye ailelerine mesaj gönderdi.
Bir süre sonra bulundukları yere güvenlik güçleri geldi.
Bir süre sonra ise valilik açıklama yaptı:
"...Güvenlik güçlerimizin karşılık vermesi ile kaçan teröristlerin yakalanması için yapılan operasyonda üç terörist silahlarıyla birlikte ölü olarak ele geçirilmiştir."
Öldürüldüğü söylenen diğer isim henüz bilinmiyordu ama herkes öldürülenlerden 15 yaşındaki Muhammet ile 17 yaşındaki Orhan'ı tanırdı.
Fırında çalışırlardı, gece gider sabaha kadar ekmek yapar, evlerinin yolunu tutarlardı.
Diyadin Savcılığı yargısız infaz iddiaları üzerine soruşturma başlattı.
Diyadin Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencisi Muhammet, günlük 15 lira karşılığında fırında çıraklık yapıyordu.
Ailesine destek olmak için çıraklığa daha 10 gün önce başlamıştı.
Orhan ise daha deneyimliydi, 7-8 aydır fırındaydı.
Savcılık, zorunlu olmasına rağmen iki çocuğun olay yerinde teşhisini yapmadı.
Cenazeleri Adli Tıp'a, Erzurum'a yollandı.
Ardından gizlilik kararı geldi, o gizlilik hâlâ kalkmadı.
Valiliğin alelacele "etkisiz hale getirildiğini" söylediği çocuklar için emniyet tutanağında "sivil" oldukları yazıyordu.
Çocuklar, fırının önünde mesai saatini beklerken zırhlı araçları ve çatışma seslerini duyunca az ilerideki odunluğa doğru kaçmışlardı.
Emniyet tutanağına göre ise sivillerdi ama birinin elinde Glock marka silah vardı.
Olay yerinde o silaha ilişkin hiçbir bir kurşun izi bulunamadı, silah kullanılmamıştı.
O silahın kriminal incelemesinin sonuçlarına ise "gizlilik" nedeniyle ulaşılamadı.
Adli Tıp'ta, ailelere, çocuklarının üzerinde çelik yelek olduğu söylenmişti.
Ne çelik yelek, ne bir başka koruyucu vardı.
Adli Tıp'ta ailelere, “çocuğunuz terörist, çıkıp şimdi slogan atarsınız" denilmişti.
Ağızlarını bıçak açmadı.
Adli Tıp'ta ailelere, yüzleri parçalanmış çocukları için "Dişinden mi tanıdınız?" denilmişti.
"Kokusundan bile tanırız" diye yanıtlamışlardı.
Adli Tıp'ta ailelere, "Sonunuz böyle olmasın" denilmişti.
Zaten sonları kalmamıştı.
2 yıla yaklaşan soruşturmada, güvenlik güçlerinin silahları incelendi, sonucu gizlilik nedeniyle bilinmiyor.
Kimlerin çocuklara kurşun sıktığı araştırıldı, sonucu taraflara söylenmiyor.
Gerekli tespitlerin yapıldığı ve ifadelerin alınmaya başlandığı ifade edildi ama kim, kimin ve neden ifadesini alıyor, anlatılmıyor.
Son haber de geçen hafta geldi avukatlara.
Valilik, kamu görevlilerinin soruşturulmasına izin vermemişti.
Çatışmanın ç'siyle alakasız çocukları vuranları bulmak güç değildi oysa, sadece mermi ve silah incelemesi.
Diyadin'deki o fırından hâlâ her gün ekmek çıkıyor.
O ekmeklerden birkaçı, Muhammet ve Orhan'ın da evlerine gidiyor.
O fırından ailelerin burunlarına çocuklarının kokusu geliyor.
Muhammet ve Orhan ise artık, ne sesleri, ne güzelim ekmek kokusunu duymuyor.
Şanlıurfa Viranşehir'e gidelim ya da.
Kedisini beslemek için oturdukları lojmanın bahçesine çıktığında yaşamını kaybeden henüz 11 yaşındaki Ahmet Oktay Günak'a.
1 aydır kendisi gibi henüz bebek olan kediyi besleyen Günak, elindeki masumiyetle kapının önüne çıktığında elbette bilmiyordu neler olacağını.
Ne bilsin ölümü, bombayı, kutsallaştırılanları Ahmet Oktay.
Bombalı aracı ne bilsin.
Ölüverdi "ucuz atlatıldı" denilen bombalı saldırıda.
Bir daha gören olmadı beslediği kediyi de.
Avcı-toplayıcı toplumlardan bugüne, bereketli-bereketsiz topraklar, soy ve kimlik üzerine yapılan savaşların, olup bitenlerde hiçbir sorumluluğu bulunmayan kurbanlarıdır çocuklar.
Modern olduğu iddiasındaki devletlerin geliştirdiği "cezasızlık kültürü" diye tanımladığımız, bitimsiz iyilik ve kötülük mücadelesini de en çıplak biçimde çocuklar ortaya koyar.
Zira cezasızlık kültürünün temeli, çocuklar için çok kolay kullanılamayacak "ama" ve "fakat" üzerine kuruludur.
Kadın tecavüze uğramıştır, beklenen cümle gelir:
"Ama o saatte dışarıda olmasa, tecavüze de uğramazdı."
Basın açıklamasında çıkan olayda gaz fişeğiyle öldürülmüştür:
"Fakat elindeki taş hiç dikkatinizi çekmiyor."
Gözaltı merkezinde işkence gördüğüne dair rapor almıştır:
"Ama devletin kendini koruma yükümlülüğünü unutuyorsunuz, bu teröristlere nasıl davranılsaydı?"
İlkel kabilelerle devletler arasındaki belki belirgin tek fark olan yazılı hukuk kurallarına uymama, kurallardan muaf olma, kurallara uymadığında ceza almama çabası olarak tanımlayabileceğimiz kültürün kolları uzundur.
Hukuka göre suç olan eylemleri cezasız bırakmak, mümkün değilse dosyaları az cezayla kapatmak, o da mümkün değilse cezanın infazını en iyi koşullarda yaptırmak, zaman aşımına uğratmak ya da dosyayı sürüncemede tutmak için, toplumsal meşruiyet önemli bir araçtır.
"Ama" ya da "fakat" denilmesi, topluma suçun değil, mağdurun eyleminin anlatılmasından geçer.
Mağdurun varsa kanunlarda zaten suç olarak tanımlanmış eyleminin ölüm, işkence vs. ile cezalandırılması bu şekilde açıklanır.
İşte bu noktada, toplumun şefkat ve vicdan duygusunun en belirgin olarak yöneldiği çocuklar söz konusu olduğunda işler bir parça karışır.
"Ama" demek çok daha zordur.
Çocuğun eylemini bilinçle açıklamak da öyle.
Cezasızlığın kamuoyunun sahiplendiği dosyalarda uygulanması da daha sancılı ve güç hale gelebilir.
Buna rağmen çocuklar da bu kültürün kurbanı olmaktan muaf değildir.
Zira cezasızlık genişlemeli, tüm olayları ve özneleri kapsamalı, kurallara uymama hakkı kabullenilmelidir.
KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği'nin takip ettiği dosyalar üzerinden yazılan, Notabene Yayınları'ndan çıkan Devlet Dersi kitabında cinsel istismar mağdurundan, gaz fişeği ile yaşamını yitirene, okulda elektrik çarpması sonucu yaşamı sonlanandan, iş cinayetine kurban gidene, dayak mağdurundan, sosyal medya mağduruna çok sayıda çocuğun acı hikayeleri, cezasızlık kültürü üzerinden bu çerçevede anlatıldı.
Cezasızlığın toplumun geniş kesimleri tarafından anlaşılması, çocukların dosyalarının cezasız kalmamasıydı amaç.
Elbette böyle olmadı.
O kitaptaki dosyalar hâlâ cezasızlık kültürünün çarpıcı örneklerinden.
Zira çocuğun mağduriyeti ve hatta ölümü, okulda da fabrikada da olsa dosyaların uzandığı adreslerden dolayı cezası çıkması çok kolay değil.
Ama ve fakatlı cümlelerin kurulmasının olanaksız olduğu dosyalarda bile.
Ne zamandır yaşadığımız tüm kötülüklere, bombalara, silahlara, büyüklere karşı zaten savunmasız olan çocuğun korunması yükümlülüğünün yerine getirilmesi bir yana kolayca yok sayıldığı bir manzara var karşımızda.
Toplumun sahiplenmesi nedeniyle cezasızlık kültürünün bu dosyalarda kendisini göstermesinin daha güç olduğu tezini çürüten bir manzara.
Kokmasın diye çocukların ölülerinin buzdolabında bekletilmesine, istismar mağduru çocuklar için bile "ne işi varmış" denilebilmesine, 17 yaşındaki çocuğun çocuktan sayılmayıp büyük muamelesi görmesine, çocukların evlendirilmesiyle bazı toplumsal mağduriyetlerin giderilebileceğinin ciddi ciddi savunulmasına altyapı oluşturan ürpertici bir iklim.
O iklimi, büyüklere, devlete, örgütlere karşı ortak bir duruşla haykırarak aşmak mümkün ancak:
Bu çocukların hepsi bizim.