Edebiyat eleştirisinin önemli temsilcilerinden Terry Eagleton'ın Güç Mitleri/ Brontë Kardeşlere Marksist Bir Bakış kitabı Alev K. Bulut çevirisiyle raflarda yerini alırken, kitaptan tadımlık bir bölümü K24 okurlarıyla paylaşıyoruz
Brontë kardeşleri yalnızca tarihsel konumları açısından değil her anlamda geç romantik dönemin yazarları olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. On dokuzuncu yüzyılın sonu ile sanayici kapitalist İngiltere’nin ilk evresine denk gelen o muhteşem romantik dönemin sonunun yazarlarıydı onlar. Bu nedenle onlara romantizmin dorukta olduğu yenilikçi drama çağı ile yepyeni ve krizlerden geçerek doğan sanayi toplumunun örtüştüğü bir ara dönemin geçiş yazarları diyebiliriz. Bu dönemin toplumunun kökleri Brontë’lerin yaşadığı bölgeden (Kuzey İngiltere) bütün dünyaya yayılan fabrikalarda ve pamuk atölyelerinde bulunuyordu.
Yani kız kardeşler eserlerini kelimenin tam anlamıyla küresel sanayi toplumunun göbeğinde yazıyorlardı. Sanayi Devrimi kapılarının dibinde, neredeyse yaşadıkları rahip evinin penceresinin önünde olmuştu. Romanlarından birinin, Charlotte Brontë’nin Shirley romanının, konusu da zaten Yorkshire’ın sanayileşmesidir. O dönemde o coğrafyada bir taşra kasabasında yazar olmak adeta dünya tarihinin önemli bir merkezinden yükselmek demekti. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın farklı köşelerinde Bradford, Manchester, Leeds ve Liverpool’dakilerden daha ünlü pek az sanatçı vardı. Sanatçılar yalnızca yaşadıkları dönemin ürünü değildirler. Bir yazarın hangi dönemi temsil ettiğini bir çırpıda söylemek kolay değildir. Önceki dönemden ayakta kalmayı başarmış veya görkemli bir geçmişten artakalmış olabilirler. Tabii, henüz netleşmemiş bir geleceğin müjdecisi de olabilirler. Yirminci yüzyılın başlarında birçok modern sanatçı değişen dünya düzeninde yer edinirken bu iki ekseni birleştirip sırtını daha ilkel ve eski ama sahici bir uygarlığa yasladı. Uğultulu Tepeler’de zaman kullanımı biraz karma şıktır. Heathcliff ile Catherine eskinin romantik tipleri midir, yoksa devrimin tetikleyicileri mi? Veya aynı anda ikisi de mi?
Brontë kız kardeşler için romantik dönemin sonuna ait olmak en azından iki döneme birden ait olmak demekti. Otoriter Tory’ci* babaları onları kahramanlık öyküleri ve mitolojiyle büyütmüş, Wellington düküne saygıyı, manen güçlü ve soylu olana hayranlığı öğretmişti. Bunlar zaten o şaşaalı, süslü romantik dönemdeki devrimlerin ve karşıdevrimlerin altyapısını oluşturan kavramlardı. Gerçek anlamda tarih yazıldığına tanık olunan ender zaman dilimlerinden biriydi, Paris’ten Boston’a her yerde kadınların da erkeklerin de ayaklarının altındaki toprağın gümbürtüyle kaydığı, yepyeni bir duyarlılığın doğduğu dönemdi. Blake ve Robespierre’in, Hegel ve Jefferson’ın çağıydı; Byron’ın şiirlerinden Shelley’e Amerikan Anayasası’ndan Kant felsefesine her alanda yepyeni oluşumların gör üldüğü çağdı. Aydınlanma çağı bitmiş kadınlar ve erkekler rasyonel, kısıtlı özneler yerine kendini özgürce ifade eden tutkulu, duyarlı bireyler olarak tanımlanmaya başlamıştı. Yaratıcı düş gücü özg ürleşince devrimci politikalarla ilginç bağlar kuruldu.
Kız kardeşler gibi böyle yeni bir dönemin eşiğinde yaşayanların geçmişin ihtişamına özlem duyması kaçınılmazdır. Fransa’da Na poléon sonrası dönemi yazan Stendhal’ın eserlerindeki ihtişam sona ermiş, isyanın şiirsel dili, fetih ve kahramanlık öykülerinin melodramı yerini orta sınıfın sıkıcı günlük öykülerine bırakmıştı. Yaratıcı düş gücü dünyanın ilk sanayi toplumunu kuşatan katı kurallara toslamıştı. Bu değişimin küçük ölçekli bir örneği mitoloji ve romantizmle geçen çocukluklarını geride bırakıp Victoria döneminin katı, ruhsuz mürebbiyelik sistemine teslim olan kız kardeşlerin hayatında da yaşandı.
Brontë’ler için durumun iyi bir yönü de yok değildi, çünkü devrimin altüst edici dalgaları durulmuş, düzen ve hiyerarşi kurulmuştu. İngiltere’de on dokuzuncu yüzyılın başında işçi sınıfında görülen hoşnutsuzluğa paralel ayaklanma hareketi otoriter polis devleti tarafından şiddet kullanılarak bastırılıyordu. Bu gelişmeler kız kardeşlerin hayatına da işçi sınıfının kitlesel Çartizm** hareketi olarak yansıdı. Brontë’ler özgür, asi ruhlu muhafazakâr romantik kadınlar olarak bu isyana hem sempati beslediler hem korku, otoriteye karşı ise hem hoşnutsuzluk hem hayranlık. Bu kitapta ele almaya çalıştığım gibi tipik alt orta sınıf çelişkisiydi bu. Kardeşler tuhaf, tutarsız radikal muhafazakâr özellikleriyle yazın tarihinde John Ruskin’den, Joseph Conrad’dan T.S. Eliot ve D.H. Lawrence’a uzanan seçkin çizgiye eklenmişti.
Yani Brontë’ler kendilerinden önceki dönemin mirasını bütün karmaşası ve gelenekleriyle devraldılar. Bu çalışmada göstermeye çalıştığım gibi onlar hem isyankâr ve öfkeli hem de muhalif ve muhafazakâr idiler. Bu özellikleri sadece yaşadıkları dönemle ilgili değildi. Yaşadıkları tarih diliminin olumsuzlukları kadar işlerine yarayan yönleri de oldu. Bu tarih dilimi romanlarının kurgusuna fazlasıyla yansıdı. Sosyolojik bir olgudan öte eserlerinin duyarlılık düzeyini artırdı.
Romantik dönemde bir tarih yazıldığını varsayarsak (ki bu nedenle bu çağ tarihsel romanın altın çağıdır), Sanayi Devrimi’nin ilk on beşyirmi yılı da öyleydi. Yalnızca pamuk atölyeleri, toprağın ticarileşmesi, açlık ve sınıf çatışması değildi söz konusu olan, tarihinde ilk kez büyük ölçüde şehir toplumu olmaya soyunan İngiltere’ye çok uygun yeni bir ruh halinin berraklaşmasıydı. Bu yeni öğreti, duygu ve kurallar, yeni zam an ve mekân algıları, yeni saygı, ilgi odakları ve alışkanlıklar demekti. Charlotte Brontë’nin romanlarındaki ikilemde idealist, hayalleri yıkılmış, köksüz, yalnız ama becerikli, özgüvenli kahramanlar gibi yeni bir insan oluşum halindeydi. Yeni toplum düzeninin tipik birey profili, Charlotte Brontë’ nin kahramanlarında gördüğümüz tarzda hem sebatlı, kendini keşfetmeye açık hem de kırılgan ve duygularını olduğu gibi açığa vurabilen kişilerdi. Söz konusu profile hayatlarını kazanmak için baskı altında çalışmak zorunda olan bu eğitimli üç kadından daha uygun prototip bulunamazdı herhalde. Kız kardeşler Yorkshire’daki rahip evinin medeni, korunaklı ortamından çıkıp kültür birikimlerini mürebbiye olarak hizmetine sundukları dünyada korunaksız şekilde maceranın göbeğine düşerler. Böylece uygarlık ile eğitimsizlik, kültür ile emek, kendini ifade etmekle gizlemek arasındaki çatışmaların yeni toplumsal biçimlere evrilen tarihsel akışında yerlerini alırlar.
Burada asıl etkileyici olan bu çatışmaları göğüslerken gösterdikleri cesarettir. Örneğin, Dickens gibi bir çağdaşlarının bu açıdan pek seçeneği yoktu: Yaşadığı zaman kipinden başka anlatacak şeyi yoktu. Brontë’ler ise mit, efsane, halk öyküleri ve fanteziyle yoğrulmuş zengin bir kültürel mirastan beslenmişlerdi. Yine de kendi çağlarını anlatırken ne o düşsel dünyanın arkasına saklandılar ne de o dünyaya sırt çevirdiler.Tersine, eserlerinde bu iki boyutu karmaşık bir örgü içinde buluşturup gotik ile gerçekçiliği, halk öyküleri ile toplumsal gerçekleri yepyeni bir yapıda harmanladılar. Uğultulu Tepeler gibi düş gücünün sınırlarını şiddetle zorlarken sonuna kadar gerçekçi kalabilen bir İngiliz romanı var mıdır?
Ortaya çıkan şey, en azından Charlotte Brontë’de gördüğüm ve ilk baskısı elinizdeki baskıdan otuz yıl önce yapılmış olan bu çalışmada Emily Brontë’nin eserlerindeki bütünlük ile karşılaştırıp eleştirdiğim şey, aslında farklı yazınsal biçimlerin ilginç bir karışımı idi. Artık bütünlüğün otomatik olarak sergilenen bir beceri olmadığını, Charlotte Brontë’nin eserinin yarattığı güçlü etkinin bugünlerde büyük ölçüde yapısal uyumsuzluk unsurlarına dayandığını düşünüyor ve o ilk yargıma kuşkuyla yaklaşıyorum. Ayrıca bugün, kız kardeşlerin cinsiyeti üzerinden vardığım ve yabancı bir ortamda kırılgan, yalnız bir kız için fazla duygusuz bulduğum Lucy Snowe’un acıları üzerinden bolca örneklediğim sonuçlara da aynı kuşkuyla yaklaşıyorum. Benim çalışmam büyük ölçüde feminizm sonrası döneme giren dünyada feminizm öncesi bir denemeydi ve bu tavrımın bütün izlerini taşımaktaydı. Bugün ise, toplumsal cinsiyeti daha çok kız kardeşlerin karşılaştıkları kısıtlamaları kuşatan ve bu kitabın ele almaya çalıştığı konuyu en can alıcı biçimde odağa yerleştiren alan olarak görüyorum.
Bu kitapta solun Kutsal Üçlüsü olarak bilinen sınıf, ırk ve cinsiyet arasında sınıf, yalnızca cinsiyeti değil, ırk ve etnik kökeni de kenara itiyor. İngiliz yazınının büyük kalemleri Swift, Goldsmith, Shaw, Wilde, Conrad, James, Pound, Yeats, Joyce, Beckett ve T.S. Eliot’ın köken olarak İngiliz olmadığını hatırlatıp ekleyelim: İngiliz yazın tarihine adını yazdıran birçok önemli yazar gibi Brontë’ler de İrlanda kökenliydi. İrlandalılar İngilizlere yüzyıllarca yalnız kira ödeyip et göndermediler, en değerli yazın eserlerinin çoğunu da ürettiler onlar için. İngiliz kıyılarını yalnız nüktedanlıkları ile değil, dil becerileri ve yabancı gözüyle İngiltere’nin tuhaflıklarını şahin gibi tespit eden kıvrak zekâları ile de döven İrlandalı göçmenler olmasa İngiliz tiyatrosunda komedi sanatının önemli örneklerinin çoğu olmazdı.
İlk kitapta Brontë’lerin karışık bir etnik kökenden geldiklerine değindimse de bugünkü bakış açımla bunun çok daha fazla söz etmeye değer bir özellik olduğunu düşünüyorum. Kızların tuhaf ve asabi babaları Patrick, County Down kökenli bir İrlandalıydı, bugün bile bazı İrlandalılar için “Brontë ülkesi” onun yetiştiği Ulster bölgesi olarak anılır. Brontë’lerin adı yine Patrick olan huysuz erkek kardeşleri de kısa ve talihsiz yaşamı boyunca İngiliz klişesi işe yaramaz Mick gibi serseri, sarhoş, kavgacı, asi, müsrif, basiretsiz bir tip olarak ipe sapa gelmez hayaller peşinde koşmuştur. İrlandalı erkeklerle ilgili yargılar, klişelerde olduğu üzere, son derece belirsizdi. Hem sert, çapkın, baskıcı hem de tutkulu, sıcakkanlı ve yaratıcı idiler. Bu iki uçluluk durumunu Uğultulu Tepeler’de Heathcliff karakterinde de görmek zor değildir. “Anlaşılmaz bir dil konuşan, kirli, perişan, siyah saçlı çocuk” olarak genç Heathcliff’i yaşlı Earnshaw Liverpool sokaklarında açlıktan ölmek üzereyken bulur ve roman onu daha sonra vahşi, aklı eksik, şiddet eğilimli, asi ve kaba biri olarak çizer – bunlar olduğu gibi on dokuzuncu yüzyılda İngilizlerin Kelt kolonilerindeki yerlilerle ilgili tanımlamalarıdır. Emily Brontë romana başlamadan birkaç ay önce erkek kardeşi Liverpool’a bir seyahatte bulunmuş ve orada büyük olasılıkla rıhtımda İrlandaca konuşan yüzlerce yoksul mülteci çocuktan bir bölümünü gözleme fırsatı bulmuştur. Bu çocuklar günlük gazetelerde çuvallara sarınmış, siyah saçları keçeleşmiş perişan görünümlü çocuklar –kısaca, küçük Heathcliff’ler– olarak tanımlanıyordu. O dönemin hemen hemen bütün yoksul İrlandalıları gibi İrlandaca konuştukları için dilleri İngilizlere anlaşılmaz abuk sabuk bir dil gibi geliyordu.*** Heathcliff’in İrlanda asıllı olup olmadığını kanıtlayamadığımız gibi katil olup olmadığını da kanıtlayamayız. Kurgusal kişilerin tarihi yoktur: Onlar kâğıt üzerindeki kara harflerin eseridir ve onlarla ilgili iddia edecebileceğimiz her şey sayfadaki satırlarla sınırlıdır. Sahnede göründüğü andan önceki Hamlet’i bilmeyiz, sonda da cesedi gömülmeden sonsuza dek ortada kalır. Yine de Heathcliff’in derin çelişkileri çok etkileyicidir. Heathcliff kız kardeşlerin kendi içeride/dışarıda konumları gibi yaratıcı ve yok edici güçlerin, aşırı tutku ile kinci zalim dürtünün, aşkın sevgiyle acımasızca, bencilce makineleşmenin sıra dışı amalgamından ibarettir. Uğultulu Tepeler bu çelişkileri gidermek için bir şey yapmaz. Bize yine birbiriyle uzlaşmayan anlatılar ya da gerçekliğin (tam Charlotte Brontë’ye yakışacak biçimde) farklı yorumlarını sunmakla yetinir, bunlardan hangisine güvenebileceğimizi söylemez. Kitabın ilginç yapısı erkek kahramanın tutarlı bir imgesini oluşturmamıza izin vermez. Grange’ın kendi doğruları vardır, Heights’ın da, ama metin bizim bu ikisini anlaşılır bir biçimde bir araya getirmemizi engeller. Heathcliff, yaşlı Earnshaw’un sözleriyle, Tanrı’nın şeytan gibi kapkara bir hediyesidir ve bu belirsiz meleksi/şeytansı imge anlatı boyunca esrarengiz karakterin üstüne yapışır. Heights’ta gördüğü muamele, onu sevmeyen Nelly Dean’in bile kabul ettiği gibi, bir azizi şeytana çevirmeye yeter. Antik toplumlarda aynı anda kutsal ve lanetli, masum ve günahkâr, ölüm ve yaşam dürtüsü taşıyan yaratığa pharmakos veya günah keçisi denir.
Günah keçisi hem zehirdir hem de onun ilacı: İnsanın kendisini cesaretle o bilinmez güce teslim ederse fayda göreceği bir tür kirlenme ve bulanıklığa işaret eder. Günah keçisi şehrin dışına atılırsa şehir kendi canavarlığı içinde özündeki şiddetin ve bozulmanın boyutlarını anlayamaz. Uğultulu Tepeler’de Grange, düzeni ve uygarlığı simgelerken bu erdemlerin dayandığı ağır çalışma ve sömürü düzenini örtbas eder. Heights’ta ise tersine saldırı ve şiddet çok daha açık yaşanır. Eski şehir düzeni, Atina’nın lanetlenip kör olan Oedipus karakterine kucak açışı gibi, günah keçisini içine alma cesaretini gösterirse bu eylemden yaratıcı bir gücün doğması mümkündür. Heights düz anlamda Heathcliff’i içine alsa da manen onu dışarıda tutar ve aslında lütuf sayılabilecek durumunu lanete çevirir.**** Bu karanlık yabancının kökleri gerçekten İrlanda’ya dayanıyorsa bu, ulus ile onun kolonici efendileri arasında o dönemki sorunlu içeri/dışarı ilişkisinin yansıması sayılabilir.
Pharmakos yaşam ile ölüm arasında gidip gelir. Bu insanlığın ölüme varan bir bozulma sürecine girmesine işaret eder ama böylece insanlığın gerçek durumunu da biraz olsun görmüş oluruz. Yaşamla ölüm arasındaki görünmez eşiği çoktan aşmış, yaşayanların aydınlık dünyasının ötesindeki alacakaranlık boyuta geçmiştir. Freud’un kavramlarıyla söylersek bu boyutta ölüm dürtüsü hâkimdir ve Heathcliff, Freud’cu kuramlara göre, bu kişilik yapısının en tipik örneğidir. Catherine’e olan mutlak ihtiyacı ölümün mutlaklığını andırır. Saatlerce sevgilisinin penceresinin önünde hareketsiz beklemesinde olduğu gibi yaşayan bir ölüye döner. Birbirlerine olan tüketici tutkularının hiç bitmemesi Heathcliff ile Catherine’in geleneksel toplumsal törelere göre bu tutkuya kapılıp ölümün kötülüğüne doludizgin yol almalarına neden olur. “İlişki” yalnız bu bütünüyle kişisellikten uzak, kutsal, yüce ve bir o kadar da tüketici (ya da uygun) alanda tatmin bulur. Günah keçiliği aynı anda hem kutsal ve kötü hem de “yüksek” ve “düşük” bir şeydir. Romantizmin vizyon kavramı da, olumsuz anlamda, fantezi gibi kültür dozu zayıf bir içeriğe sahiptir. Freud sonrası dönemin en berbat keşiflerinden biri vizyon ve düş gücünün aslında ipe sapa gelmez boş hayaller olduğunu fark etmemizdir. Şair W.B. Yeats “rüya” sözcüğünü kâhince bir öngörü kadar özgür düş gücü olarak da kullanır. Gerçeğin ve sırların kilidini açmaya yarayan bir duyu ondan kaçmanın da yolu olur. O zaman CatherineHeathcliff “ilişkisini” hem sonraki sorunlu haliyle çelişen ütopik bir imge hem de bir tür çocukluğa dönüş olarak görmemiz çok doğaldır.
Kendini Charlotte Brontë’nin eserlerinde Emily Brontë’ye göre çok daha fazla gösteren bir belirsizlik türü de yüksek ve düşük arasındaki belirsiz alandır. Bu süreçte suçluluk dürtüsü daha soylu amaçlara dönüştürülüp meşrulaşır, bu dönüşümün adı “yücelmedir”. Bu kitapta ben de Brontë’lerin eserlerindeki hemen hemen bütün insan ilişkilerinin temelde güç çatışmalarına dayandığını ve bu çatışmaların (sadece Charlotte Brontë’nin eserlerinde değil, hepsin de) sadomazoşist izler taşıdığını öne sürüyorum. İtaat, boyun eğm e, baskı; efendilik etmenin zevki, yönetilmenin tadı; hepsi Jane Eyre, Villette, Shirley ve Profesör’de bol bol bulunur. Uğultulu Tepeler’de de tek taraflı grotesk bir şiddet görürüz ama orada sadizm mazoşizme göre öne çıkarken Charlotte Brontë’nin eserlerinde ikisi çok güzel buluşur. Onun eserlerinde insan ilişkileri cinsel açıdan aşırılığa açıktır; ayrışma, birleşme, cinsiyet rolünün tersine çevrilmesi temaları Jane Austen ya da George Eliot’tan fazladır. Tutku, düşmanlık, kin, tevazu, çatışma ve özveriye dayalı çapraz ilişkiler tuhaf yer lere kapı açarak çalkantılı, girdaplı yapılar yaratır.
Tekrarlayacak olursam, ben bu konuların aslında basit kişilik özellikleri ya da birey psikolojisinden öte bir anlamı olduğunu göstermek istiyorum. Bunlar tam da Charlotte Brontë’nin eserlerinin politik bilinçaltı diyebileceğimiz altyapısını oluşturur. Bu da bize onun kendi deneyimlediği toplum ve cinsiyet temelli sorunların romanlarında adeta psişik bir alt metin işlevi kazandığını gösterir. Saygın bir yazın eserinde bu alt metnin apaçık ortaya serilmesi tuhaf olacağı için müstehcen duyguların konu akışında bir biçimde “yüceltilmesi” gerekir. Bir efendi tarafından yönetilmeye duyulan mazoşistçe sevgi, otoriteye duyulan toplumca onaylanan bir tür saygıya dönüşürken başkalarını yönetme tutkusu manevi üstünlük olarak gösterilir. Sadomazoşizm kendi kendine disiplin uygulayıp cezalandırmaktan zevk almayı da içerir; bunun Charlotte Brontë’nin kardeşinin büyük eserindeki ölüm dürtüsünün yerini aldığını iddia edebiliriz. Aradaki en büyük fark Charlotte’un eserlerinde ölümün zor la yaşamın emrine verilmesidir. Jane Eyre ya da Lucy Snowe örneğindeki gibi, alçalıp küçük düşmeyi kabul etmenin sonu “küçük kıyamet” olsa da bu, dünyevi başarının girizgâhıdır. Jane’in bir rahibeye yakışan uysallığı Bayan Rochester olmasını kolaylaştırır. Görev icabı boyun eğmenin yol açtığı “ölüm” Charlotte’un eserinde statü, mal mülk edinme ve kendini gerçekleştirme aşamalarında değiştokuş aracı olarak önem kazanır. İnsanın kendini bir dereceye kadar feda etmesi şarttır, bu hem tuhaf bir zevk verir hem de, Jane Eyre’in sözleriyle, sağlığını koruyup ölmemek için gereklidir.
Bu, erkek ve kadın kahramanları sağlıklarını koruyamayıp ölüme yenilen Emily Brontë’de geçerli değildir. Uğultulu Tepeler’in trajik olmasının nedeni değiştokuş sırasında tehlikeye atılan herhangi bir değerin olmaması kadar kahramanların bol keseden verdiklerinin karşılığını makul biçimde alamamalarıdır. Aslında, bu kahramanlar ölümde bile huzur bulmazlar. Uğultulu Tepeler öbür dünyaya ait bir romandır; mitolojiyi ve simgeleri kullanır ama dönemin saygın kavramları olan maddi kazanç ve kişisel gelişime prim vermez. Bu anlamda, ele aldığı rahatsız edici, sapkın durumlar öte dünyaya ait görünür. Asi ve yabancı damar kendini tam açık etmez, iyi veya kötü her durum toplumsal istikrara halel getiren bir ihtiyaç veya tutkuya işaret eder. Bu damar klasik gerçekçi eserlerde gördüğümüz istikrara da halel getirir, tarihsel akışı bozar, iç içe geçen Çin kutuları gibi bir anlatıyı öbürünün içine yerleştirip okurun beklediği rahatlatıcı üst sesi bir türlü göndermez.
Tipik İngiliz fenomeni diyebileceğimiz Brontë kardeşlerin hiçlikten geldikleri duygusuna kapılmak çok kolaydır. Çünkü herhangi bir bağlantısı, yeri yurdu olmayan bir muhalif duruşları vardır. Ancak ben burada size, tersine, hiçbir köke bağlı görünmeyen, adeta boşluktan gelen bu kardeşlerin yaşadıkları dönemin tarihiyle ne kadar bağlantılı ve onun ne kadar tipik temsilcileri olduğunu göstermeye çalışacağım.
T. E. 2004