Devrim Alkış: "İçinde bulunduğu zamanla kavgası olan insanları yazmak istedim."

"Aldıkları eğitime rağmen ne yaptığını bilmeyen, bir türlü köklenemeyen, gidenin de kalanın da huzur bulamadığı bir dünyayı anlatmak istedim. Eskisinden farklı bir dünya bu. Olanla yetinilmeyen, hep arayışta olunan, bilgiye çok kolay ulaşılan, ama aslında neyin arandığının bilinmediği bir dünya. Bu karmaşa içerisinde dünyanın bu halde olmasından rahatsız, eğitimli kent insanının çözemediği dertleri var."

03 Ağustos 2022 18:00

 

Biyografinize bakınca harita üzerinde Türkiye-Almanya-Viyana hattı çok işlek görünüyor. Net bitişler, yeni başlangıçlar arasında edebiyatla ilişkinizi, bağınızı nasıl tarif edersiniz?

Söylediğiniz gibi ömrüm boyunca ülkeler, şehirler arasında taşındım. O da yetmedi, aynı şehrin içerisinde de sık sık yer değiştirdim. Bir türlü bir yere yerleşemediğim yılların gidip gelmeleri, taşınmaları hayatıma yeni insanlar dahil etti, dünyaya bakışımı zenginleştirdi. Gitmek ilginç bir şey, farklı yönleri var. Mesela terk ettiğiniz ülkedeki dertlerin –en azından bir bölümü– uçağa biner binmez toza karışıp yok olur. Sonrasında ise yeni yaşam alanınızda kuracağınız hayatın zorlukları başlar. Bu iki durum –eskinin unutuluşu, yeninin çekiciliği– karmaşık bir bilince sebebiyet verir. Eski arkadaşlarını kaybetmek, yalnız kalmak gibi durumlar karşısında bir çözüm ararsınız. Doğrusu eskiden bunlarla başa çıkmak çok daha zordu, geride bıraktığınız ülke gerçekten geride kalıyordu: Netflix’in, cep telefonunun, görüntülü görüşmenin, hatta internetin olmadığı ‘90’larda. İşte o zorluk yılları arasında yeni bir şeye tutunmaya ihtiyacım vardı. Benim de ilk yıllarda tutunduğum, şehir kütüphanesinin kitapları oldu. Viyana’daki yeni başlangıcın yarattığı o tekinsiz hal ilk olarak iyi bir okur olmamı sağladı. Böylece edebiyatla ilişkim başladı.

Yazarlık tarafına etkilerine gelecek olursam, Avusturya’nın zamandan, mekândan bağımsız bir yaşantısı var. Sanki bir yerde zaman durmuş gibi. Tam nerede durduğunun belli olmaması da üstüne eklenince, zamanın tuhaf bir yerinde kalmış olmak algıları açık hale getiriyor insanı. Bir de Türkiye’den gelen biri olarak, her şeyi yoğunlaştırıp damarlara almak gibi bir özellik genlerde olunca, gözleriniz ister istemez büyüteç gibi oluyor nereye baksanız.

Sene 84’ü bize anlatan isimsiz kahramanımızla Viyanada tanışıyor ve onun bitmemiş tezinin sancılarına, Viyana kültürüyle ilgili yaptığı gözlemlerin şaşırtıcı taraflarına şahitlik etmeye başlıyoruz. Tam olarak romanı size yazdıran mesele neydi? Romanı yazıp bitirdiğinizde, “evet, tam olarak böyle bir hikâye anlatmak istedim” dediniz mi?

Yazmadan önce kitabı baştan sona kurgulayabilen yazarlardan değilim maalesef. Konunun, karakterlerin, hikâyenin beni bilmediğim sulara sürüklemesini seviyorum. Küçükken gözümüzü kapatırlar, bizi bir yere götürürler, nerede olduğumuzu tahmin etmemizi isterlerdi. Böyle bir oyun vardı. Göz bağı açılınca çok şaşırırdık. Mutfakta beklerken kendimizi oturma odasında bulurduk mesela. Ben de bittikten sonra oluşan esere bakarak şaşırmayı seviyorum.

Kitabı yazdıran tek bir mesele yok. Aldıkları eğitime rağmen ne yaptığını bilmeyen, bir türlü köklenemeyen, gidenin de kalanın da huzur bulamadığı bir dünyayı anlatmak istedim. Eskisinden farklı bir dünya bu. Olanla yetinilmeyen, hep arayışta olunan, bilgiye çok kolay ulaşılan, ama aslında neyin arandığının bilinmediği bir dünya. Bu karmaşa içerisinde dünyanın bu halde olmasından rahatsız, eğitimli kent insanının çözemediği dertleri var. Bu dertleri daha önce hiç tanık olmadığımız bir yöntemle değiştirme çabaları kitabın önemli bir tarafı.

Farklı bir ülkede, bir şehirde ve aynı zamanda kendi memleketine gittiğinde, kendi şehrinde de yabancı olmak hissini, algısını konuşarak devam etmek istiyorum. Hem yabancılığı yaşamanın hem de yazmanın zorlukları açısından.

Yabancılığı yazmanın kolay olmadığı konusunda size katılıyorum. Yabancılık zaten gittikçe unutulan bir kavram. Günümüzün genel kabul davranış modeli yabancılığı, ayrıksılığı göstermeme üzerine kurulu. Böyle olunca herkes girdiği her ortama uyum sağlamaya çalışıyor. Bu uyum sağlama sonunda herkes gibi olmaya, sıradanlaşmaya kadar götürüyor işi. Bir resim görmüştüm, daha doğrusu iki resim yan yana. Sol tarafta Berlin’deki bir bar ‘90’lardaki haliyle, sağ tarafta ise bugünkü haliyle çizilmiş. ‘90’larda herkes tek başına, kafası iyi olarak, ağzında sigarasıyla melankolik bir halde otururken, bugünün bar müdavimleri yüzlerindeki tebessümle sarmaş dolaş selfie çekiyorlar. Şimdi hangi resimdekilerin algılarının daha açık olduğunu tartışmak gerekir. Toplumdan hep bir adım geride duran insanın algısının daha açık olduğunu düşünüyorum. Tabii bu algı açıklığı aynı zamanda daha fazla çözümsüzlük demek. ‘90’ların gençlerinin dünyayı daha iyi anladığını düşünüyorum, ama çözümsüzlüğe saplanmış bir kuşak o. Şimdi ise dünyayı anlamadan da sorunların çözüleceği kanaati var. Bu tuhafıma gidiyor.

Ernest Hemingway (solda) ve Devrim Alkış

Tam da bu noktada; hikâye buna çok müsait olduğu halde dramatik/depresif anlatımı değil de ironik anlatım seçiminizi de konuşmak isterim.

Depresif anlatının getirdiği negatif duygu yoğunluğunun başlangıçta her ne kadar etkili de olsa ilerleyen sayfalarla beraber bir sunilik getirdiğini düşünüyorum. İronik anlatı ise zamanın ruhuna daha uygun. Çok büyük acılar dışında insanların üzüntülerine ayıracakları büyük bir vakit olmadığı bir çağda yaşıyoruz. İşten atılıyoruz, bir saat sonra internette gördüğümüz komik bir videoya gülerken yakalıyoruz kendimizi. Son bir neden saymam gerekirse, kendim de olaylara ironik bakıyorum.

İstanbulda ‘80lere ışınlanmanın hikâyenin değişimlerine etkisi ve nesillerin bu anlamda değişiminin hızı önemli. Ortada yine bir sır olsaydı ve bu hikâye İstanbulda devam etmeyip Viyana semalarında yolculuğuna devam etseydi ne olurdu? Değişim hızının etkisini bu denli iyi hissedebilir miydik?

Hikâyenin Viyana’dan İstanbul’a hiç dönmemesi, tüm hikâyenin Viyana’da devam etmesi olarak anladım sorunuzu. Eğer öyleyse şunu diyebilirim, Viyana’da ‘84 yılını yaşamadım. Müzede kullandığım objelerin Viyana’ya denk gelebilecek karşılıkları konusunda fikir sahibi değilim, o yüzden öyle bir evren kurmam beni zorlayabilirdi. Üstelik Türk okuru da anlattıklarım karşısında yabancı kalabilirdi.

Hikâyede ‘84 yılı Orwell’in ‘84’üne kıyasla birçokları için arzuyla anılan, yeniden canlandırılması istenen bir saadet dönemi. Günümüzün insanı her şeyin çabucak tüketildiği, zamanın eskilerin deyimiyle su gibi aktığı, etrafındaki objelerin, insanların sürekli değiştiği bu çağda tutunabileceği bir şeyler arıyor. Aslına bakarsanız, ülkemiz insanının şehirlere göç ederek yeni bir hayata başlaması tutunacak dal arayışını güçlendiren bir neden. Bir şehirde, mahallede geçmişiniz yoksa, onu siz yaratmak durumunda kalıyorsunuz, iş sadece geçmişte sizi mutlu edecek bir tarih bulmakta. Kimi 100 sene öncede, kimi 1.000 sene öncede buluyor o mutluluğu. Bugünün dertlerinin olmadığı, erkeklerin kravatlı, kadınların şapkalı gezdiği Beyoğlu dönemi mesela. Harika bir yer üstü cennet dönemi. Ama kimse Beyoğlu’nun pavyon dolu olduğu yıllarını hatırlamak istemiyor. Tamamen seçici bu konuda insan bilinci.

Ben de kitapta bir geçmiş arayanları konu ediyorum. Sene 84’e konu olanların arayışı ise diğer çoğunluğa göre biraz daha yenide. Belki de bahsettiğiniz o değişim hızını iyi yakalama meselesinin özü, 1984 yılının matematiksel olarak yakın olmasına rağmen hissî olarak uzakta kalmış olmasıdır, bilemiyorum.

Şimdi tabii burada spoiler vermeden konuşmak kolay değil. İstanbul’dan hikâyenin anlatılmasının sebebi, içinde bulunduğu zamanla kavgası olan insanları yansıtma isteğim. Bu insanlar devletin onları götürmek istediği yoldan ya da yıldan farklı bir yere gitmek istiyorlar. Genel huzursuzluğumuzun nedeni de bu değil mi? Herkes insanımızı bir yere, bir tarihe götürmek istiyor, en doğruyu hep bizim için bir başkaları biliyor. Buna direnme birçok romana konu oldu zaten. Sene 84 ise bu direnişi alışık olmadığımız, ilginç bir yoldan yapmaya çalışan insanları anlatıyor.

Hikâye metnini bütünleyen Ekinin mektupları, Valiz dergisindeki makaleleri, Sene 84 Vakfı ve Müze 84 en az sır kadar, belki de daha fazla önemli romanda. Bu ayrıntıları romana bir bütünlük yakalamak için mi eklediniz, yoksa 84 vurgusu adına o dönemi yakalamak için mi?

Meselem aslında ‘84 yılını anlatmak değil, meselem çaresizlik içinde olan bir grup insanı anlatmak. Vakıf ve Müze bugünün insanının geçmiş ve gelecekle kurduğu ilişkiyi anlatmak için var. Burada belki daha önceki sorunuza dönersek Müze, hikâyenin depresiflikten kurtulmasına yardım ediyor. Müze sayesinde geçmiş, plastik olarak günümüze iliştiriliyor. Bu da anlatıcıya sadece mekânlar arası değil, zamanlar arası da gidip gelme, karşılaştırma, canlandırma imkânı sağlıyor. Ekin’in Valiz dergisindeki yazılarını biraz dergilerde yazan orta yaşlı insanların gençlere “Ah, siz bilmezsiniz, eskiden cennetti Beyoğlu” tarzı yazılarına benzetmeye çalıştım. Burada geçmişi yaşayanın geçmişi yaşamayana yaptığı sahte güzellemelere de bir eleştiri var. Benzer bir şeyi bize de yaptılar, bizden büyükler. Şimdiki gençler de muhtemelen sonraki kuşaklara övecekler Beyoğlu’nu. Neyini överler, tam olarak bilemesem de…

Eva Braun ve Brejnev karakterlerini de konuşmak isterim. Özellikle Eva Braun karakteri geçmişteki Ekin karakterinin bir yansıması olabilir mi? Eva kitabın sonunda da kahramanımızın geleceği için diğer karakterlerden daha önemli bir kapı aralıyor sanki. Ne dersiniz?

Eva Braun ile Brejnev kolayca anlaşılabileceği gibi yukarıda belirttiğim, geçmişte kalmış Viyana karakterleri. Viyana’nın geçmişte kalmasının, bizim geçmişe dönme özlemimizle olan farkını aktarmak için varlar. Okur okuduktan sonra ne demek istediğimi daha iyi anlayabilir.

Eva’nın Ekin’in yansıması olduğunu düşünmüyorum, Eva bir kapı mı açıyor, yoksa bir kapıyı mı kapatıyor, çok bir fikrimiz yok. Yazar maalesef bu konuya pek girmemiş.

Hikâye içerisinde zamanda sıçramalara veya çok belirgin bir mekânsal yapı olmamasına rağmen zihnimizde canlanan bütünlüklü yapı en iyi edebiyat vasıtasıyla ve tür olarak da daha çok roman vasıtasıyla yakalayabileceğimiz bir şey desem ne söylemek istersiniz?

Romanın hiçbir sanat türünde olmayan bir özelliği var; yavaş yavaş, adeta toprağı iğne ucuyla kazıyarak okuru tasarlanan kurgu ortamının içine çekmek ve onu orada bir süre tutabilmek. Sanatın diğer dallarında bu trans hali çok daha ani olabilse de roman kadar uzun sürmüyor. O yüzden bütünlüklü yapı ya da şu an revaçta olan kullanımıyla “evren” tasarımı için roman önemli bir tür. Her ne kadar görsel, sosyal medya tarafından etrafı kuşatılmış olsa da romanın ben dünyamızın sonuna kadar insanı insana anlatan en önemli aracılardan biri olarak kalacağına inanıyorum. Hiçbir efekt, müzik, ses, oyuncu kullanmadan, sadece 2. hamur kâğıda basılı harflerden oluşan, bazıları binlerce yıl önce yazılmış kitapların günümüz insanını bu kadar etkilediğini düşünmek beni çok heyecanlandırıyor.

Bir ülkede yabancı olmaktan, yabancılık hissinden, dışarıda kalmışlık duygusunu aktarmasından ve aynı zamanda ‘80’li yılların ağır sonuçlarından sonra bir tür özgürlüğe kavuşma romanı olabilir mi Sene 84?

Özgürlüğe kavuşma olduğunu düşünmüyorum. Daha çok herkesin zamanın ruhuna uyarak “yoluna gittiği” bir roman. Yaşadıkları o olay olmasa da belki yine de yollarına gideceklerdi. Bu zamanı kabul etmemiz lazım, her şey hareket halinde, kimsenin eski mahallesine dönmek istemediği yıllardayız. Eğer bağlardan kopmak özgürlükse özgürüz hepimiz. Fakat bu özgürlük ne getiriyor, orasını düşünmek lazım. Ben batan büyük bir geminin yolcuları olduğumuzu düşünüyorum, boğulmaktan tek tek kurtulmaya çalışıyoruz, birbirimize yaklaşsak da faydası yok, can yelekleri, filikalar zaten batan gemide kalmış.

Son olarak, dünyada büyük değişimler, yenilenmeler olmakta. Özellikle edebiyatta, bundan sonrası için yazılacak yeni metinler kapsamında nasıl bir süreç bekliyor bizleri?

Gelecekle ilgili tahmin yapmak hiç kolay değil, gelecekle ilgili tahminlerin ortak noktası tutmaması. O yüzden bir şey söylemek istemem.

•