"Teknolojik belirlenimcilik artık günümüzü geçmişteki olaylarla, kavramlarla, şablonlarla anlamanın imkânsız olduğunu, günümüzde olup bitenlerin geçmiştekilerle hiçbir bağının bulunmadığını, teknolojik gelişmelerin bu kopuşta temel katalizör olduğunu iddia ederken O’Shea günümüzü ve ilerisini anlamak için insanlığın tarihsel birikimine bakmamız gerektiğini söylüyor."
03 Şubat 2022 19:00
“Teknolojinin nasıl geliştiği ve kimin çıkarlarına hizmet ettiği siyasete bağlıdır.”
(Lizzie O’Shea)
Dijital teknolojiler üzerine yazıp çizenlerin yaygın olarak paylaştığı söylemde “gelecek” kelimesi özel bir önem taşıyor. Halihazırda siberuzamı kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda çitlemeye başlamış büyük aktörler, bir yandan kârlarını en üst sınıra doğru yükseltmenin peşinde koşarken, diğer yandan ise soyut bir geleceği şimdiden parsellemek için rekabeti büyütüyor. Son dönemde sıkça konuşulan ve insan deneyiminin her veçhesinin metalaştırılmasını amaçlayan Metaverse’ün “geleceğin interneti” olarak anılması bunun bir örneği. Kamusal yatırımlarla ve kolektif emekle ortaya çıkan interneti kısa bir sürede kendi ekonomik modelleri doğrultusunda şekillendirmeyi başaran bu şirketler, aynı başarıyı gelecekte de garantilemek için yatırımlarını yeni modeller üzerinde yoğunlaştırıyor.
Şirketlerin durumu buyken, ideoloji olarak teknolojinin sözcüleri de çağ kapatıp çağ açmakla meşgul oluyor. ‘Endüstri sonrası toplum’, ‘bilgi çağı’, ‘post-truth’ vb. kavramlar, geçmişle günümüz arasında epistemolojik, ekonomik, politik bir kopuşun gerçekleştiğini, artık günümüzü geçmişteki olaylarla, kavramlarla, şablonlarla anlamamızın imkânsız olduğunu, günümüzde olup bitenlerin geçmiştekilerle hiçbir bağının bulunmadığını, teknolojik gelişmelerin ise bu kopuşta temel katalizör olduğunu iddia ediyor. Teknolojik belirlenimcilik olarak anılabilecek bu ideolojik söylem, insanlığın karşısına çıkan sorunların teknoloji eksikliğinden kaynaklandığını, bu sorunların çözümünün ise yine teknikte bulunabileceğini niteleyen tekno-çözümcülüğü üretiyor. Durum böyle olunca, o çok sözü edilen gelecek tahayyül edildiğinde, geçmişi bırakın, bugünün bile esamesi okunmuyor. Teknolojik gelişmenin dinamikleriyle oluşacak, kendisine hiçbir şekilde müdahale edemeyeceğimiz bir geleceğe doğru sürükleniyoruz ve internetin efendileri bundan heyecan duymamızı istiyor.
Avustralyalı hukukçu Lizzie O’Shea, Geleceğin Tarihleri isimli kitabında tam da bu ideolojik söyleme karşı, günümüzü ve ilerisini anlamak için insanlığın tarihsel birikimine bakmamız gerektiğini söylüyor. Teknolojinin gelişimini tarihsel bir perspektiften okuyan yazar, geleceğin imgesini Zuckerberg’in dehasında, Google’ın projelerinde, çılgın fikirler üzerine bina edilmiş start-up’larda değil, Paris Komünü’nde, Paine’ın ve Fanon’un görüşlerinde, Avustralya yerlilerinin doğayla ilişkisinde bulabileceğimizi savunuyor.
Teknolojik ütopyacılık ve Paris Komünü
O’Shea, toplumu teknolojik çözümlerle kusursuzlaştırma arayışlarının yüz yıldan fazla bir geçmişe sahip olduğunu aktarıyor:
“Teknolojik ütopyacılık, belirli bir gelecek görüşüdür. Teknolojik gelişmeyi, kusursuz toplum meydana getirmenin aracı kabul eder.” (...) “taraftarları, aşırı derecede geliştirilmiş veya optimize edilmiş teknolojinin erdemli bir bolluk toplumu yaratma kapasitesi olduğuna inanır.” (s. 111)
Ancak dönemin koşulları da göz önüne alındığında, bunlar genel olarak bilimkurgu edebiyatı sınırlarında dolaşan, bugünden bakıldığında ilkel olarak nitelenebilecek metinler olarak karşımıza çıkıyor. Teknolojik gelişimin hız kazandığı 20. yüzyılda, edebiyattan çıkarak siyasete ve bilime taşınan teknolojik ütopyacılık gitgide bir ideoloji formuna bürünüyor. Devletin şirketleştirilmesi diyebileceğimiz neo-liberal yönetim modeli, çalışma düzeninden siyasete kadar bu teknolojik belirlenimci söyleme sahip çıkıyor ve bunu pratiğe aktarmaya çalışıyor. Teknolojinin gelişmesi ve gündelik hayatta bu yeniliklerin daha fazla yaygınlaşması da bu ideolojiyi besliyor.
Geldiğimiz noktada, tekno-çözümcülük sadece tekniğin işlevsel olarak kullanılabileceği alanlarda etkin hale gelmekle kalmıyor, gazetecilik, sosyal bilimler ve siyaset üzerindeki gücünü artırıyor. İnsanlığın kusurlarındansa tekniğin kesinliğine dayanan bir siyasetin, yani teknokratların hâkimiyetinin insanlığa daha fazla refah sunacağı iddia ediliyor. Aynı şekilde, devletin sorumlu olduğu bütün alanlar tekno-çözümcü bir mantıkla özel şirketlere devrediliyor. Neo-liberal girişimcilik mantığı, bütün bu alanları hızla teknikleştirmeye çalışıyor. O’Shea neo-liberal devletle teknolojik girişimciliğin çıkar ortaklığını şu sözlerle dile getiriyor:
“Şirketlerin nerede bitip gözetim devletinin nerede başladığını kestirmek zor olabilir; kullanıcı ve müşterilerle ilişkilerinin üstüne kurulan kapitalizmi sürdürmekte ikisinin ortak çıkarları vardır. Bunun sonucu olarak dijital yaşamlarımız devlete her zamankinden az bir hesap verebilirlikle her zamankinden fazla güç bahşeden bir şekilde yapılandırılır.” (s. 57)
Tekno-çözümcülüğün bu güçlenişi, doğalında, teknik becerilere sahip, kültürel sermayesi yüksek insanları öne çıkartan yeni tarz bir tekno-aristokrasi tabakasının yükselmesini/güçlenmesini beraberinde getiriyor. O’Shea’nın vurguladığı gibi, bir avuç insan, milyarlarca insanın hayatını etkileyen interneti büyük bir denetimsizlik içinde, akla hayale gelmeyecek paralar kazandıkları bir deney sahası olarak şekillendiriyor. Bu çemberi büyük şirketlerde, çok yüksek maaşlarla çalışan mühendis, yazılımcı ordusuyla ve Türkiye’de de örneğini gördüğümüz teknolojik girişim sahipleriyle genişletirsek, çok ufak bir ‘karar veren’ ve çok büyük bir ‘bu kararlardan etkilenen’ kümesi arasındaki devasa eşitsizliği daha iyi anlayabiliriz. Ekonomik olduğu kadar siyasi bir eşitsizlik bu. Bahsini ettiğimiz tekno-aristokrasi buradan sadece büyük kârlar değil, iktidar da devşiriyor.
O’Shea’nın buna karşı önerisi ‘kararlardan etkilenenler’in bizzat kararlara müdahale edebileceği bir siyasi model. Sıradan Facebook kullanıcılarının, şirketin üzerlerindeki tahakkümüne karşı bir şeyler yapabilmesi ya da internette daha etkin bir şekilde var olabilmesi için kod yazmayı bilmesine ya da bu platformların algoritmalarını harfiyen anlamasına gerek yok. İnternet insanlığın ortak kaynağı olduğundan, her bir bireyin bu kaynağa dair alınan kararlara müdahil olması bir hak. Yazar burada bizi Paris Komünü deneyimine götürüyor:
“Komün bize başka örgütlenme yolları bulmanın mümkün olduğunu, toplumu idare etmenin alternatif pratiklerinin ve ilkelerinin, ilişkilerin ve toplulukların mevcut dokusundan epey hızlı bir şekilde çıkabileceğini anlatıyor. Sıradan insanlar işbirliği yaparak, işlerin yapılma biçimlerine dair önceden sarsılmaz görünen kanaatleri son derece kırılganlaştırabilirler.” (s. 128)
Buradaki vurgu, sıradan insanların karmaşık süreçlerin yönetiminde söz sahibi olabilmesinde ve karmaşıklığa olan hâkimiyetin (yani teknik bilginin) bir iktidar gücü olarak kullanılmasının önüne geçilmesinde. Aynı zamanda Komün’ün aktif bir katılımcısı olan Elisee Reclus’un sözleriyle:
“Komün geleceğe yüklü bir miras, kendisinden önceki devrimlerden daha üstün bir ideal bıraktıysa, yöneticileri sayesinde değil, savunucuları sayesinde bıraktı. Soyu, unvanı veya serveti sayesinde kimsenin efendi olmadığı, kökeni, kastı veya maaşı yüzünden kimsenin köle olmadığı, yeni bir toplum.”[1]
Yazara göre günümüzde internet, karşılığında para ödememiz gereken kültürel veya teknolojik bir ürün değil, “kamusal katılım için temel bir gereklilik”. (s. 176) Bu teknolojiyi kullanarak diğer insanlarla haberleşmek, siyasi tartışmalara katılmak, toplumsal meselelere dair fikir belirtmek bir insan hakkı. Bu nedenle, öncelikle evrensel ölçekte herkesin ücretsiz bir şekilde internete erişmesini sağlamak, ardından ise bütün interneti şirketlerin sultasından kurtarıp kamusal bir hizmet haline getirmek ve istisnasız herkesi bu hizmete dair karar alma süreçlerine dahil etmek, özellikle sol siyasetin önünde bir görev olarak duruyor. O’Shea’nın kitaptaki referanslarından bir diğeri, Tom Paine’ın 1700’lerin sonunda yazdığı gibi:
“İnsanlar, ahlaki değerleri, piyasa için ürettikleriyle ölçülen ekonomik birimlerden ibaret değildir. Her insanın, varoluşunu tanımanın parçası gereği, dünyada ortaklaşa yaratılan servetten pay alma hakkı vardır.” (s. 167)
Dijital kendi kaderini tayin hakkı
Bugün interneti kendi çıkarlarına göre şekillendiren şirketlerin başlıcaları aslında reklam şirketleri. Bunlar bize e-posta hizmeti sunsa da, görüşlerimizi yaymamıza izin verse de, tanıdıklarımızla iletişime geçmemizi sağlasa da, hepsi parayı reklamcılıktan kazanıyor. Bunu da kullanıcıların verilerini ve bu verilerden elde edilen verileri reklamverenlere satarak yapıyor:
“Nasıl ki Sanayi Çağı’nda çelik baronu Andrew Carnegie’yi zengin eden hammadde demir cevheriyse, İnternet Çağı’nın baronlarını besleyen de kişisel veriler.” (s. 31)
Shoshana Zuboff, bu şirketlerin yarattığı yeni ekonomik paradigmayı gözetleme kapitalizmi olarak tanımlıyor:
“Gözetleme kapitalizmi, insan deneyiminin davranışsal veriye dönüştürülmeye müsait, ücretsiz bir hammadde olduğunu tek taraflı olarak iddia eder. Bu verinin bir kısmı ürün ya da hizmet gelişimi için kullanılsa da, geri kalanı mülki bir davranışsal artı-değer olarak kabul edilip makine öğrenmesi denen süreçleri beslemede kullanılır ve böylece şimdi yakın zamanda veyahut daha sonra ne yapacağınızı kestirmeye çalışan tahmin ürünlerine dönüştürülür.”[2]
Sosyal medya platformlarının sahip olduğu algoritmalar verilerimizi kullanarak bir müşteri portföyü oluşturmakla kalmıyor, davranışlarımızı şekillendirmek, eylemlerimizi yönetmek ve sanal benliklerimizi sabitlemek için çalışıyor. Örneğin bir kadının doğum yapacağını onun yakınlarından önce tahmin edip, ona “ideal” bir annelik tarzı (geniş ölçekli bir tüketim odaklı) hazırlamak ya da yine tüketime uygun bir kültürel formu yaygınlaştırarak bunu bir kimlik olarak pazarlamak bu algoritmaların görevi. O’Shea, veri madenciliği kullanılarak inşa edilen bu sanal benlikleri “zombi dijital ikiz” olarak adlandırıyor ve Fanon’a başvurarak bu şirketlerin kullanıcıları sömürgeleştirdiğini öne sürüyor. Fanon’un beyaz dünya için söylediklerini uyarlarsak, bu şirketler “dünyayla bir kendine mal etme ilişkisi kuruyor”.[3]
O’Shea buna karşılık dijital kendi kaderini tayin hakkımız için mücadele etmemiz gerektiğini söylüyor. Doktor ve avukatlar nasıl hasta ve müvekkilleri hakkındaki verileri üçüncü bir tarafla paylaşamıyor, bunun aksi hali suç teşkil ediyorsa, sosyal medya platformu ile kullanıcılar arasında da benzer bir ilişkinin yasal zeminde güvenceye kavuşturulmasının elzem olduğunu savunuyor. Bunun yanında, kullanıcılar kendileri hakkında oluşan verileri tam olarak görmeli ve bunlar hakkında karar yetkisine sahip olmalı.
Bu hakları elde etmenin yolu ise bireyleri öne çıkartan ve ahlaki panik yoluyla işleyen bir mahremiyet kaygısının yaygınlaşması değil, mahremiyetin politikleştirilmesi, politik bir talep olarak sunulması. Tersi durumda, “CIA Zeytinburnu’nda mangal yapanları niye izlesin” şakalarına konu olan bir sinizmden başka bir şey üretilmiyor. Oysa her bir kullanıcının dünyanın en zengin şirketleri için hammadde üretmesi, bunu yapacağı koşulların bu şirketler tarafından şekillendirilmesi ve yine bu şirketlerin bilgi akışını otomatikleştirmekle yetinmeyip kullanıcıları otomatikleştirmeye çalışması[4] gayet politik bir şey. Buna karşı verilecek mücadele de ancak politik olabilir, Lizzie O’Shea’ya göre:
“İnternetin bir oligarşinin mülkiyetinde olduğu çağın miadı doldu; özelleştirme ile, (…) ‘kapitalist gelişmenin saikleri ve zorunlulukları’ ile yapılan deney artık sona ermeli. İnterneti iyi tasarım ve sağlam kamu yatırımı yoluyla nasıl genişletip güçlendirebileceğimizi planlayabilmek için borularını ve tuşlarını görme hakkını, fiziksel varlığını haritalama hakkını talep etmeliyiz” (s. 244)
O’Shea hukukçu olmasının da avantajıyla, dijital teknolojilerin halihazırdaki gidişatına karşı özgürlükçü, kamucu ve eşitlikçi talepler sıralarken, bunların yükselebileceği temelin hukuk değil, siyaset olduğunun bilinciyle yazıyor. Bu nedenle, teknoloji gibi neo-liberal ideolojiyle sarmalanmış ve sürekli gelecekle yan yana anılan bir olguyu geçmişle, 150 yıl önceki olay ve fikirlerle birlikte düşünmesinin yanında, bütün bunları sahici bir siyasal bir bağlam içerisine yerleştirmesiyle de değer kazanıyor Geleceğin Tarihleri.
•
NOTLAR:
[1] Elisee Reclus’tan aktaran Kristin Ross, Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, s. 15.
[2] Shoshana Zuboff, Gözetleme Kapitalizmi Çağı, çev. Tolga Uzunçelebi, Okuyan Us Yayınları, 2021, s. 20.
[3] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, çev. Orçun Türkay, Metis Yayınları, 2020, s. 103.
[4] Zuboff, a.g.e., s. 21.