Ben, şimdi Ahmet Muhip Dıranas’ı yeniden okudum; okur yazdıklarımı okur, okumaz; birikisi, okur okumaz Dıranas’a dönebilir, döner(ler)se devran böyle döner
03 Ağustos 2017 14:35
Bir dolu alıklık yaptım şu yaşa gelesiye, yazacak olsam tümünü okkalı bir cilt çıkardı ortaya. Edebiyat bağlamındaki en büyük alıklığım, son döneminde, 1977-1980 arası, birlikte aynı şehrin, Ankara’nın leş havasını soluduğum bir şairin, Ahmet Muhip Dıranas’ın gidip kapısını çalmamış olmamdır.
Böyle diyorum, hemen ardından çelişkiye düşüyorum: Benimkisi, o yıllarda, alıklık değil hamlıktı: Dıranas’ın ağırlığını çok geç kavradım. Özürse, tek özürüm çevremdeki onca -üstelik çoğu benden yaşça büyük, demek ki olgun- edebiyatçıdan hiçbirinin Dıranas’ın adını ağzına almamış olmasıydı: Cemal Süreya, İlhan Berk, Cahit Külebi, Karasu ya da Bener, şaşırıyorum şimdi düşündükçe, bir kez olsun sözetmemişlerdi Dıranas’tan. Tanpınar kendisi için seçmişti “sükût suikasti” benzetmesini, meğerse Dıranas’a da ele eldiven uyuyormuş.
“Bugünkü aklım olsaydı” kalıbın, basmakalıbın dik âlâsı tabiî. Oysa gençlikten olgunluğa (dilim hâlâ ‘yaşlılığa’ demeye gitmiyor!) değişen, gelişen, büyüyen şey akıl, aklın ta kendisi mi, hayır, bambaşka şey. Kalıp, gene de, bir hayıflanma “tür”üne gönderme yapıyor. Dıranas ile ilgili olan yeni değil üstelik, yaklaşık on yıl geçti sanırım, onu kâğıda düşeli. İlgi çekiciyse benim açımdan ilgi çekici: Şimdi daha da artmış durumda hayıflanmam.
Şiirler 1974’te yayımlandığında yurtdışındaydım, hemen getirtmiştim. Bir söyleşide, etkilendiğim 5- 6 yaşayan Türk şairi arasında adını anmışım - dolayısıyla şiirinin öneminin farkındaydım, kavrayamadığım, demin dile getirdiğim gibi ağırlığı olmuş. 1978- 1980, Yazı dergisi dönemi, hayattaydı: En azından soluklu bir söyleşi yapmak için gidilmeliydi yanına - alkol ve tütün eşliğinde, birkaç seans üstüste, zorlanmalıydı; gönülsüz olsa bile, ki olmayabilirdi.
Diyorum, dedim ya, bunun için ‘ağır’lığını görmek gerekirdi: Şiirler’in üzerinden arkasına geçmek. Hafifletici sebep: Yazılar ölümünden çok sonra, 1997’de ortaya çıkabildi: ‘Arka’ya asıl ışığı düşüren oradaki ipuçlarıydı: Onları süzmek, aradaki boşlukları doldurmak için çaba harcamak, gerisini kazımak, pertavsız altına almak önemliydi.
Yüzeydeki özellikler engelleyici etki yapmış olabilir. Dıranas, Celâl Bayar çizgisinde Atatürkçü bir muhafazakâr demokrattı; üst perdede bürokratik görevlerde bulunmuştu; ‘edebiyat dünyası’ndaki bütün yenilikçi kollektif çıkışların dışında durmayı seçtiği yetmiyormuş gibi başka, alternatif bir ‘klan’ın da parçası olmamış, uzak adasına, odasına çekilerek yaşamıştı. Bu kaba, kabataslak çerçeveyle onu düpedüz geçmişe havale ettiğimizi, handiyse ‘ölü ozanlar derneği’nin içmezarlığına gömdüğümüzü düşünüyorum. ‘Arka’daki derin muammâ kuyusunu seçememişiz.
Yazılar’a serpilmiş ipuçları yüzeyden dibe doğru inilmesini sağlayabilecek açık ya da örtük puzzle parçaları. Dıranas’ın Tanrı, Doğa, İnsan, Yaşam, Ölüm, Yalnızlık ve kendi (içinde yaşadığı dönemin) toplumu üzerine yazdıklarından olabildiğince sınırlı bir seçme yaptım ― görülebilseymiş görülmemiş.
Onlardan alıntılar yapmak vardı; okurun işini kolaylaştırmaktansa onu davranmaya, Yazılar’ı eline almaya itmeyi, daha doğrusu bunu ummayı yeğledim ― işte başlıklar:
― “Nereden Gelir, Nereye Gidersin?”;
― “Kalemin Keyfince”;
― “Yalnızlık”;
― “Bir Döviz Dolayısıyla” (son paragraf!);
―“Doğa-İnsan-Tanrı”. (Bu sonuncuyu Münire Dıranas’ın güçlü sezgisine ve çabasına borçluyuz).
“Doğa-İnsan-Tanrı” üçgeni, Dıranas şiirinin iç harcını oluşturuyor. Sinop’un Salı köyünde doğmuş, vasiyeti üzerine öldüğünde oraya gömülmüş. Soyadını Sinop’un bir dağından almış: Dağ, şiirinin kilometre taşı topos’larından biri: Görkemli, kunt, suskun kütle hep cezbetmiş onu. Köyde doğmuş, köye dönmüş, yaşamının en kavurucu parantezini, 1943- 45 arası askerliğini yaptığı, Ağrı’nın Sürbehan köyünde yapmış, “Ağrı” başta kimi ana şiirlerini ve Gölgeler oyununu orada yazmış olmasına karşın duruşunda köylülükten eser yok. Külebi, İçi Sevda Dolu Yolculuk’ta paradoksal portresini çiziyor: Bir içten ve yakın, bir soğuk ve mesafeli, mağrur, huzursuz bir adam. “Can sıkıntısı”nı Baudelaire’den mi devşirmiş, hayır, kendiliğinden ― bunu kısa ama dolgun bir ruhsal otoportrenin içine sığdırmayı bilmiş: “Kalemin Keyfince”den üç kısa cümle: “Ne edeceğimi bilemem. En sevdiklerimle küs bir halim vardır. Huy.”
Koyu, girdapsı bir melankoli. Şu cümleyse “Yalnızlık”tan: “Ölen veya kaybolan kedilerimin evimde bıraktıkları boşlukları bir birine ekleyince bütün hayatımda (abç) bir garip, bir ince yalnızlığın devam edip gittiğini görüyorum.” Bana kalırsa, ince değil kalındı, bir nebze dindirebiliyorduysa, şiirle edebiyatla sanatla hayır, duman ve alkolle oluyordu.
“Doğa-İnsan-Tanrı” metni, o kıpkısa, dertop edilmiş parça herşey ne demekse onu içkinleştirmiş. Tansıksı bir görünüyü anımsayış (“Manzara”yı istememiş); gene Sürbehan köyünde, Ağrı’dan bir sekans - böyle diyorum, çünkü filim görünüyor. Oraya üç öğe de sığmış, biraraya gelerek Ağrı’nın birbaşına yarattığı ağrıyı dindirmişler: Gelincik tarlası, yoldaş, Tanrı’nın oturduğu (ve orada İnsan’ı terkettiği ya da unuttuğu) Gökyüzü. Şiirler’i baştan sona yoğuran üçgen. Yazılar’daysa, düşmüyor aymazlığa: Doğanın ölümü, İnsan’ın soysuzluğu (“toplumumuz bir saygısızlar kalabalığı"), Tanrı’ya gelince “gerçek ülkesi” burası değil.
Ahmet Muhip Dıranas’ın şiiri ana odakların (Nâzım, Yahya Kemal, Garip, II. Yeni) arkasında gizleniyor. Cümleyi kuruyorum, o an düştüğünü düşünüyorum: Kim kimi nasıl, ne kadar okuyor besbelli asıl doğru cümle. Akademinin çöktüğü, akademi- dışı eleştiri ortamının güdükleştiği, pek az kişinin değerlerini yeniden tarttığı, pek az kişinin yeniden okumaya yanaştığı, dahası şiir yazanların önemlice bölümünün şiir(ler)i tanımadığı bir ülke artık bizimkisi ― belki epeydir. Gizlenen, bekleyen bir tek Dıranas’ın şiiri mi?
“Karga” üzre çalışıyordum, o vesile döndüm Dıranas’ın yapıtına: Şiirler, Oyunlar, Yazılar ― önce bu üç başlığın yalınkatlığının önemi üzerinde oyalanırken buldum kendimi: Tantanalı başlıklara yüz sürmemiş olması canalıcı seçim, dileseydi o yolu seçmekte zorlanmazdı. Hemen sonra, tıpkı Yahya Kemal ve Tanpınar, kitap yapmakta uzun süre ayak diremesi: Şiirler (1974), Oyunlar (1977), Kırık Saz (1975), Yazılar ise ölümünden çok sonra. Ama, tıpkı Yahya Kemal (kadar olmasa da), tıpkı Tanpınar, kitap yapmazdan önce bazı şiirleriyle en azından üne kavuşmuş, tanınmış bir şair. Kitap sonrası değişen ne: Hâlâ birkaç şiiriyle biliniyor.
Bütün oyunlarını içermiyor Oyunlar; Finten uyarlamasını da içerecek, eksikleri giderilecek bir toplu basımı beklemek gerekecek.
Yazılar’ını dağınık bir hazırlık aşamasında masasında bırakarak öldüğünü, kitabı eşi Münire Dıranas’ın çattığını biliyoruz; kendisi öyle mi kuracaktı, herşey toplandı mı, muammâ (hayır !).
Kırık Saz, düpedüz eşi benzeri olmayan bir iş. Tevfik Fikret’in şiirini yazıldığı dönemin dilinden hayli uzaklaşıldığını görerek yeni bir dönemin yeni(lenmiş) dönemine taşımaya kalkışmak cüretkâr, kimine göre belki kabul edilemez bir kalkışım. Oysa sorulamaz mı, şimdi: Neredeyse tansıksı bir sonuçla karşıkarşıya değil miyiz? Rûbâb-ı Şikeste durduğu yerde duruyor, Kırık Saz ile yanyana getirilerek gerçekleştirilecek eşleşmeden kârlı çıkılmıyor mu?
Dıranas’ın şiirlerinin henüz yazılış kronolojisi ortaya çıkmadı; yanılmıyorsam Mehmet Can Doğan çalışıyor üzerinde. İlk şiirini 1926’da yayımlamış. Handiyse yarım yüzyıl sonrasında ilk ve tek kitabını çıkarasıya, ara ara dergilerde şiir yayımladığı, terekede birçok şiirin farklı versiyonlarının bulunduğu eklenmeli.
“Çıkışı, Türk şiirinde hiçbir şeyle açıklanamaz”: Turgut Uyar’ın cümlesi pek şıktır, katılmam güç buna karşılık: Dıranas’ın şiirinde herhangi bir hüdainabitlik özelliği görülemez. Kendi de dile getirmiştir: Ölçüye uyağa dayalı klâsik bir çizgi. Nâzım’ı, Garip hareketini, giderek II. Yeni şairlerini ilgiyle izlediğini, ama yanlarından geçip gitmeyi yeğlediği ortadadır. Çok iyi bildiği Kırık Saz’dan belli, eski dile hayli mesafeli, yeni dile bütünüyle hâkim, bu düzlemde bir geçiş şairi değildir: Turgut Uyar’ın gene çok şık, bu kez katıldığım yaklaşımıyla “duygulanmasının soyluluğu ile sonsuz derecede gelenekten; şiirini kuruşu, görüntülerini seçişi, soylu ve yeni davranışına karşın gününe, gününün dağdağasına vurdumduymazlığı, çeliğine kendi bildiğince su verişi ile mutlu bir anakronizm" ― son bölümde vurgu bana ait; dünden bakıldığında anakronik(miş gibi) gözüken bugünden bakıldığında uyum sağlamışa benziyor, Zaman, ah, böyle birşey.
Dıranas, hece vezni seçimi ve Halk edebiyatına duyduğu yakınlıkla Tanpınar, Tarancı ve Tecer’e komşu, metafizik mayasıyla Dağlarca’ya ve ilk dönem Necip Fazıl’ına yakın gösterilmiştir; birinde ve öbüründe haklılık payı vardır. Bir başka ortaklık kesitini Mallarmé milatlı marazda, şiiri(ni) tamamlamak ve kitabını kurmak sıkıntısında buluyoruz: Yüklense bile Yahya Kemal’in, selâmlamakta gecikse bile Tanpınar’ın tutukluğunu Dıranas’ta da görmek şaşırtıcı sayılmaz: Yetkinliğin, saltık biçimi oturtma kaygısının tam merkezine çöktüğü şair serüvenleri. Mehmet Can Doğan, Şiirler’in eleştirel basımını hazırlıyor: Aynı şiirin farklı versiyonlarını farklı dönemlerde yayımladığını belgeleyecek, yaptığı değişikleri içerecek bir çalışma ― önümüze geldiğinde mikroskopik bir okuma gerçekleştirme olanağımız doğacak.
Bu zincirleme okuma denemesinin ana savı başka: Ahmet Muhip Dıranas’ın (1908- 1980) yazmayı 1952 yılında bıraktığını düşünüyorum.
Şiirlerin kronolojisi, o tarihten sonra, ölümüne dek topu topu 7 şiir yayımladığını gösteriyor: 1954’te bir, 1959’da bir, 1964’te üç, 1966’da iki şiir. Kaldı ki, o yedi şiirin ‘yazılış tarihleri’ni henüz bilmiyoruz; pekâlâ ilk yazımları 1952 öncesine denk geliyor olabilir. Öte yandan, Dıranas’ın şiir yazmayı bıraktığını söylerken, şiirleri üzerinde çalışmayı bıraktığını ileri sürmüyorum ― besbelli sonuna dek çalışmıştır. Oyunlar konusunda olduğu gibi: Gölgeler'in ve Çıkmaz'ın ilk basımına (1977) yazdığı ‘açıklama’da iki oyunu da yayına hazırlarken ciddi değişikler yaptığını söyler Dıranas, ama iki oyun da, 1943- 1944, Sübheran’da yazılmıştır, belirtir. Kalıyor geriye Yazılar: Eksikler tamamlandığında durum bir ölçüde değişebilir, ama bugünkü içeriğiyle, kitaptaki yazıların ezici bölümünün 1948- 1952 arası yayımlandığını görüyoruz ― sonrasında, pek az sayıda ‘vesile’ yazısı.
Bu verileri döküyorum, oysa oraya gelesiye, kendi eliyle yazdıkları var. Önce, 29 Kasım 1949 tarihli yazısında dokunuyor konuya: Genç bir edebiyat meraklısına “esasen sanat ve edebiyatla ilişiğimi kesmiş bulunduğumu söyledim”. 5 Şubat 1950 tarihli yazısında “Ben bu sütuna (gazete) girmeden önce, neye saklamalı, şairdim. Arada sırada, şimdi açıklıyorum, resim de yapardım*” cümlelerinin ardından, son cümlelerde konumunu tekrarlıyor: “Çünkü ben şahsen sanatı bıraktıktan sonra, daha rahat, daha mesut olduğumu ve insanların ıstıraplarını daha iyi anlamaya başladığımı hissediyorum. Çünkü eskiden, bu ıstıraplardan kendime hulle biçerdim ve onları ona buna satardım. Şimdi öyle yapmıyorum; tam hayatın adamı olma yolunu tuttum. İnsanların çıplaklığını giyiniyorum”. 8 Ekim 1950 günkü yazısında son bir kez konuya dönme gereksinmesi duymuştur: “Son bir iki yıldır sanata ve şiire kayıtsız kalmamdan, bende bir değer vehmediyor olmalılar ki, bazı dostlarımın sitemine uğruyorum” cümlesiyle başlayan yazı giderek amansız bir eleştirel ton üstlenerek deltaya varacaktır:
“Sanatkâr olarak, şair olarak, fikir adamı olarak hiç kimse, maalesef, bu memlekette ikliminin adamı değildir. Demokrasiyi bile, sokakta saldırganlık, gazetede küfür haline getirmek üzereyiz. Bütün o adamlar, şair, sanatkâr, filozof, düşünür, bunlar, medeni dünyanın bahçesinden koparılıp bir arsaya atılıvermiş çiçekler gibi, bu memlekette solmaya, çürümeye, çiğnenmeye mahkûmdur; hatta daha hazini, bir vazoya girebilmiş olsalar, orada da garipsenmeye!
Şiiri, sanatı niçin bıraktın diyenlere, niçin bıraktırdınız demeye bile kendimizde hak görmediğimiz bir memlekette, neyi neye ve kimi kime çarpıp bir kemiyet ve keyfiyet muhasebesi yapacaksınız. Tek bir fikir ve sanat dergimiz yoktur. Çıkmaya yeltenirse, okuyucusu bini geçmez. Zaten o okuyucular da kim? Bir kült, bir mezhep salikleri gibi sadece birbirlerini okuyan yine aynı insanlar*”.
Yazmayı sürdürmek versus durdurmak ikilemine defalarca sokuldum, defalarca ara verenlere (Racine, Valéry, vb) yaklaşmayı denedim. Yolu ortadan bölünenlere de (Jouve, Necip Fazıl). Dıranas’ın “karar”ı Rimbaud’nunkiyle aynı gerekçeye dayanmıyor: Belli ki gönderilenler dünyası çelimsiz ve tıkalı, gönderilerini sürdürmesi toplumsal/ kültürel ortamın güdüklüğü nedeniyle anlamsız görünmüş ona ― kırık, kırgın bir ses, ricat borusundan çıkagelen.
Şairin sessiz ve ağır intihar teşebbüsü.
Geriye, “Maşar Dağı”nda bağıran “yaralı hayvan” kalsın demiş: Bulacağı şüpheli, aramaktan yorgun düşecek, içi boş (hollow man) insan.
Bir kez daha, Ernst Boeckl’ın Otopsi tablosu. Rembrand’tan ikiyüzelli yıl sonra kıyasıya çiğ bir bakış. Dışavurumcu Sanat gözünü Ölüm’e pervasızca, diklemesine dikmişti. Dışavurumcu Şiir açısından farklı mıydı durum, değildi: Hekim Gottfried Benn, eczacı Georg Trakl, hem askerî hem sivil iki sağlık görevlisi öleyazanların birebir tanığı, cesetlerin kokularıyla taşan hastane tünel- koridorlarının çifte müdavimleri, alacakaranlık izlenimlerini dizelerine taşıdılar.
Dıranas’ın Benn’i de, Trakl’ı da okumuş olduğunu sanmam. Olsa olsa, bir olasılık, Maldoror’un Şarkıları’nı, dördüncü şarkıyı tanımıştır. “Kadavra” şiirini, bana kalırsa, tetikleyen dış etken yoktu. Gölgeler oyununda da ortaya çıkıyor imge, herhalde şiirin yazılış tarihi, önce ya da sonra, yakın bir zamana denk gelmişti ― 1945- 1950 arası.
Benn’in, Trakl’ın tersine, Dıranas’ın kadavrası aynadadır:
“Bir kadavra orda, yeri göğü örten
bir kadavra, çırılçıplak, tamtakır: Ben”.
Aynı, oyundaki henüz “olan”ın içinden fırlayan “ölen”in tıpkısı. Şair, kabuğundan uzaklaşıp onu yitirmiş, dımdızlak ortada kalmış, kalakalmış bir kabuklugil kimliğine bürünür “Kadavra”da: Yaşıyordur, ama içini ölümü kaplamaya koyulmuştur.
Gölgeler'in Baba figürü, Aile’nin içinde aşar eşiği. “Kadavra” şiirinin “ben”i apaçık Dıranas’ın Memleket’teki dublörü, ikizi:
“Toplumundan hızla ayrılan bir adam,
Bir ceset fırlarcasına bir kabirden,
Koptu yeryüzünden. Ben’im o, ben… birden
Ne eve sığar oldum sanki ne barka:
Bir inilmişim ki gökdelen baraka”.
Dıranas’ın, “Olvido”, “Kar” ve “Maşar Dağı”yla birlikte metafizik zeminini yansıtan dört şiirden biri “Kadavra”. Derin can sıkıntısı, eşsiz yalnızlık, boşluklarda işareti kollanan Tanrı, olası tek sığınak ―
“İmdi, yeryüzü kişiye dar, gök yuka.
Öyle kocaman ki giyeceği hırka
Ne makas var onu biçmeye, ne culka.
Gör ki düşer düşmez bu delice aşka
Aynalar da uçup kaçar halka halka”.
Sonra bir umut ışığı iner şiire; Doğa’ya, Tanrı’ya, İnsan’a bir anlığına can simidi sarılış, hemen ardından yenik sözüne döner karşı- Nergiz, neredeyse inler:
“Ama, can? canım sularla gitti gider
Koyup ortada bu akçıl kadavrayı,
- Eyvah, eyvah! – yerlerden, göklerden ayrı”.
Daha önce de değindiydim, “yeniden okuma”yla ilgili en kavurucu yaklaşım Gide’den gelmiştir: “Ben okunmak için değil, yeniden okunmak için yazıyorum”. Böyle okunmak isteniyorsa, demiştim, baştan öyle yazılmalı. Gün gelmiş, hem de 45’inde kalemi bir elinden bırakmış olabilir Dıranas, öteki eliyle örmeyi sürdürmüş örgüyü: Şiirleri üzerinde 1974’e dek çalışmış, saltık biçimlerine oturtma kaygısıyla (herhalde olanaksızı denediğini bilerek), belki sonra, son’una dek de― bir gün öğrenilecek: Erişilebildiği kadarıyla “tereke” ortaya çıkarılana dek; Mehmet Can Doğan’ın ulaştığı malzemeyi işleyerek günışığına vurmasını bekleyeceğiz.
“Tereke” sorununun değerini kavrayamadığımız savrulan, yitip giden, geciken hammadde toplamından belli. Son, Handan İnci önderliğinde nihayet ele geçirilip üzerinde çalışılmaya başlanan Tanpınar “koli”leri, Crusoe için yaşamsal önem taşıyan batık ganimetinden farklı bir malzeme mi? “Suat’ın Mektubu” taslakları, Nerval dosyası, mektuplar ve notlar, ilgili herkesi yeniden okumalara yönlendirecek. Yapıt varken, terekeyi mi beklemek gerekiyor demeye getiriyorum, elbette hayır; ama yitip gitmemişse tereke, içeriği yorum gizilgücünü şüphesiz besleyecektir.
Bütün yorumlarda, az ya da çok, bir aşırıyorum altdamarının devreye girdiği söylenirse, katılırım. Gelgelelim, bir yapıtın etrafında zaman içinde halkalar oluşturarak konuşlanan yorum çemberleri, biribiriyle bazan çatışarak, bazan karşılıklı etkileşim düzlemleri yaratarak o yapıtın alımlanma sürecine süreklilik sağlarlar. Asal yapıtlar, bir de kendi üst-kütüphanelerini kurmuşlardır.
Ben, şimdi (Mart 2017) Dıranas’ı yeniden okudum; okur yazdıklarımı okur, okumaz; birikisi, okur okumaz Dıranas’a dönebilir, döner(ler)se devran böyle döner.