Şehirler ve seyâhat Enis Batur’un pek çok şiirine, denemesine, otobiyografik metnine damgasını vuran başlıca temalar arasında...
04 Ağustos 2016 15:00
Enis Batur’un geniş bibliyografisinin önemli bir kısmı seyâhat kitaplarından oluşuyor. Bu yönüyle, Aldous Huxley, Nikos Kazancakis, Cees Nooteboom, Alberto Manguel gibi yazarlarla aynı kategoride Enis Batur: Bu yazarların, pek çok şiiri, denemeyi, kurgusal yapıtı, deneysel metni yazarkenki çabalarını yönlendiren mizaç, hep dünyayı merak eden, mümkün olduğunca gezip görmek isteyen, mekânların tarihini, bugününü, sanatını yapıtlarına yediren bir mizaç oluyor. Seyâhat kavramı, seyâhatin bizzat kendisi bu yazarların ana güdülerinden biri.
Enis Batur’un Seyâhatname’sini diğer kitaplarından ayırdetmek ilk bakışta kolay. Remzi Kitabevi bu kitapları bir seri hâlinde, tutarlı bir tasarımla basmaya başladı: İki Deniz Arası Siyah Topraklar - Bordeaux Seyâhatnamesi (1997, 2014); Amerika büyük bir şaka, sevgili Frank, ama ona ne kadar gülebiliriz? – New York Seyâhatı (1999, 2014); PARİS, ecekent (2003, 2012); siyah sert: BERLİN – üçgenler kitabı (2013); Cinlerin İstanbulu (2015). Henüz bu serinin parçası olarak basılmamış olsa da Şehren’is (2002), Bulutlardan Yontma Kayalar: Bir Bretagne Gezisi (2005) ve Ziyaretler Kitabı (2013) içerik ve biçim olarak aynı aileye aitler.
Ama, dediğim gibi, bu sınıflandırma, bu ayrıştırma sadece ilk bakışta bir kolaylık. Şehirler ve seyâhat Enis Batur’un pek çok şiirine, denemesine, otobiyografik metnine damgasını vuran başlıca temalar arasında; bu nedenle bu kitapların dışındaki pek çok metninden de bu kitaplara hatlar uzanıyor. Kimi şiirlerini doğrudan doğruya bu kitaplarda anlatılan gezilerle, mekânlarla ilişkilendirebiliyoruz.
Seyâhat kitapları arasında dört kitap New York, Paris, Berlin ve İstanbul’a, dört başkente adanmış olmalarıyla ayrı bir öbek oluşturuyor. New York ve Berlin, 1998 ve 2011’deki yaklaşık birer ay süreli iki seyâhatin etrafında kurulmuş; İstanbul ve Paris ciltleri ise, daha içeriden yazılmış kitaplar; Eskişehir doğumlu, İstanbul’da büyümüş, yıllarca Ankara’da yaşamış yazarın seçtiği, taşındığı, ritmlerini, ruhunu yakından yokladığı iki şehirden bahsediyorlar.
New York ve Berlin ciltlerindeki kimi bilgilere, nelerin anıldığı- nelerin anılmadığı gibi konulara bu şehirlerde uzun süre yaşamış okurların itirazları oldu. Oysa, bence böyle durumlar, işin doğası gereği; bir şehirde birkaç hafta kalan birinin gördükleriyle orada yıllarca yaşayan birinin gördükleri arasında büyük farklar olacaktır, olmalıdır tabii ki; bir şehri sahiden tanımak için orada büyümüş olmak, yıllar geçirmiş olmak önkoşul olabilir. (Bana sorsanız, 18 yıldır yaşadığım Amsterdam’ın bile kodlarını yeni yeni çözebilmeye başladığımı düşünüyorum; çünkü burada büyümedim, okula gitmedim, pek çok temel unsur hâlâ bana yabancı). Bu nedenle, böyle kısa seyâhatlerin sonucunda yazılmış kitapları bu gözle değerlendirmek, bu tür kitapları o şehir için bir rehber olarak değil, tersine o şehir hakkında ön araştırmalar, bilgilerle yüklü gelen bir zihnin orada kısa bir süre geçirince gördükleri, izlenimleri olarak okumak gerekir. Eksiği, gediği, gözden kaçanıyla da ortaya çıkan metin büyük eserin bir parçasıdır bu yüzden – kaldı ki, bence, bir kitabı okurken önce eksiğine- gediğine değil, öncelikle içeriğine, içinde olmayanlara değil de olanlara bakmalıyız.
Kitapların ilki, Amerika büyük bir şaka..., 1 Ağustos- 21 Ağustos 1998’deki New York ziyaretinin kitabı. 1952 doğumlu Enis Batur’ların kuşağı, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan popüler kültürü, tüketim alışkanlıkları ile yoğrulmaya başlayan ilk kuşak. Enis Batur, Amerika’nın ağırlığını giderek daha çok hissettirdiği bu çağda tercihini Avrupa’nın kültürü ve sanatından yana yapmış bir yazar; Amerika’nın müziğinden, belli ölçüde edebiyatı ve sanatından, tütününden etkilenmiş daha çok. Kitapta, Enis Batur’un Amerikan kültürünün başkentiyle yüzleşmesi, şehrin müzeleriyle, çağdaş görsel sanatlarıyla karşılaşması, edebiyat tarihi ile dolu Algonquin Oteli var. Coney Island’daki Thunderbolt’un (1925’te yapılmış, ahşaptan, devasa bir lunapark treniydi) 2000 yılında tümüyle ortadan kaldırılan enkazıyla karşılaşması, birkaç açıdan (şehir tarihi açısından, Enis Batur’un yapıtında bu tür binaların yeri açısından, Enis Batur’un yolunun yıkılmak üzere olan Thunderbolt’la kesişmiş olması açısından...) çok değerli, çok çarpıcı.
Berlin, “üçgenler kitabı” ise, üç üçgenin etrafında kurulmuş olmasıyla (İstanbul- Paris- Berlin; Tanpınar- Baudelaire- Benjamin; Dede- Torun- Torunun Torunu) Enis Batur’un bağlantılar kurma, yapılar inşa etme tekniğinin güzel örneklerinden biri. Dikkatli gözler, kitabın geometrik iskeletinin sonunda Pythagoras teoremine, “geometri bilmeyen bilemez”e vardığını görecektir; kitap, buradan da, kapanış notunda, İslam sanatındaki geometriye varıyor. Yakın tarihin yükünün en açıkça hissedildiği yerlerden biri Berlin; Avrupa düşüncesinin ve sanatının en önemli başkentlerinden biri olmasının tüm ağırlığının yanında, yıllardır Türkiye’nin kaderiyle de birkaç boyutta içiçe bir şehir. Kitabın sonundaki karamsar not (“Irk, Din, Ulus, hepsinden çok da Para, büyük yangınların sökün etmesi yolunda nicedir seferber edilmiş”), yazılmasının üzerinden sadece üç yıl geçmiş olmasına rağmen, şimdiden haklı çıkmış bir kehanet, bir Kassandra uyarısı özelliği kazanmış durumda.
Cinlerin İstanbulu ise bir seyâhat kitabından çok “evden” yazılmış bir kitap. Kitabın sonundaki yayın notunda söylediği gibi, Enis Batur’un İstanbul konulu yazıları derlense bin sayfalık bir kitap çıkabilir kolaylıkla; bu kitapta, (ayrı bir kitap olarak Norgunk’tan basılan, başka bir devasa ahşap enkazı, Büyükada Yetimhanesi’ni konu alan Hayalet dışında; kitabın kapağındaki fotoğraf da buradan) daha önce kitaplaşmamış metinler toplanmış. Kitaba adını veren dört sayfalık giriş metni için bir zar atmak isterim: Yüz yıl, yüzelli yıl sonra İstanbul üzerine yazılmış en özel, derinlikli, retoriği güçlü sayfalardan seçilmiş bir antolojinin baş köşelerinden birinde bu sayfalar olacak—eğer böyle bir antoloji yapılabilirse tabii. Kitabın tümüne bakarsak, Atmeydanı’nın dünü ve bugününden Beyoğlu’na; Ara Güler’in “Alınteri ve Eller” serisinden, İstanbul’dan Batı başkentlerine yayılan ama İstanbul’da varlıkları da, kayıtları da günden güne azalan anıtsal çınarlara uzanan içeriğiyle, bin yıl boyunca tarihin en sert değişimlerine tanık olmuş, yıllarca çalışsak da anlamakta, kavramakta güçlük çektiğimiz, hakketiği saygıyı göstermenin yakınından bile geçemediğimiz, ne kadar hızlı olmaya çalışsak da değişim hızına yetişemediğimiz bu devasa organizmaya, bugünden geriye ve ileriye bakan bir kayıt var elimizde.
Bu dört kitabın “ecesi” ise, PARİS, ecekent. Hacmiyle, içeriğiyle, kısa süreli bir geziden ya da “evden” değil, kısalı- uzunlu ziyaretler ve ikametlerle örülü, onyıllara yayılmış açık uçlu bir ilişkinin içinden yazılmasıyla hem bir seyâhat kitabı, hem de aynı zamanda “yerlisinin gözünden Paris” kitabı bu. Paris’in meraklısıysanız Paris’i bir de bu kitabın gözüyle takip etmelisiniz – sizi beklemediğiniz ara sokaklara, kitapçılara, mezarlıklara, parklara götürecek, şehrin sırlarını, hele kısa süreli gelip kalan, turistik çemberlerin dışına çıkamayanların hiçbir şekilde görmeyeceği, göremeyeceği ayrıntıları gösteren bir hazine bu kitap. Kitaptaki mini Saint Germain gezisi bir cevherdir örneğin; sizi pek çok kez yanıbaşından geçip sapmayacağınız ara sokaklara götürür. Paris’in kitapçıları listesini ise hâlâ tamamlamaya çalışıyorum (ben tamamlayana kadar kitapçıların kimisi kapanıp taşınıyor; kâğıt üzerinde koordinat not etmek kadük oluyor, artık Google Maps’te yıldız konuyor).
Böyle yazılarda kendi özel hayatımı karıştırmamaya çalışıyorum; ama PARİS, ecekent hakkında kitapla birebir kurduğum ilişkiden söz etmeden konuşmam mümkün değil. Kitabı (galiba matbaadan çıktığı gün; şans eseri biz de Beyoğlu’ndaydık, YKY’ye uğramıştık) Çimen’e ve bana imzalamış Enis Batur. Beş- altı kez Paris’e yanımda götürmeme, hatta çoğu zaman sırt çantasında yanımda gezdirmeme rağmen pek yıpratmamayı, üzerine bir şey yazmamayı başarmışım; ama sayfalarının arasına çeşitli Paris seyahatlerinden toplanmış ya da bu kitaba uygun görülmüş kâğıt parçaları doldurmuşum. Kimisi geriye dönük olarak kitabın arasına yerleştirilmiş: 1995’te, Paris’e ilk defa uçuşumun biniş kartı mesela – Paris hakkında çok az şey bilerek, bir iş konferansı için gittiğim bu ilk seferde uçakta sigara içilen yerde oturmuş, İstanbul-Orly seyahati boyunca tüttürmüşüm. Place Vendome’a yakın bir otelin antetli mektup kâğıtlarına kitaptaki adreslerin karşısında cep haritasının koordinatlarını not almışım (arkalı önlü iki yaprakta çifter sütun). Hollanda Film Enstitüsü’nün hazırladığı, Jacques Tati’nin filmlerinin Hollanda turnesi broşürünü de bu kitabın arasına uygun görmüşüm.
Bizler geçeceğiz, bu şehirler, bu şehirlerin gücü, güzelliği kalacak. Olanak yaratın, gidin, ecekent’i çantanıza koyup izleri sürün; Beckett’ın mezarına uğrayın, taşına elinizle dokunun, en karanlık, en tuhaf zamanlarda buralarda bırakılmış izlerden güç alın.