David Diop'un, Birinci Dünya Savaşı’nı Afrikalıların gözünden aktardığı, Uluslararası Booker Ödüllü romanı Gece Tüm Kanlar Karadır, Sahi Kitap tarafından Türkçeye kazandırıldı. Önümüzdeki günlerde basılacak romandan kısa bir kesimi Tadımlık olarak sunuyoruz.
Tanrı şahit, öldüğü gün Mademba Diop’u karnı yarılmış bir halde savaş alanında bulmak hiç vaktimi almadı. Ne yaşandığını anladım, biliyorum. Mademba henüz elleri titremezken, benden hâlâ kibarca, dostça onu öldürmemi isterken anlattı olanları.
Sol elinde tüfeği sağ elinde palası, düşmanın yoğun saldırısı altındaydı ve vahşilik rolünü tam performans oynuyordu, ölü taklidi yapan karşı taraftan bir düşmana denk gelene değin. Geçerken öylesine, ilerlemeye devam etmeden önce, ona bakmak için eğildi. Ölü numarası yapan düşmana bakmak için durdu. Bazı şüpheleri olduğundan ona dik dik baktı. Kısa bir an. Karşı taraftan düşmanın yüzü beyaz ya da siyahi ölülerinki gibi gri değildi. Bu seferki ölü taklidi yapıyor gibiydi. Esir almak yok, palayla işini bitirmeli, diye düşündü Mademba. İhmalkâr davranmamalıydı. Karşı taraftan bu yarı ölü düşmanı, her ihtimale karşı, silah arkadaşlarımızdan biri, bir yoldaş aynı yoldan ilerlerken kötü bir darbe almasın diye bir kere daha öldürmeliydi.
Silah arkadaşlarını, yoldaşlarını yarı ölü düşmanın gazabından korumayı düşünürken; kendi dışındakilerin, belki benim, yakın takibinde olan kardeşten de ötesinin alabileceği kötü darbeyi öngörmekle meşgulken, kendine diğerleri adına uyanık olmak gerektiğini söylerken, kendi için öyle davranmadı. Mademba bana yüzünde hâlâ bir gülümsemeyle, kibarca, dostça anlattı; düşman koca mantosunun altında gizlice tuttuğu sağ elindeki süngüyle karnını tek bir hareketle yukarıdan aşağıya yarmış, bunu yapmadan önce gözlerini kocaman açmıştı. Yarı ölü düşmandan yediği darbeye karşılık hâlâ gülümseyen Mademba o anda yapacak hiçbir şeyinin olmadığını sükûnetle anlattı bana. Bunu bana başta anlattı, henüz çok acı çekmezken, onu öldürmem için ilk dostane yalvarışından biraz önce. Bana, kardeşten de ötesine, yaşlı adamın en küçük oğlu Alfa Ndiaye’ye ilk yalvarışıydı bu.
Mademba bir karşılık veremeden, intikam alamadan, hâlâ yaşam belirtisi gösteren düşman kendi hattına kaçmıştı bile. Birinci ve ikinci yakarışlarının ortasında Mademba’dan bana karnını oyan düşmanı tasvir etmesini istedim. Ben onun yanında metallerin kesiştiği gökyüzüne bakarak uzanırken, Mademba, “Gözleri mavi,” diye mırıldandı. Tekrar sordum. “Tanrı şahit, sana bir tek mavi gözleri olduğunu söyleyebilirim.” Bir daha, bir daha ısrar ettim. “İri mi, ufak tefek mi? Güzel mi, çirkin mi?” Ve Mademba Diop bana her seferinde öldürmem gerekenin karşı taraftaki düşman olmadığını, artık bunun için çok geç olduğunu, düşmanın hayatta kalma şansına nail olduğunu söyledi. Artık öldürmem, işini bitirmem gereken kendisiydi, Mademba’ydı.
Ama Tanrı şahit, Mademba’yı, çocukluk arkadaşımı, kardeşten de ötemi tam olarak dinlemedim. Tanrı şahit, aklımda yalnızca mavi gözlü düşmanı, yarı ölüyü öldürmek vardı. Yalnızca karşı taraftaki düşmanın bağırsaklarını deşmeyi düşünüyordum ve Mademba Diop’umun isteğini göz ardı ettim. İntikamın sesini dinledim. “Mavi gözlü düşmanı unut. Şimdi beni öldür çünkü çok acı çekiyorum. Aynı yaştayız, aynı gün sünnet olduk. Bizim evde yaşadın, ben senin gözlerinin önünde büyüdüm, sen de benim gözlerimin önünde büyüdün. Bu yüzden sen benimle dalga geçebilirsin, ben senin karşında ağlayabilirim. Senden her şeyi isteyebilirim. Birbirimizi kardeş olarak seçtiğimize göre kardeşten de öteyiz. Lütfen, Alfa, bağırsaklarım dışarıda, acının yiyip bitirdiği bir karınla böyle ölmeme izin verme. Mavi gözlü düşman iri mi ufak tefek mi; güzel mi çirkin mi bilmiyorum. Bizim gibi genç mi yoksa babalarımızla mı yaşıt bilmiyorum. Şansı yaver gitti, kendini kurtardı. Artık onun hiçbir önemi yok. Eğer benim kardeşimsen, çocukluk arkadaşımsan, hep tanıdığım kişiysen, annemi babamı sevdiğim gibi sevdiğimsen, sana beni öldürmen için ikinci kez yalvarıyorum. Hoşuna mı gidiyor küçük bir çocuk gibi sızlanmalarımı dinlemek? Haysiyetimin utanç verici bir şekilde benden gidişini izlemek?” diyen Mademba Diop’un ikinci yalvarışından itibaren insanlık dışı davrandım.
Ama reddettim. Ah! Reddettim. Affet, Mademba Diop, seni kalpten dinlemediğim için beni affet, arkadaşım, kardeşten de ötem. Biliyorum, anladım, düşüncelerimi karşı taraftaki mavi gözlü düşmana yöneltmemeliydim. Biliyorum, anladım, sen henüz ölmemişken gözyaşlarının kazındığı, çığlıklarının tohumunu ektiği beynimin istediği intikamı düşünmemeliydim. Ve sonra, beni çektiğin acıları görmezden gelmeye iten güçlü ve buyurgan bir ses duydum: “En iyi arkadaşını, kardeşten de öteni öldürme. Onun hayatını almak sana düşmez. Kendini Tanrı’nın yerine koyma. Kendini Şeytan’ın yerine koyma. Alfa Ndiaye, onu öldürenin, mavi gözlü düşmanın başladığı işi bitirenin sen olduğunu bile bile Mademba’nın anne ve babasının karşısına çıkabilir misin?”
Hayır, biliyorum, anladım, bu kafamda çınlayan sese kulak vermemeliydim. Henüz zaman varken o sesi susturmalıydım. Kendi kendime düşünmeye başlamalıydım. Ağlamana, debelenmene, karnından çıkanları, taze yakalanmış bir balık gibi heba olmaya başlayanları oraya geri koymak için kendine eziyet etmene bir son vermek adına, dostluğumuz adına Mademba, seni öldürmeliydim.
Tanrı şahit, insanlık etmedim. Dostumu dinlemedim, düşmanımı dinledim. Karşı taraftan düşmanı yakaladığımda, ağzının savaşın göğüne atamadığı çığlıkları mavi gözlerinden okuduğumda, yarılmış karnı çiğ et lapasına dönüştüğünde kaybettiğim zamanı telafi ediyor, düşmanı öldürüyorum. Gözlerindeki ikinci yakarışta, kurbanlık bir koyun gibi boğazını kesiyorum. Mademba Diop için yapmadığımı, mavi gözlü düşmanım için yapıyorum. Yeniden kavuştuğum insaniyet namına.
Ve sonra palayla sağ elini kesip tüfeğini alıyorum. Uzun sürüyor ve çok, çok zor oluyor. Sürünerek dikenli tellerin, yapışkan çamurdan yükselen ahşap mızrakların altından geçerek evimize döndüğümde, gökyüzüne doğru bacaklarını aralamış bir kadına benzeyen hendeğimize döndüğümde, karşı taraftan düşmanın kanıyla kaplı oluyorum. Çamur ve kan karışımından yapılmış bir heykele dönmüş oluyorum ve öylesine kötü kokuyorum ki sıçanlar bile benden kaçıyor.
Kokum ölümün kokusu. Ölüm, vücudun kutsal kılıfının içi dışına çıkarılmış gibi kokuyor. İnsanların ya da hayvanların vücudunun içi açık havada çürür. En zengin insandan en fakirine, en güzel kadından en çirkinine, en uysal hayvandan en vahşisine, en güçlüsünden en zayıfına. Ölüm, vücudun parçalarının çürüme kokusudur ve sıçanlar bile dikenli tellerin altından sürünerek geldiğimi sezdiğinde korkuyor. Ölümün hareket ettiğini, kendilerine doğru ilerlediğini görmekten ödleri kopuyor ve benden kaçıyorlar. Hendekteki evimizde de kaçıyorlar benden, kendimi ve kıyafetlerimi yıkadığımda bile, kendimi arındırdığımı düşündüğümde bile.
Silah arkadaşlarım, yoldaşlarım dördüncü el itibariyle benden korkmaya başladılar. Başlarda içtenlikle güldüler benimle, evimize bir tüfek ve bir düşman eliyle döndüğümü gördüklerinde eğlendiler. Hatta benden o kadar memnunlardı ki bana bir madalya daha vermeyi düşünüyorlardı. Ama dördüncü düşman elinden sonra içten bir şekilde gülmez oldular. Gözlerinden okudum, beyaz askerler şöyle demeye başladı: “Bu Çikolata cidden tuhaf.” Diğerleri, onların gözlerinden de okudum, benim gibi Batı Afrika’dan gelme Çikolata askerler şöyle demeye başladılar: “Senegal’in Saint-Louis’sinin yakınlarındaki Gandiol Köyü’nden gelen bu Alfa Ndiaye tuhaf biri. Ne zamandır bu kadar tuhaf acaba?”
Yüzbaşının tabiriyle, Toubablar[1] ve Çikolatalar, sırtımı sıvazlamaya devam ettiler ama gülüşleri ve gülümsemeleri değişti. Benden çok, çok ama çok korkmaya başladılar. Dördüncü düşman elinden itibaren fısıldaşmaya başladılar.
İlk üç el boyunca bir efsaneydim, döndüğümde beni ağırlıyor, yemem için güzel lokmalar veriyor, tütün ikram ediyor, büyük su kovalarında yıkanmama, savaş kıyafetlerimi temizlememe yardım ediyorlardı. Gözlerinde minnettarlık okuyordum. Onların yerine kaba vahşiyi, emirleri yerine getiren vahşiyi oynuyordum. Karşıdaki düşman botlarının içinde ve miğferinin altında titriyor olmalıydı.
Başlarda silah arkadaşlarım ölüm kokumdan, insan eti kasabı kokumdan rahatsız olmuyorlardı ama dördüncü elden itibaren beni koklamamaya başladılar. Bana güzel yiyecekler vermeye, içmem için şuradan buradan toplanmış tütün ikram etmeye, ısınmam için battaniye vermeye devam ettiler ama dehşete düşmüş asker yüzlerine takındıkları bir gülümseme maskesiyle. Büyük kovalarda yıkanmama yardım etmez oldular. Savaş kıyafetlerimi tek başıma yıkar oldum. Birdenbire, kimse gülümseyerek omzuma dokunmaz oldu. Tanrı şahit, dokunulmaz olmuştum.
Böylece sığınağımızın bir köşesine bir kâse, bir bardak, bir çatal ve bir kaşık bırakmaya başladılar benim için. Saldırı günlerinde geceleri, diğerlerinden çok sonra, çok geç döndüğümde, yüzbaşının tabiriyle rüzgâr da esse, yağmur da kar da yağsa döndüğümde, aşçı gidip onları almamı söylerdi bana. Kepçesi kâsemin dibine, kıyısına, kenarına değmesin diye çok ama çok dikkat ederdi bana çorba verirken.
Söylenti yayıldı. Çırılçıplak soyunarak yayıldı. Ufak ufak utanmaz bir hal aldı. İlk başta giyinik, iyice süslenmiş, madalyası takılmış küstah söylenti kıçı açıkta koşarken buldu kendini. Hemen fark edemedim, çok net göremiyordum, ne dalavere çevirdiğini bilmiyordum. Herkes kendi önünden koşarak geçtiğini görüyordu ama kimse bana onu gerçek anlamda tasvir etmiyordu. Ama fısıldananları sonunda yakaladım ve tuhafın deliye dönüştüğünü, delinin büyücüye evrildiğini öğrendim. Büyücü asker.
Savaş alanında delilere ihtiyaç olmadığını kimse anlatmasın bana. Tanrı şahit, deli hiçbir şeyden korkmaz. Diğerleri, beyaz ya da siyah, deliyi oynar, sakince karşı taraftaki düşmanın mermilerine atılabilmek adına delilik rolü yaparlar. Bu sayede fazla korkmadan ölümü karşılamaya koşarlar. Evimize sağ salim dönebilme şansımız olmadığını bile bile saldırı emri veren Yüzbaşı Armand’ın emirlerine uymak için deli olmak gerekir. Tanrı şahit, toprağın karnından bir vahşi gibi haykırarak çıkmak için deli olmak gerekir. Karşı taraftaki düşmanın mermileri, metal gökyüzünden düşen iri taneler haykırışlardan korkmaz; kafaların, etlerin içinden geçmekten, kemikleri kırmaktan ve hayatları almaktan korkmaz. Geçici cinnet sayesinde unutulur mermilerin gerçekliği. Geçici cinnet, savaş alanında, cesaretin kız kardeşidir.
Ama insan aralıksız, durmadan, her an deli olduğu izlenimini vermeye başladığında, işte o zaman, kendi silah arkadaşlarını bile korkutur. İşte o zaman cesur kardeşlikten, ölüm-yanılsaması olmaktan çıkar ve ölümün hakiki arkadaşı, suç ortağı, kardeşten de ötesi oluverir.
(s. 23-31)
•
[1] 2 Orta ve Batı Afrika’da “beyazlar” da denilen Avrupa kökenli insanlar için kullanılan isim. (yh.n.)