Asıl mesele, tarihi kafa karışıklığından kurtarmak değil, tersine, tarihin kafa karışıklığını olabildiğince açık etmek, ortaya çıkartmak, tarihten şüphe etmeyi önermek ve daima sorgulamayı hatırlatmak...
06 Ekim 2016 13:40
Garip bir darbe girişimi oldu. Hayatın çehresi birden değişti. Gerçeklik büküldü, kıvrıldı, gerçeklik çarpıldı, derinleşti. Tarih dediğimiz bir şeyi yaşamaya başladık. Günün birinde insanlar şu yaşadıklarımızı tarih diye inceleyecek. Belki bu garip olayların gerçek nedenlerini, neler olduğunu araştırıp öğrenecekler. O yetmeyecek, bazı yazarlar bugünler üzerine roman yazacak.
Tarih hızlandı, tarih yoğunlaştı. İçindeyiz, ama neler olduğunu tam anlamıyoruz. Belki hiçbir zaman anlamayacağız. Herkes kendine göre bir tarih yazacak, herkes başka bir hikâye anlatacak, farklı kurgular önerecek. O kurguları bir araya getirip, bulmacayı çözmeye çalışacağız, “gerçek” dediğimiz bir şeye ulaşmak için. Birileri gene “hayatımız roman” diyecek. İtiraflar yayınlanacak, anılar yazılacak, birileri bir vicdan krizi anında yahut ölüm döşeğinde bir şeyler fısıldayacak. Yetmeyecek, gene romanlar yazılacak.
Roman yani kurmaca, gerçekte yaşanabilir bir şey midir? “Tarihi yaşamak” nasıl bir şeydir? Bu sorulara gene kesin cevaplar bulamayacağız. Ama biliyoruz ki tarih ve roman, tarih ve kurmaca, yakın akrabadır, yapışık ikizdir, biri diğeri olmadan yaşayamaz, garip bir şekilde birbirlerini desteklerler.
Amerikalı romancı Don DeLillo’ya göre edebiyat tarihe ince ayar yapabilir. “Kurmaca, tarihi kafa karışıklığından kurtarmaya çalışabilir” demiş, yıllar önce. 1988’de söylemiş, tam olarak. Kennedy suikastini ele aldığı Libra (Terazi Burcu) adlı romanı hakkında verdiği bir söyleşide. (Olası suikastçı Oswald’ın burcu Terazi.)
Bir kurgu bir başka kurguya mı ayar çekiyor bu durumda? Sanki öyle bir şeyi kast ediyor. Kennedy’yi kimin neden öldürdüğünü “tarih” olarak hâlâ bilmiyoruz. Belki hiçbir zaman bilmeyeceğiz. Ama romanın bazı gerçeklerden yola çıkarak seçtiği ve sezinlediği kurgu dehlizlerinde, beklenmedik aydınlanma anları olabilir, oluyor da.
Bu konuda DeLillo’nun birçok görüşüne katılıyorum, ama ben şahsen hiçbir şeyin tarihi kafa karışıklığından kurtaramayacağına inanıyorum. Roman bunu “deneyebilir” elbette, denemeli de, ben de denedim, 27 Mayıs darbesini ele alan ilk romanım Yeni Baştan’ı tam da bu nedenle yazmıştım. Ama romanın bunu denese bile başaramayacağını bilerek yazdım. Gene de, yapabileceği şeyleri küçümsemiyorum, tam tersine, romanın tarihe çok önemli bir varoluşsal, hatta felsefi boyut eklediği kanısındayım, DeLillo’yla bu açıdan aynı fikirdeyim, ama onun kadar iyimser değilim.
DeLillo’nun bu düşüncesi çevresinde, ilk dile getirdiğinden neredeyse otuz yıl sonra, 2016 Şubat’ında, Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde, romancının da katıldığı bir sempozyum düzenlenmesi beni şaşırtmadı. Konu her zaman güncel. Edebiyat-tarih ilişkisi, özellikle de romanın tarihle olan özel bağlantısı üzerine ne kadar düşünsek azdır. K24’te bu ay dosya konusu yapmamız, tarihin yeniden hızlanıp yoğunlaştığı bir dönemde olmamıza dayanıyor elbette, ama önemi her zaman için geçerli.
Şu anda yaşadığımız darbe süreci hakkında binbir şey geliyor aklımıza, tuhaf olasılıklar, soru işaretleri. Bunları ne gazetecilik olarak ne tarih yazımı olarak tam olarak dile getirmemiz mümkün değil. Ama roman yazmaya kalkarsak, bir kurmaca kurarsak, bu soruları, o boşlukları, bazı eksiklikleri, en çılgın teorileri, en olmayacak bağlantıları dile getirebiliriz, tabii gerçeklik dediğimiz makul ortalamadan çok fazla uzaklaşmamak koşuluyla.
Bir romanda önereceğimiz bağlantılar, şu anda düşünüp de “yok, olamaz” dediğimiz olasılıklar, bize yaşanmışlığın bulanık yüzeyinden derine doğru bazı giriş yolları açabilir, bu doğru. DeLillo bunu kast ediyor, biliyorum. Etrafa aynalar yerleştirip, yansımalar arasında bir noktada, kalbimizin en derininde, evet, gerçek galiba bu diyebileceğimiz bir perspektif yakalamaktır romanın yapacağı şey. Yapabildiği şey demem daha doğru olur. Kim kime ne yaptı, ne dedi düzeyinin ötesinde, saat kaçta falanca o odaya girseydi bu darbe gerçekleşmezdi gibi soruların da ötesinde, sadece akılla değil yüreğin yardımıyla görebileceğimiz şeyleri yakalar roman. DeLillo bunu kast ediyor.
Ne diyor? Birkaç ayrıntıya bakalım.
Libra romanında DeLillo kitabın en sonuna bir not eklemiş: Bu kitap sadece kendisi olduğu için, hakikat iddiası olmadığı için, okur burada bir sığınak bulabilir. Yarım gerçekler yahut olasılıklar altında ezilmeden, yıllar geçtikçe büyüyen spekülasyon dalgasına kapılmadan, suikast hakkında düşünmek olanağı bulabilir, diyor.
Aynı söyleşide “Roman et-obur bir janrdır, her şeyi yutar” demiş.
DeLillo’ya göre roman, geçmişin yanıtlanmamış sorularını yokluktan kurtarmaya çalışır. Kurmaca, bazı belirsizliklere karşı durabilir. “Hikâyeler tesellidir, kurmaca merhem olabilir” diyor.
Romancının, gazeteciden veya tarihçiden farklı olarak yapabileceği şeyler ilginç, demiş bir başka söyleşisinde. “Gazeteciliğin tarihin ilk yazımı olduğu söylenir; romancılık da son yazımı olabilir pekala.”
2005 yılında verdiği bir başka söyleşide, “Roman insanlara tarihin veremediği ne verebilir,” sorusunu yanıtlarken, bir kez daha: “Roman tarihi kafa karışıklıklarından kurtarabilir” diyor. “Boşlukları doldurmak gibi önemli ama yüzeysel bir şey yapmanın yanı sıra, daha derine inebilir. Günlük hayatlarımızda deneyimleyemediğimiz bir denge ve ritim sağlayabilir mesela. Tarihin içinde işleyen roman, böylece tarihin dışında da iş görebilir: Düzeltir, aydınlatır, ama en önemlisi, başka yerde görmediğimiz ritimler ve simetriler bulabilir.”
1997 yılında yazdığı “Tarihin Gücü” adlı denemesinde ise DeLillo, Underworld (Altdünya) adlı ve bence başyapıtı olan romanından söz ederken, yazarların geçmişi dil yoluyla yeniden canlandırabileceğini öne sürüyor. Geçmişi eleştirel açıdan düşünmek, geleneksel yazım tarzlarının dışına çıkmak gibi seçenekleri var romancının. Tarihi efsaneleşmekten kurtarıyor, kutsallaştırmalara karşı çıkıyor, resmi tarihe karşıt anlatılar kurabiliyor, parçalanma yöntemiye ezber bozuyor, zihin açabiliyor, farklı seslere yer verebiliyor.
Böylelikle, tarih kitaplarının yaratamadığı bir tarihsel bilinç yaratma şansı olabiliyor romancının. Geçmişi yeniden değerlendirmek ve geleceği tasarlamak için bir özgürlük olanağı sunuyor okura.
Bütün bunlar çok doğru ve güzel, ama bence tarihi kafa karışıklığından gene kurtaramadık, kurtaramayız da, çünkü tarih de bir anlatı olduğuna göre, büyük ölçüde bir kurgu olduğuna göre, kafa karışıklığı tarihin ta kendisidir bana kalırsa.
Benim için asıl mesele, tarihi kafa karışıklığından kurtarmak değil, tersine, tarihin kafa karışıklığını olabildiğince açık etmek, ortaya çıkartmak, tarihten şüphe etmeyi önermek ve daima sorgulamayı hatırlatmak. Tarih yazımını, eski bir post-modernist deyimle, “yapısöküme” uğratmak ve herhangi bir otorite iddiasını elinden almaktır bence romanın tarihe asıl yapacağı ayar.
2000’li yılların başında, tarih ve kurmaca üzerine yazdığı ve Don DeLillo’yu da ele aldığı bir makalesinde Richard Valdez çok önemli bazı noktalara değinmiş.
O da edebiyatın, özellikle romancılığın, “ulusal ego”ya arada ayar çeken, daha objektif bir aynadan yansımasını sağlayan bir işlevi olduğu kanısında.
Ulusal ego, tıpkı kişisel ego gibi, kendisini en iyi açıdan gösterecek hikâyeler anlatmak, olumlu gözükeceği naratifler kurmak peşinde, Valdez’e göre. Bu çok doğru tabii. Geçmişinde işlediği suçlar, uyguladığı şiddet, bir toplumun bilinçaltında sürekli olarak kaynaşır ve tarih yazımı, kamusal söylem, bu suçluluk ve endişe duygularını bastırmaya, güzel kahramanlık ve başarı hikâyeleri anlatmaya çalışır. Kendi ideal imgesini bozacak anlatılara sıcak bakmaz, onları bastırmak için ne mümkünse yapar. “Biz” daima haklıyızdır, haksız olan hep başkalarıdır.
Kuşkusuz “biz” çok sorunlu bir kategori. “Biz” diye bir özne yok aslında, bu da bir kurmaca. O yüzden, devletler, hükümetler suç işledikçe, savaşa girdikçe, insanlar ellerinde pankartlarla “bizim adımıza değil” diye protesto gösterileri yapıyorlar.
Kendimiz hakkında neyi görmek istemiyorsak, neyi saklıyorsak, aslında biraz da o’yuz. Unuttuklarımız gerçekte biziz. Tarih, ister resmi olsun ister akademik, hiçbir zaman topluma gerçek yansımasını gösteremiyor. Ya daha güzel bir imge sunuyor ya da derli toplu bir hikâye anlatmaya çabalıyor.
Tarih yazımı sürekli yeniden yorumlanması, tekrar yazılması gereken bir kurmaca, bir “yarım gerçeklik” Don DeLillo’nun terimiyle. Ulusal ego da, daima kendi ideal görüntüsünün peşinde. Ulusal ego’ya arada ayar çeken ve daha objektif bir aynadan yansımasını sağlayan yazım da, edebiyat. Daha soğukkanlı ve tarafsız baktığı için, perspektif sağladığı için, daha derin yankılar ve yaşam biçimleri yakaladığı için.
Valdez de o makalesinde, DeLillo’nun Underworld romanında “biz” kategorisini yok ettiğini, farklı seslere ayırdığını, çoğullaştırdığını söylüyor. Gerçeklikle onun taklitleri arasında gidip gelerek, gerçekliği parçalara ayırarak, bize farklı bir perspektif açtığını söylüyor. İstikrarlı bir “ulusal kimlik” yerine, çeşitli saplantılarla cebelleşen karmaşık bir toplum resmi çizerek, “bizi” aslında sürekli üretilen yalanlara karşı bir ölçüde koruduğunu, bir kalkan yarattığını, bir bilinç şansı yarattığını söyleyebiliriz.
Evet, romancılık bütün bunları yapabilir. Karşıt tarih bile üretebilir. Ama tarihi gene de kafa karışıklığından kurtaramaz. Olsa olsa sorgulatabilir, acaba mı dedirtir, ki bu da büyük bir kazanç. Ama bundan ötesine, tek bir doğruya götürmez. Hakikat tek, doğru çoğuldur daima. Herkesin doğrusu farklıdır ve bu karmaşadan, bu öznellikten, ne ulusal ego ne kişsiel ego asla kurtulamaz bence.
Bu o kadar su götürmez, ama gene de insanların inatla anlamak istemediği bir gerçek ki, bana oturup yedi yüz sayfalık, tuğla gibi bir roman yazdırttı.
Yeni Baştan adlı ilk romanımı yazarken, tarihi de, tarihsel romanı da, giderek roman dediğimiz türü de yapısöküme uğratmak – yani altüst etmek üzere yola çıktığımı biliyordum, ama tam olarak nasıl yapacağımdan emin değildim.
Ne tarihsel roman, ne belgesel roman, ne de normal herhangi bir roman yazmaktı istediğim; bunların hepsini sorgulayan, kendisini sorgulayan bir roman yazmak istiyordum.
Ama Don DeLillo bir açıdan çok haklıymış, roman gerçekten et-obur bir tür ve benim ilk roman da her şeyi yutmaya başladı, öylece. Beni bile yutacaktı az kalsın.
2000 yılından, 1960 yılına bir bakış kurdum sonunda. Romanın kahramanı Aslı, 27 Mayıs darbesinde, sırf gazeteci olduğu için haksızca tutuklanan, salıverilince de esrarengiz şekilde ortadan kaybolan, hiç tanımadığı babasının izini sürmeye karar veriyor. Olay bu kadar basit.
Ama bir yandan da basit değil, çünkü Aslı bu adamın evlilik dışı, gayrımeşru çocuğu. Bu benim için önemliydi, kahramanın kendini gayrımeşru hissetmesi benim gözümde bütün askeri darbelerin gayrımeşru, hukuk dışı olduğunu gösteren bir simgeydi.
Sonuçta, dedektif gibi araştırma yaparken, Aslı hiç kimsenin ona tam doğruyu anlatmayacağını fark ediyor, belgelerin yeterli olmadığı da meydanda, çok radikal bir karar veriyor ve elinde ne kadar bilgi varsa ona dayanarak geçmişi kendisi canlandırmaya, kurmaca gibi inşa etmeye başlıyor. Bilginin yetmediği yerde sezilerini, sezinin yetmediği yerde hayal gücünü kullanıyor. Bunu da okura açıkça söylüyor, birlikte yapmayı öneriyor: Neden olmasın?
Böylece ben kısmen tarih yazarken tarihi alışılmış kalıplarından söküyor, roman yazarken romanı alışılmış biçimlerinden ayırıyordum. Tarih nedir, tarihsel roman nedir, giderek roman nedir, gerçeklik ve kurmaca ilişkisi nedir gibi sorulara götürdüm işi. DeLillo gibi, tarihi kafa karışıklığından kurtarmak değildi amacım, DeLillo’nun tersine, tarihin aslında kafa karışıklığının ta kendisi olduğunu kanıtlamaktı amacım.
Elbette yazdığım kitabı kimsenin “tarih” olarak okuyacağını ya da ciddiye alacağını bekleyerek yapmadım bunu, romana hazırlanırken yüzlerce kitap ve belge okuduğum halde. Amacım, tarih diye ortalıkta gezinen her anlatıyı dinamitlemek, bunu yaparken de kendimi ve okuru “yapabilir” kılmak, yani bir manevi ve yaratıcı özgürlük, hatta ideolojik özgürlük kazandırmaktı. Hâlâ da, edebiyatın asıl yapabildiği şeyin bu olduğuna inanıyorum.
En kaliteli tarih yazımının da bunu hedeflediği düşünülebilir. Nitekim, Ahmet Kuyaş, Kırkmızı Kedi Yayınları’ndan yeni çıkan Tarihi Düşünmek adlı kitabının önsözünde, tam da bu nedenle Collingwood’un “Tarih, özgürlüğün tarihidir” mealindeki sözlerine yer vermiş. Ama edebiyatın sağladığı özgürleşme çok farklı tabii.
DeLillo’nun Underworld romanı bana ne kadar zevk verdiyse, Amerikan toplumunu ve tarihini ne ölçüde önüme serdiyse, benim romanımın da Türkiye’yi o denli çıplaklaştırdığını düşünüyordum. Bence edebiyatın tarihe ve topluma çekebileceği ayarın son kertesiydi bu. Ulusal ego’yu altüst ederken, kişisel ego’yu –ve kendi ego’mu da- pek kayırmadım doğrusu. İnsan bir bakış kurdu mu, sonuna kadar götürürse başarabiliyor ancak.
Son olarak, önemli bir noktaya değineyim. Yeni Baştan romanını yazarken, aklımda iki tane felsefi mesele de vardı. Birincisi, György Lukacs’ın Tarihsel Roman kitabındaki, hâlâ doğru olduğuna inandığım teziydi. Lukacs için roman sadece romandır, “tarihsel roman” diye ayrı bir tür düşünülmesi yanlıştır, bu yanlışın da tamamen tarihle olan hatalı ve yanlı ilişkimizden kaynaklandığını öne sürer. Aynı nedenle, bugünü de doğru anlayamadığımız ortaya çıkar böylece. Burjuva estetiği “tarihsel roman” diye bir janr olduğunu iddia etmiştir, çünkü tarihe de bugüne de tarafsız, bütüncül ve eleştirel bakılmasını istemez.
Aynı düşünceyi, çok farklı şekilde ifade eden ve aklımda olan ikinci felsefi görüş, romancı Marguerite Yourcenar’ın görüşüydü. Yourcenar’a göre, her roman tarihsel romandır. Çünkü her roman ister istemez geçmişte konumlanır. Gelecekte geçiyormuş gibi duran bilimkurgu romanları için bile geçerlidir bu. Nedeni de gayet basit: ne yazarsak yazalım, tarihsel zamanın karşı konulmaz devamlılığı ve akışı bizi yener, yani ne yaparsak yapalım mutlaka “tarihin içine düşeriz.”
Asıl önemli olan, gerçekliğe ilişkin kurduğumuz bakıştır. Jean Cocteau’nun “kıvrılmış sonsuzluk” dediği şeyi görmek, yani kozmik evrende zaman nasıl kıvrılıyorsa, yaşadığımız dönemde de zamanın nasıl kıvrıldığını görebilmek. Öyle sanıyorum ki, Don DeLillo bile, “farklı ritimler ve simetriler” bulmaktan söz ederken, yaşanmışlığın titreşimlerini ararken, romanın böyle bir şey peşinde olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Her roman ve her romancı ister istemez tarihin içine düşüyor. Önemli olan, gözlerinin ne kadar açık olduğu. Gözleri iyice açıksa eğer, o zaman tarihin herhangi bir anında, ister şu an olsun, ister yirmi, ister yüz yıl önce, sonsuzluğun tam da nasıl kıvrıldığını görüyor demektir.
Biz insanlar ve toplumlar, daima nasıl olmadığımızı düşünmeyi tercih ediyorsak –ırkçı değiliz, bağnaz değiliz, otoriter değiliz, haksız değiliz diyorsak– tam da o’yuzdur aslında. Bakmayı istemesek de, edebiyatçı bizi bakmaya zorlayandır.
İlle çirkin olduğumuzu göstermek için değil, böyle bir kötü niyet yok. Perspektifi kaybetmemek, perspektif kazandırmak için yapar edebiyatçı bunu. Çünkü kendine bir an için bile olsa doğruyu söyleyemeyen kişi ya da toplum, iyileşemez. Edebiyatçı temelde bir iyileştiricidir. Şamandır. Yaşamak için kendimize yalan söyleyemeye devam ederiz belki, tarihin kafa karışıklığı bu yüzden asla bitmez, ama o bir anlık doğrular, o kısacık aydınlanmalar, bizi bir adımcık ileriye götürür.
Dolayısıyla edebiyat tarihi kafa karışıklığından kurtarmaz, tarih dediğimiz sonsuzluğun şu an için nasıl kıvrılmakta olduğunu gösterebilir ancak.