Ayhan Geçgin'in Aralık 2018'de Duisburg-Essen Üniversitesi'nde yaptığı konuşmanın tam metnini yayınlıyoruz...
17 Ocak 2019 13:58
Merhaba,
Öncelikle, beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Burada bulunanlara da geldikleri için teşekkür ederim. Konuşmada pek iyi olmadığım için yazıya döktüm, okuyacağım. Konuşmam biraz dağınık olabilir, neyse ki yazara, sanatçıya dağınık olma hakkı tanınmış. Bir akademisyenin dağınık konuşması hoş görülmeyebilir. Ama yazara saçmalama hakkı bile tanınmış. Niçin? Belki roman dediğimiz, tamtamına saçmalayan bir karakterle başladığı için. Don Quijote’den söz ediyorum. Bildiğiniz gibi, romanı kimileri Cervantes’in Don Quijote’siyle başlatır. Bundan sonra Türkçedeki alıştığımız söylenişiyle, “Don Kişot” diyeceğim. Don Kişot, şövalye hikâyelerindeki gibi macera aramak için yola çıkar, okuduğu kitapların o büyülü dünyasını, kutsal nesnelerle, sihirlerle dolu dünyasını bulmak ister ama ne bulur? Sıradan bir dünya. Kitap ile dünya artık birbirine uymamakta, çakışmamaktadır. Kahramansa artık dünyayı tanıyamaz, anlayamaz hâle gelmiştir. Bir deli ya da budaladır. Öyleyse, romanın bir krizden doğduğunu söyleyebiliriz.
Burada akla bir soru gelebilir: Daha önce kriz yok muydu? Elbette vardı, bir bakıma dünya tarihinin kendisi bir kriz hikâyesi gibi okunabilir, örneğin Marx böyle okumuştur, Nietzsche böyle okumuştur ya da Benjamin böyle okumuştur. Olağanüstü hâl olarak dünya tarihi. Ama şimdilik bunu bir yana bırakalım. Aslında hikâye anlatmayı genel olarak krize verilmiş bir yanıt gibi düşünebiliriz. Şöyle diyebiliriz: Hikâye etmek, bir haritalandırma işlemidir, dünyanın haritasını çıkarmaktır. Bir dünyayı kurmak, yukarıyla aşağıyı, sağla solu belirlemek, burayla orayı ayırmak, sınırları çizmek, o dünyadaki yerimizi yurdumuzu belirlemektir. Anımsayacağınız gibi, Buda’nın macerası krize işaret eden üç figürle başlıyordu, hasta biri, yaşlı bir adam ve ölü bir adam. Hikâyeleştirilmesi zor, çünkü tam nereye, nasıl yerleştirebileceğimizi bilemediğimiz üç tema: hastalık, yaşlılık, ölüm. Bunlar sonuçta Siddhartha’yı, ilerde Buda olacak genç prensi, derin bir arayışa, her şeyi yeniden düşünmeye iter. Yunan’ a gidersek, Odysseus’un eve dönüş yolunda sayısız badireler atlattığını görürüz; değişik varlıklarla karşılaşır, ölüler ülkesi içinde olmak üzere tuhaf diyarlardan geçer. Ama sonunda evine döner, evin dirliğini ve düzenini yeniden kurar. Geriye, hikâyesinin anlatılması kalır. Oysa Don Kişot’a geldiğimizde, Don Kişot artık bir dünyanın hikâyesini anlatmaz ya da anlatamaz, tam tersine, önceden bildiği, okuduğu hikâyelere bir dünya arar. Başka bir deyişle, artık elimizdeki harita ya da model dünyayı açıklamıyor, dünyaya karşılık bile gelmiyordur. Birkaç yüzyıl atlayıp yüz ölçümcü K.’ya geldiğimizde ise dünya artık tuhaf adını alır. Macera arayan Don Kişot’un karşılaştığı dünya sıradan, gündelik bir dünyaydı. Tuhaf olan Don Kişot’tu, dünya değil. Kafka’da ise dünyanın kendisi tuhaf hâle gelmiştir, elimizde artık sıradanla sıra dışının birbirinin kılığına bürünüp ayırt edilmez hâle geldiği bir dünya vardır. Bu, bildiğimiz, tanıdığımız dünya mıdır yoksa yabancı, kendimizi de içinde yabancı hissettiğimiz, hiç bilmediğimiz, anlamadığımız bir dünya mıdır, artık ayırt edemeyiz. İşte bu, yeni tuhaftır. Eski tuhaf ya da fantastikte, olağan ve olağan dışı biçiminde iki ayrı dünya vardı, fantastiği olanaklı kılan da zaten bu iki dünyanın birbirinden ayrı olmasıydı. Yeni tuhafta, Kafka’nın tuhafında ise tek bir dünya vardır. Ama bu tek dünyanın kendisi hem sıradan hem sıra dışı hâle gelmiştir, sanki her şey, ben dâhil, hem kendisidir hem değildir. Bildiktir, aynı zamanda yabancıdır. Demek ki yalnızca bu kadarla bile Avrupa için örneğin 20’nci yüzyılın krizinin, modernliğin krizinin, 17’nci yüzyıl krizinden, barok çağın krizinden epey farklı olduğunu çıkarabiliriz.
Macera ya da serüven bir yolu ima eder. Bir yol vardır, yolda kimi karşılaşmalar vardır, sonunda da öğrenilmiş, kazanılmış bir bilgi, yani tecrübe gelir. Öyleyse, burada kriz dediğimiz, serüvenin zıddına karşılık geliyor. Yolun ve yönün yitişi, karşılaşmaların yitimi ve tecrübenin ortadan kalkışı. Serüvende de elbette kriz anları vardı. Ama bu krizler birer an, geçilmesi gereken birer kıpıydı. Oysa modern anla birlikte ânın kendisi, şimdi, bir krizin yeri hâline gelir.
Aslında hikâye anlatmayı genel olarak krize verilmiş bir yanıt gibi düşünebiliriz. Şöyle diyebiliriz: Hikâye etmek, bir haritalandırma işlemidir, dünyanın haritasını çıkarmaktır. Bir dünyayı kurmak, yukarıyla aşağıyı, sağla solu belirlemek, burayla orayı ayırmak, sınırları çizmek, o dünyadaki yerimizi yurdumuzu belirlemektir.
Demek ki bir çağı anlamak, her şeyden önce krizini belirlemek, nasıl bir krizin içinden geçtiğini saptamak demektir. Bu genel girişten sonra şunu sorabiliriz: Acaba bizim krizimiz nedir? Önceki krizlerle nasıl benzerlikler ve farklar içermektedir? Kuşkusuz bu soruya yanıt vermek benim gibi bir edebiyatçıyı aşar. Yine de, edebiyatın içinde kalarak belli bir özellik üzerinde bir parça durmaya çalışacağım.
Her şeyden önce aklıma şöyle bir soru geliyor: Acaba çağımızın gerçekten bir adı var mı? Postmodern dendi. Ne ki, bana kalırsa, kimse bu adın tam neye karşılık geldiğini hiç bilemedi. Yoksa bu ad acaba bir ad yokluğunu, çağın adsızlığını mı gizliyordu? Belki de. En azından şu kesin: Post öneki bizim sonra geldiğimizi, ama aynı zamanda önceki dönemden sonraya, yani geriye kaldığımızı belirtiyor. Peki ama neyden geriye kaldık? Bir sondan. Bu sona, anımsanacağı gibi, duvarın yıkılmasıyla birlikte tarihin sonu denmişti. Belki gerçekten de bir son duygusu vardı. Sorun şuydu ki, son, sonlanmış olmasına rağmen, sanki bitmiyordu, bir yandan da sürüp duruyordu. Son belki gerçekleşmiş ama gerçekleşmesi bitmemişti. Öyleyse, bizim krizimizin bir yönünün bu son meselesi etrafında yoğunlaştığı söylenebilir mi?
Biraz önce Kafka’da yeni bir tuhafın ortaya çıktığını söyledim. Günümüz açısından bunun anlamı nedir? Birincisi, bu, Kafka’nın bize hâlâ seslenebildiği anlamına gelir. İkincisi, normalin, dolayısıyla normların artık iş görmediği, ortadan kalktığı anlamına gelir. Kafka henüz bu normların tam oluşmadığı, tarihin deyim yerindeyse yoğunlaştığı ama hangi yöne gideceğinin belli olmadığı bir anda, az sonra üzerinde duracağımız gibi bir eşik ânında konuşuyordu, bizse öyle görünüyor ki sonrasında, bunların artık çözüldüğü bir dönemdeyiz. Bugün her düzeyde bir kriz yaşadığımız açık. Örneğin, devletlerin kriz içinde olduğunu görüyoruz. Devletin biçimi artık bir kriz biçimine dönüşmüş. Sonra, her tür söylemin kesinliğinin çöküşüne tanık oluyoruz. Bilimsel bilgi bile neredeyse birer söylenti biçimini almış ya da bize ancak bir söylenti kılığında ulaşıyor. Başka? Öznenin, uzun süre az çok sağlam kalmış “yurttaş-özne”nin ortadan kalkışı var ve en sonunda siyasetin çöküşü var, yani, yurttaşlar karar alma mekanizmalarından artık dışlanmış, kararlar hep başka yerde alınıyor, nerede hiçbir fikrimiz yok.
Acaba çağımızın gerçekten bir adı var mı? Postmodern dendi. Ne ki, bana kalırsa, kimse bu adın tam neye karşılık geldiğini hiç bilemedi. Yoksa bu ad acaba bir ad yokluğunu, çağın adsızlığını mı gizliyordu? Belki de...
Edebiyat açısından bir başka nokta, önemli bir nokta ise şu: Edebiyat önceden krizi betimleyebiliyordu. Acaba bugün bunu yapabiliyor mu? Bizim zamanımız için bana kalırsa ayrıca böyle bir kuşku söz konusu.
Felsefeye aşina olanlar, bu son meselesinin pek de yeni olmadığını hemen fark etmiştir. Farklı biçimlerde Hegel’de, Marx’ta, Heidegger’de, Wittgenstein’da, nihayet çağdaşımız bir filozofta, Agamben’de bu temanın sürdüğünü görüyoruz. Edebiyatta ise, bana kalırsa, özellikle İkinci Dünya Savaşı ve ertesinde bu tema güçlü biçimde hissedilmişti. Örneğin, bunu en açık, bir bakıma en kapalı bir yazarda, Beckett’te görebiliyoruz. Beckett’in kişileri bir tufandan artakalmış yaratıklara benzer. Onlarda kendimizi hiçbir biçimde tanıyamayız, doğrusu artık hiçbir şeyi tanıyamayız. Zaten kahramanları da hiçbir şeyi tanıyamaz.
Ama çok daha önce, “şeytanî güçler” kapıyı çalmadan hemen önce, Kafka’da tuhaf bir son duygusu ya da daha doğrusu can alıcı bir eşik sorunu zaten belirmiştir. Şu aforizmaya bakalım: “İnsanlığın gelişiminin karar ânı süreğendir. Bu bakımdan, daha önce olup bitmiş ne varsa hepsini hiç yerine koyan devrimci düşünce akımları haklıdır, çünkü henüz hiçbir şey olmamıştır.” Çeviriler Levent Kavas’a ait, bir kitabından aldım. Karar ânı, entscheidende, can alıcı an, dönüşüm ânıdır, kesin sondur ama hep sürer, immerwährend, hiç bitmez. Bu eşik geçilse, bir son gerçekleşmiş, biz de diğer tarafa geçmiş olacağız. Geriye kalan biz değil de geçtiğimiz eşik olacak, ne ki eşiğin kendisi, sanki biz geçtikçe o da bizle geçiyormuş, adımlarımızın kendisi eşiğin sınırı olmuş gibi, sürer durur. İnsanlığın gelişiminden bahsedildiğine göre, demek ki bir bakıma tüm tarih bu büyük eşiğin kendisidir. Bir bakıma bitmediği, hep süredurduğu için, henüz başlamamıştır bile. Hemen önceki aforizma: “Belirli bir noktadan sonra artık geri dönüş yoktur. O noktaya ulaşmak gerekir.” Gerekir. Demek ki ne olursa olsun, son geride bırakılmalı, bu eşik geçilmelidir.
Krizin kökenindeki anlamını belki bazılarınız anımsayacaktır. Sözlükler, Yunanca krinein fillinin seçip ayırmak, elemek, karar vermek, hükme varmak gibi anlamlara sahip olduğunu söylüyor. Demek ki bir yandan yönsüzlük, belirsizlik, kestirilmezlik ânı, tüm bilme ve anlama araçlarımızın kuşkulu hâle geldiği ya da iş görmediği bir andır bu, ama aynı zamanda bir seçip ayırma, karar verme, bir hükme varmayı talep eden bir andır.
Şu noktayı da es geçmemem gerek. Yazının kendisi de biçim olarak tüm bu bir bakıma çelişik özellikleri sahneler, yani içerik, tema dışında yazının kendisi de bir eşik ânında yerleşir, hep bir eşik ânında sürer. Devam edecek midir, nasıl devam edecektir vs. bunlar artık verili, garanti altında şeyler değildir. Başka bir deyişle, daha başlarken, sürdürürken önceden bir şeyleri bildiğimden bunu yapmıyorum artık. Yani önceden kafamdaki bir düşünceyi, bende oluşmuş bir duyguyu, anlamı dile getirmiyorum. Yazma esnasında düşünüyor, düşünmeyi sürdürmeye çalışıyorum. Bir sonraki an varsa, bunu ele geçirmem, üretmem, ya da isterseniz yaratmam gerekir. Bu açıdan yazı bir tarihten sonra ister istemez hep bir başarısızlık kavramıyla ilişkili olacaktır.
Can alıcı âna geri dönelim. Can alıcı an nedir? Teoloji bize bir imge veriyor, hüküm günü. Can alıcı an, teolojik anlamda hüküm gününe karşılık gelir. Ve uzun süre teolojik anlamda olanaklı olmuştur. Dünyasal anlamına ise ilk kez belki de Fransız Devrimi’yle kavuşmuştur. Devrimin hükmü, terör dönemidir, giyotinin aralıksız çalıştığı dönemdir. Çünkü hüküm, aslında her zaman ölüm hükmüdür.
Uzatmamak için roman ya da öykülerinden örnekler vermeyeceğim. Ama bana kalırsa, Kafka’da bir yandan hüküm günü arzulanır, çünkü gerçek bir son, bir bitiş her zaman arzulanmıştır. Hüküm günü de gerçek bir sondur, giyotin gibi bir ânı ötekinden kesin biçimde kesip ayırır. Öte yandan, hüküm gününe karşı çalışılır, zira hüküm günü adı üstünde hükümdür, yargıdır, Kafka’nın tam da kaçmak istediği şeydir. “Yargı” adlı öyküsündeki gibi, “Seni ölüme mahkûm ediyorum” diyen babanın sözüdür. İdam cezası veren hâkimin ağzından çıkan, uğrayanı bir anda donduran sözdür. Her yargı cümlesi, en zararsız görüneni bile, ölüm bildirir, bizde küçük ya da büyük bir ölüme neden olur. Biri bana şişmanlıyorsun ya da yaşlanıyorsun dediğinde, beni aynı zamanda şişman yapar, yaşlı yapar.
Öyle görünüyor ki, burada bir açmaz var. Bir yandan istenir, bir yandan kaçılır. Peki, çözüm? Çözümü ise ancak bir paradoksla bulunabilir: Hüküm gününü ortadan kaldıran hüküm günü. Bu, aynı zamanda tüm sözcükleri özgürleştirecek bir son söz, kesin, mutlak, nihai sözdür. Burada özgürleşmek şu anlama geliyor; sözcükleri hükmünden kurtarmak. Ya da sözcüklerin içindeki hüküm gücünü geçersiz kılacak bir son hüküm. Teolojik olarak şöyle yorumlanabilir: Sözcüklerin nihayet kaynağına dönmesi, başlangıçtaki tanrısal yaratma güçlerine yeniden kavuşması gibi düşünülebilir. Dünyasal anlamda ise şöyle düşünebiliriz: Sözcükler bütünüyle insanî hâle gelir, insanların özgürce kullanımına bırakılır. Bu, bir bakıma onların hafiflemesidir. Tıpkı dili öğrenmeye başlayan çocuğun onlarla oynaması gibi. Bu yönü, Kafka’da bütün o ağırlığın, boğuculuğun yanı sıra sezdiğimiz o oyuncul havada, hafiflik duygusunda buluruz. “Komik” yöndür bu.
Can alıcı an nedir? Teoloji bize bir imge veriyor, hüküm günü. Can alıcı an, teolojik anlamda hüküm gününe karşılık gelir. Ve uzun süre teolojik anlamda olanaklı olmuştur. Dünyasal anlamına ise ilk kez belki de Fransız Devrimi’yle kavuşmuştur. Devrimin hükmü, terör dönemidir, giyotinin aralıksız çalıştığı dönemdir. Çünkü hüküm, aslında her zaman ölüm hükmüdür
Türkiye’den bir örnek verelim. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ına kısaca bakalım. Kuşkusuz Atay, Kafka’dan çok farklıdır. Kafka’nın biçemi ne kadar ayık, ölçülü, aklı başındaysa, Atay’ınki bir o kadar savurgandır, sayıklamayı andırır. Ama Atay da sözcükleri birer ölüm hükmü gibi görür ve her türlü hükümden kaçmaya çalışır. Sayıklamak, sözcükleri üst üste yığmak, bir kahramanının dediği gibi, “sözcükleri boğuntuya getirmek,” anlamlarını anlaşılmaz kılmaya çalışmanın, başka bir deyişle, içlerindeki hüküm gücünü kırmanın bir yoludur. Ama hâlâ konuştuğumuza göre, işe yaradığı kesin değildir, hatta sanki konuşmanın kendisi aslında ne dediğimizden bağımsız, zaten temel bir haksızlığa yol açıyormuş gibidir. Öte yandan, kitapta herkesin yargılanacağı hüküm gününe ya da Mesih’in dönüşüne yönelik açık göndermeler de buluyoruz. Burada da hüküm günü, yine, bir yandan istenir, öte yandan ondan kaçınılır. Atayvari hüküm gününü belki şöyle hayal edebiliriz: Hüküm günü büyük bir ciddiyetle gerçekleşir, yine de kimsenin gerçekten cezalandırılmadığı, zarar görmediği bir şaka ya da oyunmuş gibi gerçekleşir.
Biraz spekülasyonla bitirelim. İlginç olan nokta şu ki, aşağı yukarı son 30 yılda biz burada sözcüklerin hafiflemesi dediğim şeyi zaten yaşadık. Sanki dil, burada ölüm hükmü diye adlandırdığımız olumsuz özelliğinden kurtulmuştu. Edebiyatsa bu süreçte daha çok oyunsu bir havaya bürünmüş gibiydi. Şu anlamda: Yazarlar ellerinin altında bulunan bütün o edebî biçimleri, tarzları, türleri âdeta özgürce tekrar ettiler, farklı düzenlemeler içinde yeniden kullandılar. Bütün bu biçimlerin, tarzların, türlerin tarihsel olduğunu biz artık çok iyi biliyoruz. Robbe-Grillet, 1950’lerde artık Balzac gibi yazılamaz demişti. Çünkü Balzac ya da gerçekçi romanın konvansiyonları belli bir dönemin ve belli bir özne kavrayışının ürünüydü. Dolayısıyla, değişen dünyaya uygun yeni bir biçimin, üslûbun gerekli olduğunu söylüyordu. İşin aslı Balzac’ın yaptığını yapmak istiyordu, içinde bulunduğumuz gerçekliği verecek biçimde romanı yenilemekten söz ediyordu. Başka bir deyişle, Robbe-Grillet için biçim hâlâ bağlayıcıydı. Şöyle şöyle yazılamazdı, ancak şu biçimde, şunları şunları dikkate alarak yazılabilirdi. Kırk yıl sonra ise durum daha da ilginçleşti. Yazarlar artık tam da Balzac gibi (ya da Dostoyevski, Tolstoy gibi) yazılamayacağını çok iyi bildiğinden, pekâlâ Balzac gibi yazılabileceğini düşünüyordu. Öyleyse burada temel tarzın ya da yönelimin tekrar olduğu söylenebilir; yani, bu sınırlı, tarihsel parçaları, elimizin altındaki tüm bu biçim, üslûp, tür vs. parçalarını farklı farklı kombinasyonlar, birleşimler içine sokarak yeniden üretmek; tekrardan yeni ya da farklı bir kompozisyon üretmeye çalışmak.
İlginç olan nokta şu ki, aşağı yukarı son 30 yılda biz burada sözcüklerin hafiflemesi dediğim şeyi zaten yaşadık. Sanki dil, burada ölüm hükmü diye adlandırdığımız olumsuz özelliğinden kurtulmuştu. Edebiyatsa bu süreçte daha çok oyunsu bir havaya bürünmüş gibiydi. Şu anlamda: Yazarlar ellerinin altında bulunan bütün o edebî biçimleri, tarzları, türleri âdeta özgürce tekrar ettiler, farklı düzenlemeler içinde yeniden kullandılar
Sözcüklerin hüküm verici gücünden, bu hükmün de asıl ölüm hükmü olduğundan, sonra da sanki artık üzerimizdeki bu güçlerini yitirmişler gibi hafiflemesinden söz ettim. Elbette bir yargıç beni ölüme ya da bilmem kaç yıla mahkûm eden sözleri söylediğinde bu sözler hâlâ etkilidir. Duyup işittiğim her şeyin, irili ufaklı her sözün üzerimde hâlâ etkisi vardır. Aslında uzun süredir belki hiç olmadığı kadar her tür söz etkili olmak için canla başla çalışmaktadır. Ama bunlar sözcüklerin güçlerini yitirmediği anlamına gelmiyor. Öyleys,e bir yandan konuşma bolluğuyla çeşitliliğe, öte yandan sözcüklerin güçten düşüşüne tanık olduk; bir yandan bitmeyen bir son duygusuna, öte yandan sanki buna karşılık geliyormuş gibi duran edebiyattaki bir tekrar oyununa tanık olduk. Bir zamanlar edebiyat belki en temelde ölüm hükmüne karşı koymaya, sözcükleri bu hükümden kurtarmaya, başka bir deyişle, özgürleştirmeye çalışıyordu. Peki, doğru yanlış, burada tekrar oyunu diye adlandırdığım edebiyatın amacı ne ya da neydi?
Yanıt, bana kalırsa, kuşkulu. Bilmiyoruz. Yazar da okuyucu da bilmiyor. Eğer yazarlar ellerinin altındaki hazır bu tarihsel parçaları, türlü türlü söz kümelerini özgürce kulanmışsa, bunları yazarın o eski güveniyle, bir şeyleri bilip sezerek yaptıklarından değil, tam aksine tamamen anlaşılmaz hâle gelmiş bir dünyada nasıl yaşayacağına dair hiçbir aracı, yordamı olmayan herhangi biri gibi, hepimiz gibi bir şeyler bilmeden yapıyorlarmış gibi görünüyor. Edebiyatı, edebiyat yapmayı, nedenini artık pek de bilmeden sürdürüyoruz, başka bir deyişle, bir amaçtan yoksun biçimde, amaçsızca. Yoksa böylece farkında olmadan bu amaçsızlığın anlamını, ne demeye geldiğini mi keşfetmeye çalışıyoruz? Ama daha fazla ilerleyemeyeceğime göre, burada kessem iyi olacak. Kafka’nın aforizmalarıyla başladık, yine aforizmalarından biriye bitirelim: “Mesih gelecek ama yalnızca gelmesine gerek kalmadığında gelecek, gelişinden bir gün sonra gelecek, son günde değil, en son günde gelecek.”