Çocuklar, ister kurban, ister suçlu, ister saf, ister zalim gösterilsinler, sürekli karşıt grubu olan yetişkinler tarafından betimlenmektedir...
02 Mart 2017 14:01
Yapısalcılıkta önemli bir yer tutan “ikili karşıtlık” (binary opposition) kavramı bir olguyu, bir duyguyu, bir grubu ötekileştirmek için uzunca süre kullanılagelmiştir ve kullanılmaktadır. Hayatı algılayış biçimimizin bu zıtlık ilkesine bağlı olduğunu iddia eder yapısalcılık. Ne ki, gördüğümüz manzara “diğer”ini ötekileştirmekten öte bir şey koyamamıştır önümüze. Karanlık-aydınlık, sıcak-soğuk, büyük-küçük gibi tek başlarına bir bağlam yaratamayan ifadelerden bahsetmiyorum. Söz konusu kadın-erkek, siyah-beyaz, Müslüman-Hristiyan ve gruplaştırmayı fişekleyen, ayrımcılığın önünü açan zıtlıklar olunca bunlar savaşlara, zulümlere, katliamlara sebep olmuyor mu? Ataerkil sistemin kahrını çeken kadınlardan tutun sadece otobüslerin arkasında oturabilen siyahi insanlara, dinci terörist gruplara tüm bu sorunların temelinde ötekileştirme yatmıyor mu?
Gelgelelim, mesele çocuklar olunca da aynı. Çocuğa ikili karşıtlık olarak yetişkin kavramı öngörülüyor. Diğer tüm ikili karşıtlıklarda olduğu gibi çocuk-yetişkin ikileminde de güçlü, baskın ve otoriter taraf “öteki”ni bastırıyor. Bu güçlü olanın zalimliği toplum tarafından -belki söylemlerinde sindirildiği, belki de kabullendikleri için- kolayca fark edilmiyor. Öyle ya, bir düşünsenize, alışveriş merkezlerinde bulunan çocuk tuvaletleri, restoranlardaki çocuk oyun alanlarının geçmişi ne kadar? Söylemlerde de durum aynı: “Çocuk aklıyla” sözü bunun için yeterli bir kanıt sanırım veya tanıdık tanımadık hemen herkesin çocuklara emir kipleriyle konuşması otoritenin kimde olduğunun güzel bir göstergesi.
Bu durum, hayatın bir aynası olan edebiyata gelince de değişmiyor. William Golding’in yazdığı Sineklerin Tanrısı adlı romanda olduğu gibi çocukların kötücül yanları ve potansiyelleri birçok eserde betimlenmiştir. Bununla beraber çocuk karakterlerin acıları, dramları yetişkin otorite sayesinde sürekli perçinlenerek devam etmiştir. Charles Dickens’ın romanı Oliver Twist’te hırsız çetesi mensupları gibi kötü çocuk tiplemelerinin yanında Oliver’ın roman boyunca yaşadığı zulüm, çaresizlik ve korku edebiyatta çocuk karakterlerin yaşadığı duygulardan sadece birkaçıdır.
Belki biraz daha geri gidersek durumu daha iyi irdeleriz. Ortaçağdaki “çocukluk” kavramını inceleyen Philippe Ariès 1973’te yayımlanan Centuries of Childhood (Çocukluğun Yüzyılları) adlı eserinde Orta Çağ’da çocukluk kavramının henüz oluşmadığını gösteriyor. Biyolojik olarak yaş grupları ayrımının da günümüzdeki gibi olmadığını, sözgelimi, suratı çocuk gibi kalan 40 yaşındaki bir insana hala infant (reşit olmayan/sübyan) dendiğini söylüyor. Düşünüldüğünün aksine çocuk karakterler masumiyetin simgelerinden önce, Hristiyanlığın etkisiyle toplumda ilk günahkârlar olarak görülüyor. Vaftiz, dünyaya günahıyla gelen çocuğa uygulanıyor. Çocuk henüz bir davranış sergileyemeden, yetişkin otorite tarafından yaftalanıp kötücül ilan ediliyor. Hatta, Lyold de Mause yaptığı çalışmada bu yetişkin ve çocuk arasındaki ilişkiyi incelerken yetişkinlerin “yansıtma tepkisi”ni kullanmalarıyla çocukların çok daha fazla zulme maruz kaldığını ortaya çıkarıyor. Mause’a göre yetişkinler içlerinde barındırdıkları kötücül yanları/duyguları çocuklara hayaletli, perili, canavarlı masallar anlatarak dışa vuruyorlar. Vaftiz olan çocuk yetişkin erk için yeteri kadar arınmamış olacak ki, çocukların eğlence unsuru olarak gördükleri masal okumalarda bile çocuk kötü karakter olarak algılanıyor. Öcü kavramının çıkış noktası da bu sanırım. Olmayan bir şeyi var gösterip çocuğu boyunduruk altında tutmaya çalışmak, yetişkin otorite için en ucuz yollardan biri olsa gerek.
Sabahattin Ali’nin “Arabalar Beş Kuruşa” adlı öyküsünde de yetişkinlerin parasızlıklarına destek olmak için kendi sınıf arkadaşına sokakta araba satmaya çalışan bir çocuk karakter çıkar karşımıza. 20. yüzyılın başında çocuk karakterleri bu acımasız yetişkin otoritesinden uzaklaştırıp kendilerine ait bir mekâna bırakan kurgular yaratılmıştır edebiyatta. J. M. Barrie’nin romanı Peter Pan’da yer alan sadece çocuklara ait olup yetişkinlerin gir(e)mediği Varolmayan Ülke’de çocuklar büyümez. Yetişkin otoritesinden izole bir yerde yaşarlar. Bu mecazi gönderme edebiyatın çocuk karakterleri baskıdan kurtarmak için yarattığı bir illüzyondur. Erkek hegemonyasından yakınan Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde kendisine sunduğu izole hayat nasıl gerekliyse kadınlara, çocukların da yetişkin baskı ve otoritesinden arındırılmış bir mekâna ihtiyaçları olduğunun altını çizmiştir Barrie.
İşin kötüsü diğer dışlanmış ve ötekileştirilmiş gruplardan farklı olarak çocuklar tek başlarına örgütlenememektedir. Kadınlar haklarını aramak için kendilerine bir akım yarattılar. Feminist örgütlenmeler, feminist metinler v.b. Lezbiyen, gey, biseksüel ve translar kendilerini dışlayan tek taraflı heteroseksüel kitleye karşı örgütlenebildiler. Peki ya çocuklar!? Onların betimlenmeleri çoğunlukla yetişkinler tarafından yapılmakta. İster kurban, ister suçlu, ister saf, ister zalim gösterilsinler, sürekli karşıt grubu olan yetişkinler tarafından betimlenmektedir. Yani çocuk kendini ifade etmek yerine sürekli ifade edilmektedir. Onun için ikili karşıtlıklar içinde en çok ezilen ve sessiz kalan grubun çocuklardır ve eskilerde Tanrı’ya kurban edilen çocuk imgesi şimdilerde yetişkin otoritesine kurban edilmektedir.