Sol örgütlenmeler de dâhil her tür örgütsel yapının ve devlet kurumunun katılığından, “şaibeli iktidar”ından intikamını, zarif ve güçlü, derin ve ayrıntılı üslubuyla alır Kâmil Erdem...
09 Mart 2017 13:57
“ölümü geciktirmek sonsuzluğu kısaltmaz”
diyor birisi, evet ama
hayatı uzatır sanki (“Alıntılarla”, Turgut Uyar)
Çok sevdiğiniz, neredeyse her gece birkaç cümlesini usul usul okumadan uyuyamadığınız bir kitap hakkında yazmak, çok susadığınızda o bir bardak suyu gulp gulp içip sonra da hiçbir şey olmamış gibi suya, bardağa ya da içme şeklinize eleştirel yaklaşmak olamaz kuşkusuz. Daha çok kendinizden yola çıkıp kitaba, kitaptan yola çıkıp kendinize aynı anda varmanın nasıl mümkün olabildiğini düşünürsünüz. Bu gerekir.
Ben de bu kitap hakkında yazarken farklı bir şey yapmayacağım. “180’le giden bir arabanın içinde”, son hızın kıpırtısızlığında, hızdaki huzurun hangi anlatımla, nasıl oluştuğunu düşüneceğim. İçimdeki “son hız” arzusunun Erdem’in cümleleriyle nasıl hem karşılandığını hem kontrol altına alındığını anlamaya çalışacağım.
Erdem’in uzun cümleleri, yabancılaştırma etkisi yaratabilir başlarda. Özellikle günümüzde iyiden iyiye mekanik hale gelmiş cümle kurma tarzlarına aşina olanlarda… Ama sabırla okuyup yazarın diline alıştıkça, o cümleler sizin uçan halınıza dönüşecektir. Okura vurup kaçan o söz oyunlu kısa cümlelerden sonra insanı ferahlatan, okurun geniş geniş sayfaya yayılmasını, iki elinin birden parmaklarını sayfanın üzerinde, cümlenin yanında yöresinde gezdire gezdire okumasını sağlayan, halden anlar bir tavırla okurunun başını okşayan cümleler… Ama arada kesintili cümlelerle, upuzun cümlelerin ardından geliveren tek sözcüklerle ya da “öznelliğin yaratıcılığı”yla yoğun bir betimleme yapmaya yeltenmişken, birden “nesnelliğin kale duvarları”na toslamasıyla1 saçınızı çekmeyi ihmal etmeyen halis bir üsluptan söz ediyoruz. İşaretlenmesi, tanımlanması, kavranması kolaycacık mümkün oluvermeyen bu üslubun, kontrolü elinde tutan kontrolsüzlüğü, duygu efektine dönüşmeyen duygusal derinliği ve yerini bulmuşluğu her şeyden önce şunu gösteriyor ki, Kâmil Erdem’in derinliklerini şiddet kullanarak doldurmaya kimsenin pek de gücü yetmemiş2. “Herkes derinliklerinden arınmak…, sığlığın güvenli bataklığına gömülmek” istese de (“Bakkal”, 36) o, derinliğini hep taşımış, buna mahkummuş üstelik. Başka türlüsü elinden gelmezmiş. Sisifos’un ağır kayası neyse, Erdem’in narin ama güçlü derinliği de oymuş. Öyleymiş, seziyorum.
Kâmil Erdem, çoğu zaman ayrıntılı bir görüntü oluşturmaya, dilin görüntü oluşturma kabiliyetine sonsuz bir inançla yazıyor; sözcüklere sığma konusunda muazzam bir çaba içerisinde sanki: “Bir apartmanın zemin katında, mahalle arasındaki bu biraz kasvetli kahvenin karşı duvarında, hafif eğri duran Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin yanında nedense yanıp sönen kırmızı lamba, Süleyman Bey’in nutkunu etkisizleştiriyordu kafamda” (“Kiracı”, 124) cümlesindeki “biraz” kasvetli, “hafif” eğri ifadeleri, Erdem’in üslubunu anlamak açısından kilit öneme sahip. Ya da “Kıyıya inen son dönemeçten geçerken alt mandalda Sucu Hayri’nin 24 yaşındaki eşeği katarakt inmiş mahzun gözeriyle beni izledi” (“Seyrek Yolcu”, 116) cümlesindeki eşeğin gözleri, “Mehmet Amca’nın tehlikesizce hışırdayan sonbahar olgunluğundaki gülümsemesi ve Meşeçukurlu’nun denizi delen, yerin derinliklerinde sertleşmiş kavruk bakışı eşliğinde bana da hoş geldin dediler” (“Seyrek Yolcu”, 118) cümlesindeki gülümseme ve bakış betimlemeleri, Kâmil Erdem’in çevresine nasıl “var gücüyle” baktığını, dili nasıl bu bakışın yegane eşlikçisi haline getirdiğini gösteriyor:
Ben, gök, deniz, ufuk, gurup, tan, mehtap, ay gibi şeylere muhtacım.
İnancım budur.
Bu inancımı geçen yaz annemin yorgancı Asım’a diktirdiği göbekli, mavi-mor taftadan yüzü, saten pamuklu astarı olan yün yorganın altına, huzur uykusuna yatırmak istiyorum, ki gürbüz ve gümrah olsun…. (“Dağ”, 99)
“Yağmur” öyküsündeki “insanların içine bakan” kişinin şu sözleri, Kâmil Erdem’in de sözleri olarak okunabilir pekâlâ:
Kimilerinin içleri ayan beyan ortadaydı, saklamak isteseler de saklayamazlardı, görürdüm. İntikam yeminlerini bir konuşma balonu biçiminde kalbinin yanına asarlardı, görürdüm. Beyinlerinin bir köşesinde kendine sıcak bir yuva bulmuş, kıvrılıp uyuyan şeytan arada gözlerini açardı, göz göze gelirdik, görürdüm. Ardından ne olurdu, nasıl olurdu anlamadan ovalarına bereketli bir yağmur sonrası sabah güneşi vururdu, görürdüm. Kendileri karşımda kuzular gibi oturadurup konuştuklarıma bakarken, hislerinin Huzur pastanesinde lezzetli bir pastanın iğvasını arzuladığını görürdüm. (12)
Çünkü Erdem de görür. Üstelik sadece insanların değil, nesnelerin, binaların, kahvelerin, evlerin, sokakların da içine içine baktığını, o uzadıkça uzayan, uzadıkça derinleşen, içselleşen, daha da daha da ayrıntılanan betimlemelerinden anlarız. Varolan dille tüm boşlukları doldurmak, tüm yarıklara sızmak, deneyimin üzerine ince, narin, şeffaf ama çok sağlam bir ağ örmek gibidir yaptığı. Bir taraftan da, tam bir nesnellikle yapılan betimlemeye “öznelliğin yaratıcılığı”nı iliştiriverir. Örneğin inancını, kime diktirildiğini bile söyleyip ayrıntılarıyla betimlediği yorganın altına “huzur uykusu”na yatırır. “Forum” öyküsünün kişisi, “ihtimam” sözcüğünün kendisine ne anımsattığını, “öznelliğin yaratıcılığı”yla ve çağrışımsallığın adeta fışkırmasıyla anlatır: “Bana, güneşli bir ikindi üzeri kasabanın tozlu yolunda, içinde ceviz, kayısı ağaçlarının, Vita tenekelerinde kızıl karanfillerin göründüğü bahçenin aralık kapı eşiğine oturmuş, esmer, ela gözlü çocukların güle konuşa, ellerindeki gazete kağıdı külahlarından leblebi şekeri yiyişlerini anımsatır daima”. Hemen ardından, bu fışkırmanın karşısına “nesnelliğin kale duvarları” dikiliverir: “Sonra forumu, konuşulanları özetledim, yarınki boykot ve yürüyüş kararını bildirdim” (76).
Erdem’in kontrollü kontrolsüzlüğü, tam bir dinginliğe ulaşmadığının da göstergesidir bana kalırsa. “Geçiciliğini bağışlayamadığının”3, derinliğinin içinde gizli tedirginliğini de taşımaya yazgılı olduğunun göstergesi. Öykülere var güçle baktığınızda, o derinliğin sıcak bir kuytusuna sinmiş tedirginlikle, kitap boyunca ara ara göz göze gelebilirsiniz. Ama yazar bir yandan okurunu bir yandan da kendini sakinleştirmektedir bu arada: “Tarih boyunca çok korkutulmuş atalara sahip bir çocuk, sofraya oturunca azıcık konuşmuştu. Yok bir şey, yok bir şey diye korkumu yatışırdım, sırtımı sıvazladım” (135).
“Kiracı” öyküsünün kişisi, yeni bir araba alıp son hızın kıpırtısızlığında öylece oturup kalmak isterken, sakinliği bile hızda, hem de son hızda arıyordur (126). Bu kitaptaki öyküler, bana kalırsa ve iyi ki de, sakinliğin, dinginliğin, ununu elemiş eleğini duvara asmış’lığın değil, yeniden hız almak arzusunun öyküleridir. Kendini yatıştıra yatıştıra, yoldan çıkmamak için azami dikkat göstererek, belki biraz ürkek ama bu ürkekliği muazzam dilsel kıvraklıklarla bir gösterip bir gizleyerek… Yeniden yazmak, aynı zamanda yeniden yaşamak arzusunun ürkekçe kendini göstermesidir sanki. Daha ilk öykünün ilk sayfasında aynaya “incir ağaçlarının kızıl bir akşamda narlara doğru meylettiğine tanıklık edebilir miyim, kızgınlığı geçmemiş ağustos gecesinde yeni sulanmış tarhların yanında bir serinlik hissedebilir miyim” diye bakan öykü kişisi “hamlıkların bulunmaz mal gibi piyasaya sürülmesi, övünme ve yüz kızartısı, derenin kıyısında elden kayıp düşen çaydanlığın bulanık sularda kaybolması, nara değen incirin balının akması, eşek arısı, yordu beni. Oy, yordu beni” diyordur. Ama aynaya bakıştaki yaşam enerjisi o denli güçlüdür ki, yaşamın o enerjiyi aşağı çekip duran zorlu koşullarını bile aynı enerjiyi gerektiren derinlikli bakışlarla anlatır Erdem. Öyle ya, “belki de devrimizi daha kapatmamışlardır” (43).
Yazar, sol örgütlenmeler de dâhil her tür örgütsel yapının ve devlet kurumunun katılığından, “şaibeli iktidar”ından, “tasarlanmış uygar yüz”ünden, soğuk yönergelerinden intikamını, bu zarif ve güçlü, derin ve ayrıntılı üslubuyla alır sanki. Devlet kurumunun bulunduğu iş hanının “bulanık karnı”nda daha fazla oyalanmadan “geniş ağzından” çıkıvermek ister. Çünkü devletin hoşlanmadığı ve onda fazlalık olarak gördüğü şeylerin farkındadır: “Bulutlara, çınarlara, kedilere ve sabah güneşiyle yıkanan boş sokaklara bu düşkünlük niyeydi bir kere? Mali müşavirlere ve müteahhitlere bakışımı yumuşatamaz mıydım?” (93). Aslında bütünüyle bu katılığın temsilcisi olan kente yerleşememek, kentte yerini bulamamış olmak Erdem’in hemen her öyküsünde karşımıza çıkar. Şu enfes kent kavrayışına bakın mesela:
…ama antenlerimiz açık, niye,
Niye mi ablalarım, abilerim?
Her an ortaya çıkabilecek en ufak bir olağandışılığı, bilinmezliği, vuzuhsuzluğu, merhametsizliği, rikkatsizliği sineye çekerken fazla örselenmeyelim, kim vurduya gitmeyelim diye. İşte bizim huzurumuz böyle pamuk ipliğine bağlı. Kentin, o koca makinenin huzuru, bu teyakkuzu gerektiriyor, oturduğun bankın aslında kaynayan bir kütlenin kenarına konulduğunu duyumsuyorsun. (133)
“Ev” öyküsü, işte bu kentten, tüm örgütlü yapılardan ve iktidardan çıkış öyküsüdür aslında. Uzaklara inşa edilmiş o ev, “kareli bir harita metod defteri”ne yazılmış bir intikam biçimidir. İyi ki oradadır, iyi ki oradan yollamıştır Kâmil Erdem o defteri bize ve iyi ki o yağmur yağmamıştır!