"En zor işlerin üstesinden gelen, kendi parasını kazanan, cinsel hayatını istediği gibi yaşayan, başka bir ülkede tek başına bir hayat kuran Emily’nin yapmadığı bir şey var: O da herhangi bir kültür faaliyetinin içinde bulunmak."
31 Aralık 2020 18:04
Solmaz Kamuran, Çetin Altan’ın hayatını anlattığı kitabı İpek Böceği Cinayeti’nde “küçük oğlunun sınıf arkadaşı” Eser Karakaş’la da kısa bir mülakat gerçekleştirir. Bir gün Çetin Altan, Eser Karakaş’a bir söz söylemiş, Eser Karakaş da ömrü boyunca unutmamış.
Zaman geçti, ben bu sözü bahsettiğim kitabın içinde verilen CD’de Eser Karakaş’tan dinledim. Çetin Altan, “Bir gazeteciyi, bir yazarı tanımak için neyi yazdığına değil, neyi yazmadığına bakmak lazım” demiş Eser Karakaş’a. İpek Böceği Cinayeti’ni okuduğum günden beri benim de aklımdan çıkmadı bu söz.
Son dönemde Netflix’in en popüler dizilerinden biri, kariyerinin başındaki bir genç kadının hayatının anlatıldığı ve devam da edeceği anlaşılan Emily Paris’te (Emily in Paris). Emily Şikagolu bir pazarlama departmanı çalışanıdır. Karşısına büyük bir fırsat çıkar ve Fransa’ya yerleşir. Görevi Fransa’daki şirkete –reklam ajansı– “Amerikan bakış açısını” getirmek ve onları konvansiyonel metotlardan kurtararak piyasada öne çıkmalarını sağlamaktır. Olaylar da bu çatışmanın çevresinde gelişir.
Emily’nin Şeytan Prada Giyer’den aşina olduğumuz sevimsiz, höt zöt bir müdiresi vardır. Emily elinden geleni yapsa da kendini bir türlü beğendiremez. En zor işleri başarsa da asla takdir edilmez; bilakis, en küçük hatasında kıyametler koparılır, kapılar yüzüne çarpılır. Ama en sonunda iyilik galebe çalar ve Emily hak ettiği saygıyı ve takdiri tırnaklarıyla kazıyarak alır.
Dizinin sonunu söylemekte beis yok çünkü ilk sahneden itibaren başka bir sonun mümkün olamayacağını anlıyorsunuz. İkinci sezonda neler olacak, dizi nereye evrilecek bilmiyorum, çok da ilgilenmiyorum açıkçası ama bazı açılardan ilk sezonun üstünde durmaya değer.
Dizinin adından da belli olduğu gibi, bütün olaylar Emily’nin çevresinde gerçekleşiyor. Emily’nin Paris’te oluşu söylenmeye değer bulunduğuna göre, Emily özünde başka bir yere ait olmalı. Orası da Chicago. Bunu en başta öğreniyoruz. Emily orta karar eğitimli olduğu anlaşılan bir kız. Üniversite mezunu ama çok parlak bir zekâya, bilgiye sahip olduğunu bize gösteren hiçbir şey yok.
Emily Paris’e gittiği andan itibaren etrafından çok farklı görünüyor. Giyinişi, hali tavrı, telaffuzunda zorlandığı bozuk Fransızcası onu ele veriyor ama onu ayıran esas şey Amerikanlığı. Şimdi “Amerikanlık” deyince kastettiğim, özünde girişimcilik. Girişimci terimini terimi dünya dilleri Fransızcadan doğrudan almış: “entrepreneur”. Almış ama dünyada girişimciliğin, liberal ekonominin, kapitalizmin merkezi denince aklımıza evvela ABD geliyor. Emily de bu “değerin” içine doğmuş, hamuru onunla yoğrulmuş. Bu “girişimcilik becerisi” Fransa’ya gittiğinde iyice billurlaşıyor. Neredeyse elinden hiçbir iş kaçmıyor. İkna edilmesi mevzubahis dahi olmayan en ünlü modacıyı en absürd fikirlere ikna etmeyi Emily beceriyor, yanlış yapsa da altlarından girip üstlerinden çıkarak insanlara kendisini affettirecek yollar buluyor, zaten hep çok seviliyor…
Bu meziyetlerini göstermeyi de seviyor Emily. Fransa’nın gri havasında onu her gün yeni bir mantoyla görüyoruz. Bir giydiğini bir daha giymiyor – en azından on bölüm boyunca giymediğini söyleyebilirim. Rengârenk kıyafetler içinde dolaşıyor Paris sokaklarında. Bir tezat olarak müdire hanım genellikle sade ve topraksı renkleri tercih ediyor. Emily’nin giyinmeyi çok sevdiğini anlıyoruz. Her şeyden evvel Emily’nin bir “tarzı” var, görmüyoruz tabii ama kıyafetlerini birbirine uydurmak için hayli zaman ve efor harcadığını tahmin edebiliriz. Bunu paylaşmayı da seviyor. Sosyal medyayı, başta da Instagram’ı hayli aktif kullanıyor. Burada dikkatimi çeken şeylerden biri, Emily’nin takipçi sayısının gündelik değişimini de dizinin bize sürekli göstermesi. Artık kaç “takipçiniz” olduğu gündelik hayatta çok önemli bir yer tutuyor. Eskinin “kaç paralık adamsın” lafı giderek “kaç takipçilik insansın”a evriliyor gibi…
Takipçi sayısı, bilinen “meşhurluk” kavramını da birkaç sene içinde yerle bir etti. Alışageldiğimiz meşhurların bir mesleği olması gerekiyordu. Çok iyi bir yazar, çok iyi bir avukat olabileceği gibi, magazin basınının peşinde koştuğu “pop” meşhurlar vardı; aktörler, şarkıcılar, mankenler vs. Oysa bugün, sosyal medya, “ünlü” değil, “fenomen” veya “influencer” denen mesleksiz meşhurlar yaratıyor. Bu insanların şöhretlerini ne kadar, nereye kadar devam ettirebileceklerini bilmiyoruz. Sağa sola küfreden biri, açık saçık giyinen bir kadın, akıl kârı olmayan işler peşindeki gençler, oyun bağımlıları gibi hiçbir mesleği olmayan, hiçbir filtreden geçmeyen insanların çok kısa bir süre içinde “fenomen” mertebesine yükselerek birkaç milyon insan tarafından takip edildiğini görüyoruz. Popüler kültür şarkıcısının bile kolay kolay yakalayabileceği sayılar değil bunlar.
Böyle olunca, meşhur olmak için insanlar ve tabii şirketler kafileler halinde sosyal medyaya göç etmeye başladı. Ne yediğin, ne giydiğin, nerede olduğun, saçının, makyajının nasıl olduğu tanımadığın insanlarla “paylaşmaya” değer hale geldi. İnsanlar kendileri için değil, başkasına göstermek için bir şeyler yapmaya başladı. Her sene mebzul miktarda fenomen olmaya hevesli genç, fotoğraf çekerken uçurumdan yuvarlanmak gibi aşırılıklar sonucunda bir nevi intihar ederek ölüyor.
Bütün bunlar sosyal medyanın içinde de yeni bir sanal pazar oluşmasına yol açtı. “Takipçi” satın almak yetmez olunca “beğeni” satın almak gerekti, sonra filtreler çıktı, herkes bir suretin arkasında “başkasının kendisini görmesini istediği gibi” olmaya karar verdi. “Doğal güzellik-estetik” gibi bir karşılık ânında silindi. Herkes filtresinin ardında beğendiği oranlarla gülümsemeye başladı: Burun kıvrımı, badem gözler, parlaklık… Neredeyse aynı bedende iki insan halini aldı. Suretine imrenen insanlardan varlıklı olanları soluğu estetikçilerde aldı, imkânı olmayanlar da kendisinden nefret etmeye koyuldu.
Emily de yirmilerindeki hemen her genç kadın gibi bu çarkın bir parçası. O da meşhur olmak, bilinmek istiyor ama takipçi sayısı yirmi binlerde olduğu için çoğu zaman aşağılanıyor. Fenomenlerin davetli olduğu bir kokteylde Emily’nin önüne geçirildiğine sinirlenen bir başka fenomen kadın, iki milyondan fazla takipçisi olduğunu haykırıyordu. Emily de günbegün sayıyı takip ediyor, onları kaybetmemek için bir şeyler yapması gerektiğinin hep farkında. Elinden geldiğince yapıyor da. Tabii yaptıklarını bir fotoğraf albümü gibi yan yana dizince Emily’yi hep en güzel haliyle, en güzel yerlerde, en güzel yemekleri yer, en iyi içkileri içerken görüyoruz. Emily üzülemez, ağlayamaz, vurup kapıyı çıkamaz, çünkü “show must go on” sisteminin içine girmiştir. Ne pahasına olursa olsun gösteri devam etmelidir. Kendisi olamaz; insanların onu görmek istedikleri gibi olmak zorundadır. İnsanlar onu değil, suretini tanıdıkları için Emily’nin de oyunu bu kurallara göre oynaması gerekiyor.
“Mesleksiz meşhurlardan” biri değil henüz Emily. “Henüz” diyorum, çünkü aynı miktarda parayı “fenomenlik” ile kazanabilse çalışmaya, daha doğrusu bir şey üretmeye devam edecek mi, bilmiyoruz. Tüketimin bu kadar öne çıkarıldığı bir düzende devam edeceğini de sanmıyorum. Bunu söylerken Emily’nin reklam ajansında çalışmaya devam etmesi gerektiğini söylemiş olmuyorum. Üretmekten kastım, mesaiye gitmenin daha ötesinde bir var olma biçimi. Üstelik mesaiye gitme zorunluluğu olmayan bir insan için üretmek çok daha kolay. Cumartesi Anneleri’nin heykelini yapan Arzum Onan, her şeyden sonra Zorba’nın romanını yazan Basil, yetmişlerinden sonra otuz cilt kitap yazan Aydın Boysan… Üretimden çıkan bir insanın zamanla midyeleşmemesi kaçınılmaz.
En zor işlerin üstesinden gelen, kendi parasını kazanan, cinsel hayatını istediği gibi yaşayan, başka bir ülkede tek başına bir hayat kuran Emily’nin yapmadığı bir şey var: O da herhangi bir kültür faaliyetinin içinde bulunmak. Emily’yi gazete okurken, bir konu hakkında derinlemesine düşünürken, politik bir mesele hakkında fikir yürütürken, kitapçıda roman seçerken, bir kültür programı izlerken, tiyatroya, baleye giderken, resim, heykel, mimari hakkında kayda değer bir söz söylerken asla göremiyoruz. Umurunda değil çünkü. Bir tek yerde Opera Garnier’ye giriyor – tabii ki en iddialı kıyafetleriyle. Ama orada da amacı Kuğu Gölü’nü izlemek değil, bir iş görüşmesini sonuca vardırmak.
Bu sahne mühim çünkü Kuğu Gölü’ne iki kişilik bilet almıştı Emily. Erkek arkadaşıyla beraber gidecekler, güzel zaman geçireceklerdi. Ama dizideki az buçuk entelektüel tek karakter olan sevgilisi, dizinin müdireyi bile geride bırakacak şekilde açık ara en sevimsiz, en ukala insanıdır. Hiçbir şeyi beğenmez, herkesi aşağılar. Zaten Kuğu Gölü’nü de “turistler için eğlencelik” bulduğu için içeri girmeyi reddeder. Adamı son görüşümüz, Emily’nin orada onu terk ettiği bu sahne.
Emily’nin birkaç “gönül macerası” daha olur dizide. O adamlardan etkilenir, ama gerçekten gönlünü kaptıracağı “beyaz atlı prens” ile ilişkisi bir türlü istediği gibi olmaz. Dizinin dinamiklerinden biri de kurduğu bu aşk üçgeni. Dizideki karakterlerin çoğu aslında “tip”. Mesela Emily’nin iş arkadaşı Julien hem siyah hem de eşcinsel. Ama “politik doğruculuk” gereği iyi biri. Yan karakterlerin çoğu buna benzer, hemen hiçbir vasfı olmayan insanlardan oluşuyor.
Çetin Altan’ın sözünü Emily için düşünüyorum. Yaptıkları değil, yapmadıklarıyla nasıl bir neslin gelmekte olduğunu gösteriyor bize. Edebiyatı, sanatı, kültürü, siyaseti pantolonun üstüne hangi bluzu giyeceğin kadar mesele etmediğinde, var olan sınırların dışına çıkman da asla mümkün olmuyor. Hiçbir konuda derinlemesine bilgisi olmayan, apolitik bir kadın Emily ve her açıdan “iyi görünmek” üstüne bir hayat kurmaya çalışıyor kendisine.
Peki, hayat bu mu?
Sosyal medya fabrikası şöhretin tanımını değiştirirken, kendi hayatlarını başkaları için yaşamaya hazır yüz milyonlarca genç üretiyor.
•