Karl Ove Knausgård, "erkekler ağlamaz" yasağını çiğneyerek herkesin önünde ağlama cesaretini gösteriyor...
13 Ağustos 2015 14:45
Karl Ove Knausgård’ın, herkesin haklı olarak Proust’un kitabına benzettiği altı ciltlik Min Kamp’ındaki [Kavgam] yığınla “madlen”den biri de, ilk cildin ortalarındaki “ağlama sahnesi”: Üzerinde beş senedir çalıştığı ve sonunda bitirdiğini zannettiği ikinci romanının, fikrine güvendiği ve okuması için verdiği editör arkadaşından “ne yazık ki güzel olmadığını” daha yeni işittiği için biraz sarsılmış, ilk çocuğunun doğumuna bir hafta kadar kaldığı için de biraz şaşkın, 35 yaşındaki Karl Ove, bir gece uyku tutmayınca kalkıyor, hamile karısını uyandırmamaya çalışarak yatak odasından oturma odasına geçiyor, İngiliz manzara ressamı John Constable hakkındaki yeni satın aldığı bir kitabı rastgele bir yerinden açıyor ve karşısına çıkan resimlere bakarken... ağlamaya başlıyor. Ya da Türkiye gibi yetişkin bir erkeğin ağlamasının başlı başına büyük ve trajik bir olay olarak görüldüğü yerlerde karşılaşılması daha muhtemel sözdizimi ve vurguyla: Başlıyor ağlamaya!
Konu aslında bir erkeğin ağlamasından çok, sanatla duygular arasındaki karmaşık, zorlu ve “duygu” denen şeyden ne anladığımıza göre değişen ilişki. En azından Karl Ove’nin bu sahnedeki konusu bu. “...ağlamaya başladım,” diyor ve devam ediyor: “Resimlerin bazılarının üzerimde bıraktıkları etki çok büyüktü. Bazılarıysa, tam aksine, hiçbir şey hissettirmemişti. Sanatla ilgili tek ölçütüm buydu, bende uyandırdığı duygu. Bitmez tükenmezlik duygusu. Güzellik duygusu. Varolma duygusu. Bazen işte bu duyguların hepsi böyle küçücük bir anın içine doluşuyordu ve dayanmak zorlaşıyordu. Açıklamak da. Çünkü, beni en fazla etkilemiş olan resmi, 6 Eylül 1822 tarihli yağlıboya bulut etüdünü inceleyecek olsam, aslında hissettiklerimin yoğunluğuna bir açıklama getirecek hiçbir şey bulamayacaktım o resimde. Tepede mavi bir gökyüzü parçası. Aşağıda beyazımsı sis. Gerisi, dalga dalga bulutlar. Güneş ışığının vurduğu yerleri beyaz, en az gölgeli kısımları soluk bir yeşil, en yoğun ve güneşin en uzağında kalan yerleri koyu yeşil, neredeyse siyah. Mavi, beyaz, turkuaz, yeşilimsi siyah. Hepsi buydu.”
Karl Ove’yi ağlatan resim, John Constable’ın 1821-22 yaz aylarında yaptığı ve günümüze ancak altmış-yetmiş tanesi kalabilmiş yüzden fazla “gökyüzü” resminden biriydi. Daha doğrusu, “gökyüzü” resimlerinin, bazı Constable uzmanlarının “bulut etüdü” başlığı altında ayrıca ele almayı doğru buldukları, bulutlardan başka hiçbir şeyi (kara parçası, ağaç, vs.) içermeyenlerinden biri. Constable dışarı, açık havaya çıkıyor, sırtüstü yere yatıyor, ortalama bir saat içinde göğe bakarak eskizini yapıp notlarını alıyor (“Skying” diyordu yaptığı bu işe, yavan bir çeviriyle “Gökleme”), sonra da içeri, atölyesine giriyor ve asıl resmi orada yapıyordu. Dışarıda daha uzun kalmamasının bir sebebi döneminin teknik zorluklarıydı (David Hockney’e göre bu zorlukların başta gelenlerinden biri, kısa bir süre sonra empresyonizmi mümkün kılacak olan o basit icadın, “tüp boya”nın yokluğuydu), bir başka sebebi bulutların sürekli hareket halinde oldukları için en durgun havada bile eskizden fazlasına pek izin vermemeleri, bir diğer sebebi de Constable’ın resmine katmak istediği hayal gücünü dışarıda, açık havada değil, ancak içeride, atölyesinde bulabilmesiydi. “Resim,” diyordu dostu John Fisher’a yazdığı ünlü bir mektupta, “duygunun bir diğer adıdır.”
Adıymış. Bir zamanlar. Sanat duygularla yapılan ve duygulara hitap eden bir şey olmaktan çıkalı çok oluyor. Tek başına “duygu” diye bir şeyden söz edemiyoruz artık, “abartılı duygu” diye bir şey var sadece (kaşları hemen kalkıyor). Tıpkı güzellik gibi bütün çeşitliliğiyle duygu da çoktandır hurafe olduğu açıkça ispatlanmış bir kör inanç muamelesi görüyor (gözlerini küçümsemeyle deviriyorlar). İçimizdeki bir türlü ehlileşmeyen hayvanın tepkileri gibi görülüyor duygular (yüzlerini buruşturuyorlar). Melodramla, sömürüyle, gerçekler karşısındaki körlükle, zayıflıkla, aklın askıya alınmasıyla, kapılıp gitmeyle eşitleniyor (can sıkıntısıyla iç çekiyorlar). Odanda, tek başınayken ne yaparsan yap, ister mutluluktan bağır, ister heyecandan ne yapacağını şaşır, ister hasretten yerinde durama, ister... hüzünden ağla diyor (ve kapıyı çarpıp çıkıyorlar).
Naif ya da eski kafalı bulunmayı göze alarak sanatla ilgili tek ölçütünün kendisinde uyandırdığı duygu olduğunu söylerken, Karl Ove duyguya (duygulanmaya) reva görülmüş bu sefil kadere itiraz ediyor elbette. Ama uzun kitabı boyunca daha onlarcasına rastladığımız, sebepleri birbirinden farklı ağlama sahnelerinin hepsini birden düşününce, asıl itirazının başka bir şeye olduğunu anlıyoruz: Bir erkeğin ağlamaktan duyduğu korkuya, ağladığını gizleme telaşına, ağladığında içini dolduran yıkıcı utanç duygusuna. Min Kamp’ı dolduran (pek azı ferahlatıcı) o “ağladım”, “ağlamaya başladım”, “gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı” ve “hıçkıra hıçkıra ağlıyordum”ların yeni bir tanesiyle her karşılaştığımızda, kitabın aslında tek bir büyük ağlamanın uzun süren açıklaması olduğunu, Karl Ove’nin yaptığı en önemli şeylerden birinin “erkekler ağlamaz” yasağını çiğneyerek herkesin önünde ağlama cesaretini göstermek olduğunu biraz daha iyi anlıyoruz. (Tıpkı Hollandalı sanatçı Bas Jan Ader’in kamera karşısında bilinmeyen bir sebepten uzun uzun ağladığı videosu “Sana çok üzülerek söylüyorum ki”de olduğu gibi.)
Aslında bütün bunları aklıma getiren, iki büyük şairin yakın zamanda okuduğum birer şiiri oldu. İlki, Amerikan şiirinin yaşayan babalarından (huysuz, acımasız ve evlatlarıyla arası bozuk bir baba) Frederick Seidel’dan (“Timsahın Sırtına Konmuş Kuş”): “Adamın birinin ağlamaya başladığını gördü bir seferinde / ve tam zamanında kendini tuttuğunu / Çünkü erkeklerin bir türü için ağlamak, haklı olarak, bir suç olarak görülüyordu”. Duyguları üzerindeki hâkimiyetini kaybetme, hafifleşme, çocukluğundan beri burnu sürtüle sürtüle kafasına soktuğu o kanun hükmündeki bilgiyi bir zayıflık anında unutma suçu. Babasının ağladığını görmesinden korka korka büyüyüp, babasının ağladığını görmekten korka korka yaşlanan ve sonunda, bir gün babası öldüğünde de “tam zamanında kendini tut”mayı başaran erkek türü. O erkek türünün başına hayat boyu ancak birkaç kere gelen, bütün gücüyle unutmaya çalıştığı, unutmayı bir türlü başaramadığında da kısa süren bir içlilik anında, kekeleyerek, evet, bir keresinde kendisinin de başına geldiğini itiraf ettiği felaket. (Lolita’nın Humbert’ının okuyucuları şaşkına uğratacağını zannettiği itirafı: “...ağladım. Evet sayın jüri üyeleri, bayanlar, baylar –ağladım.”)
İkincisi, yine büyük bir Amerikalı şairin, 2015 Mayıs’ında ölen Franz Wright’ın “Otobüste” isimli şiiri: “Şu basit talimata uy yalnızca / olur da buraya geleceğin tutarsa. / Hatırlaması kolay –her salak hatırlayabilir. / Ağlama, / bizi terk edip gitti dünya.” Wright’ın başka bir şiirinde (“Ağıt: Erkek Çocuk”) çok sevdiği Leonard Michaels’tan naklettiği sözle beraber okumak lazım bu mısraları: “Nasıl ağlanmayacağını öğrendiğimiz anda, içimizde bir başka insan büyümeye başlar.” Belki de bu yüzden, içlerinde ağlamak isteyeni ağlamaktan kurtarmaya çalışan bir ikinci kişi daha olduğu için, çoğu erkeğin yüzünde o acıklı ifadeyi görüyoruz: hafif kızarık gözler, belli belirsiz titreyen dudaklar, zoraki, çarpık bir gülümseme. Diğer erkekler kadar, aslında daha da çok, kadınların gözünden düşme ihtimalidir o erkeğin yüzünü o hale getiren: her şeyin sona ereceği, her şeyini kaybedeceği, başkalarının hatırında da kendi hatırında da artık hep o halde, yaşlı gözleriyle, hıçkırıklarıyla, duygularına teslim olduğu anın resmiyle kalma korkusu. Sonraları “az kalsın ağlıyordum...” ya da “hatta bir ara ağlayacağımı sandım...” diyerek söz edebileceklerini düşündükleri o yoğun anı, tahminlerinin aksine, yağmura şemsiyesiz yakalanmış gibi ağlayarak yaşayan erkekler: bir pastane masasında az önce daha fazla devam edemeyeceğini, ayrılmak istediğini söyleyen sevgilisine gözyaşları içinde “bırakma beni...” diye yalvaran adam, karısı ve çocuğuyla beraber akşam vakti dalgın dalgın bir televizyon filmi seyrederken birden, olmadık bir sahnede gözlerinden yaşlar süzülmeye başlayan adam, bir fotoğrafa ya da bir resme ya da bir akşamüstü manzarasına bakarken yaralanmış gibi hıçkırmaya başlayan bir başka adam.
Elbette erkeklik diye tek bir şey yok, “erkeklikler” var (Seidel’in söz ettiğinden başka “erkek türleri”) ve ağlamayı erkekliğine halel getirmeden, yakışıklılığa usturuplu bir şekilde kırılganlığı ekleyen bir süs gibi taşıyabilmiş erkeklerin yüzlerini de tanıyoruz (James Dean ya da Kadir İnanır) ama o bana başka bir bahis gibi geliyor: Erkeğin iç dünyasına bir esrarengizlik, muamma çekiciliği, derinlik gibi görünen (ve bazen gerçekten derinlik de olabilen) bir belirsizlik katan, başka türlü gözyaşları onlar. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ta “Gözyaşları içindeki bir erkek niye telaşlandırır bizi?” diye sorduktan sonra söylediği gibi, içimizi bir çaresizlik duygusuyla dolduran, o adamın “tıpkı dünyanın sonuna gelir gibi yapılabilecek şeylerin sonuna geldiğini” hissettiren, dikkatimizi bir erkeğin de pekâlâ ağlayabileceği gerçeğine değil, bir erkeği, hem de böyle bir erkeği bile ağlayacak raddeye getirebilmiş olan feleğin acımasızlığına çeviren gözyaşları.
Knausgård’ın gözyaşlarıysa sıradan, hiçbir büyüsü olmayan, tutmaya çalışmadığı, sebepleri belli (kayıp, hasret, acı, hüzün), sebebi biraz belirsiz olduğunda da (Constable’ın bulutları) hemen anlamaya çalıştığı gözyaşları. Ağlarken ne erkekliğinden bir şeyler eksildiğini hissediyor Karl Ove ne de erkekliğine bir şeyler eklendiğini. İçinden her geldiğinde kelimenin olabilecek en düz anlamıyla ağlıyor ve nasıl ya da niye ağladığı konusuyla fazla ilgilenmeden yoluna devam ediyor –daha anlatacak çok fazla şeyi var çünkü ve ağlamak da anlattıkça sıradanlığını daha iyi duyurduğu bir sürü şeyden sadece biri.
Duygularını küçümsemiyor Karl Ove. Dışarı çıkıp yaşıyor, içeri girip yazıyor ve roman, en azından Kavgam’da, duygunun bir diğer adı oluveriyor.