Kendini tarih dışı, bağlam dışı görmeye fazla hevesli bir gençliğin, anne babalarının kuşağından pek de farklı olmadığının itirafı: Kıymetli Şeylerin Tanzimi
24 Mayıs 2018 14:05
“Limanda bilinen gemiler, oysa açıklardadır”
Behçet Necatigil
James Wood’un 11 Eylül’den hemen sonra kaleme aldığı meşhur edebiyat eleştirisi1 zamanının önde gelen Anglosakson yazarlarına şunu soruyordu: “Bana şunu söyleyin, ne hissediyorlar.” Bunu “histerik realizm” diye tanımladığı bir eğilimi alaşağı etmek, ona saldırmak için provokatif bir tarzda soruyordu. Derdi şuydu: edebiyatta yeni bir kuşak geldi, şimdi onlar dertlerini söylüyorlar ama romanları bin bir türlü karakter ve alışılmadık olaylar ile dopdolu olmasına rağmen, insanların basitçe bir şeylerle ilgili ne hissettiklerini aktarmakta başarısız...
Benzer bir eğilim 2000 sonrası Türk romanında da var ama bu hem başka bir yazının konusu hem de asıl soru hâlâ daha ilginç. Çünkü bu, aslında her zaman açıkça sorulmayan ama okurlar, yazarlar, bütün bir kültür endüstrisi ve nihayet toplum tarafından (kulağa biraz naifçe gelse de, yine de) merak edilen bir soru. “Genç” yazarlar dünyayı nasıl görüyorlar ve ne hissediyorlar bütün bunların içinde olmaktan? Bu insanlar kendilerine düşen yaşamdan ne aldılar ve şimdi ne söylüyorlar bize? İşte, Sezen Ünlüönen’in geçen sene yayımlanan Kıymetli Şeylerin Tanzimi romanı, bu soruya bir cevap olarak da okunabileceği için de değerli. Roman, bir o sahneye bir bu sahneye atlayan parçalı yapısına ve pek çok karakterine rağmen, kendisini yalnızca bu curcunayı anlatmaya kaptırmıyor, yani Wood’un dikkat çektiği eksiklikten mustarip değil. Karakterlerini seven bir anlatımı, onları yalnızca çarpıcı özellikleri ve hikâyeyi renklendirmeleri için bir motif olarak kullanmayan bir yapısı var. Tek tek iç dünyalarına girip çıkabiliyor. Ve bu olup bitenler bir insanlık komedyasına -işte biz insanlar!- evrilir gibi dururken, aslında bir dip duygu -ki yazının devamında bunu eşeleyeceğiz- romanın şimdi ve burada olmaya dair hissiyatını belirliyor.
Belki kendi kuşağını temsil etme iddiasını, tersine iddiasız olduğunu söyleyen alçak perdeden mütevazı bir başlık ile savuşturuyor. Ancak bunun da daha iyisini yapıyor -sonda söyleneceği başta söyleyeyim- kendi kuşağını ihbar ediyor. Çeşitli tereddütlerine rağmen ve onlarla birlikte.
Türkiye’de modern roman Gürbilek’in söylediği gibi2 orta sınıf yaşantısının merkezinde duran eve diktiyse gözünü, buradan hareketle evden kaçmanın ve bu kaçma arzusunun romanıysa eğer; Kıymetli Şeylerin Tanzimi’ni de hem gözünü diktiği bu ev hem de aile ile kurulan gelgitli ilişkiden hareketle bu arzunun kiplerini dışa vurması üzerinden okumak verimli olacaktır.
Roman bu bağlamda manidar bir bölümle açılıyor. Sinematik bir bakış bizi alıp kâh otobüs kâh vapur kullanarak (demek ki toplu taşıma da kullanan orta sınıf bir bakış bu) yokuşları tırmanarak bir sonraki bölümde tüm ailenin toplanıp yemek yiyeceği Muhabbet Apartmanı’ndaki daireye götürüyor. Sevim ve Fırat Karemin’in (Karenina?) İstanbul’daki evli ve çocuklu pek çok aileninkine benzeyen evleri burası. Bir hırsız-göz gibi daireyi kolaçan ederiz, bu alelâde evin detaylarına bakarız; yine de evde o “insanın gözünü ısıran bir şeyler”i seçemeyiz -sahi nedir o?- yahut yatak odasına bakamayız. Roman, hemen başlangıcında, odak noktasının bu ev ve aile mefhumu altında, bu evde öbeklenen insanlar olacağını açık eder. Romanın bariz merkezi burasıdır. Sevim ile Fırat’ın yürümeyen evliliği, Fırat’ın abisi Demir’in yaşam mağlubiyeti ve bunu yazarak sağaltmaya çalışması, yeğenlerin -Mert ve Ezgi- yeni nesil tatminsizlikleri, Mert ile yakınlaşan okuldan arkadaşı Gülendam’ın bir başka aile durumları ve bütün bunların arasında tüm yabansılığıyla bir nabız gibi atıp duran, esneyip gerilen Ward Hart Buz Sahanlığı.
Yalnız buraya bir şerh koymak gerekiyor. Kitap neşeli bir bizim evin hâlleri romanı değil. “Biraz öyle biraz böyle işte biz böyleyiz” romanı da değil. Evin kuytusuna köşesine erişmeye çalışan, saklı odalarını açan bir roman. Çünkü bu coğrafyada, modern romanın bilinç dışındaki nihai gizli arzu evden kaçışsa eğer, önce şöyle bir hakkıyla evi de incelemek, o ailemizin karakterlerini ince ince doğramak ve belki o bize özgü mutsuzluğumuzla ilgili birkaç ipucu da yakalamak gerekir. Ancak bundan sonra ev yaşamı denilen mahallî ve iç kıyıcı şeyin defterini dürüp hareket edebiliriz. Kitabın ismi bu çabaya ilişkin ikircikli hissi de yansıtıyor. Kıymetli olmasına kıymetliler. Ancak “tanzim” ediyoruz (“düzenlenişi” denilse daha soğuk kaçacak, eski Türkçe yabancı-oluş’a bir merhem kimi zaman), etmemiz gerekli anlamak için. Bir tümörü inceler gibi ya da her şey olup bittikten sonra dolaptaki kıymetli ama artık faydasız ıvır zıvırı toparlamak gibi bir iş. Bir suçluluk hissi ve telafi çabası da seziliyor burada. Ama evden kaçmanın kefareti nasıl ödenebilir ki?
Roman bize evi tanıttıktan sonra, “Cümbür Cemaat” adlı bölümle kalabalık bir aile yemeğine geçiyor. Burada ailenin üyelerini tanıyoruz ve aralarındaki ilişkileri görüyoruz. Kitabın devamı bu büyük ailenin fertlerinin hayatlarından farklı farklı sahnelerden oluşuyor. Ancak bir karakter -bu ailenin dışından olan- roman ilerledikçe rol çalmaya başlıyor ve romanın gizli merkezini oluşturuyor. O da Gülendam. Bu üst orta sınıf aileye göre, hem kültürel hem ekonomik olarak daha alt tabakadan gelen bir kız. Mert’in üniversiteden arkadaşı. Onunla birlikte olduğu için ailenin radarına girse de zamanla kendi apayrı aile hikâyesi ile romanda önem kazanıyor. Annesi o küçük yaştayken kaçıp gitmiş, bu yüzden yalnızca babası ile yaşayan ama yine de başına buyruk kalmış bir genç. Onun bakış açısından, Mert’in ya da yurt dışında okuyup yurda dönmüş Ezgi’nin, bu memleket şartlarında ayrıcalıklı sayılabilecek yaşamlarını daha eleştirel bir mesafeden görebiliyoruz.
İmdi. Kitaptaki ne bu “aile tarihi” ne de onun etrafındaki irili ufaklı hikâyeler aslında yeterince dramatik olabiliyorlar. Yanlış anlaşılmasın. Ayrılmalar, barışmalar ve çatışmalar yeterince var. Hepsi yerli yerinde. Ancak tuhaf bir şekilde bunların bütünü gerçek bir çatışmayı takip etmenin yaratacağı etkiyi uyandırmıyor. Sorumuz şu: Peki, niye bu böyle? Kitaptaki olayları niçin bir aciliyet ve ciddiyet duygusuyla değil de lakayt bir hâlde takip ediyoruz? Basitçe, kitap bu tarz bir roman olduğu için mi yani yaşamdan kesitler sunan ancak çatışmalarının bizi bir hakikat ânına hazırlamadığı bir kitap; yoksa bir tercihten öte romana içkin sebepler de bulabilir miyiz?
Romanı “daha ağırlıksız” kılan sebeplerden bir tanesi şu olabilir: Anlatım, roman ilerledikç, Gülendam’ın etrafında dolanıp onun duygu durumuna odaklandıkça, aslında onun dünya görüşünü de benimsiyor ve ona akort oluyor. Peki, onun dünya görüşü nedir? O daha küçükken annesi evi terk etmiş ve anneden bir daha haber alınamamış. Babası bu durumu zamanla kabullenip kadını takip etmemiş yahut bir intikam hissi geliştirmemiş. Şimdi, bu durumdaki bir çocuk büyüyüp nasıl bir insan olur?
“Gülendam, çocukluğunda başından geçenlerden sonra karamsar, kötümser, şüpheci bir insan olabilirdi. Acılaşmış, küskün, saldırgan, yırtıcı, yıkıcı bir insana dönüşebilirdi… Ama tüm bunların yerine Gülendam (yıllar, yıllar süren acılı bir sürecin sonunda da olsa) annesinin iyi bir insan olduğuna inanmayı seçti. İyi insanlar da bize anlamsız, acımasız, vicdansızca gelen şeyler yapabilirlerdi...”
“... onu olabileceği pek çok şey yerine yumuşak, şefkatli, hoşgörülü, neredeyse her şeyi bağışlamaya hazır bir insan yaptı. Her an herhangi bir yerden gelebilecek bir kazığı bekleyip kendine eziyet etmek yerine Gülendam, insanların iyi olduklarına, göründükleri gibi olduklarına inanmayı seçti”3
Demek ki Gülendam’ın duygusal eğitimi bu şekilde gerçekleşmiş. Annenin kaybı karşısında dünyaya verdiği cevap bu olmuş. Burada neredeyse kökensel bir hayal kırıklığı var. Asıl yıkım çoktan gerçekleşmiş ve sonrasında dünyaya müşfik, affedici ve yadırgamaz bir tonda bakmaya başlamış. Çünkü ne olsa, bu nihai felaketin şiddeti ile boy ölçüşemez. (Diğer bir dikkat çekici unsur da trajik bilinç, trajik olayın sonrasında gelişiyor tersi olacağına. Trajedi yeni bir yaşam görüşünü doğuruyor.). İşte, annenin kaybı karşısındaki bu tutum yavaş yavaş romana da sirayet eden bir ses oluyor. Hiçbir şey yeterince hayatî ve de zaruri olamıyor. Romanı da büyümüş yazar olmuş bir Gülendam yazmış gibidir, onun yaşama karşı tutumu romanın anlatımına da damgasını vurmuş.
Burada James Wood’un başta alıntıladığım sorusunun potansiyel bir yanıtına denk geldiğimizi görebiliriz. Üstelik yalnızca belirli bir karakterin iç dünyasının ve duygularının açımlanması söz konusu değildir. Çünkü şu da iddia edilebilir: Daha çok bir kuşağın hayat görüşünün de kristalleştiği bir bölümdür Gülendam’ın gelişiminin açıklandığı yer. Temel bir hayal kırıklığı mevcuttur. Bu dünya böyle olmamalıydı hissi gibi. (Bu hissi besleyenlerde hiçbir değişiklik olmamasından da: ülkenin siyasî durumu ve hukuksuz toplum, geri dönüşü olmayacak ekolojik felaketler, tekno-endüstriyel ileri kapitalizm ve bütün bunların sonucu olarak öznenin ve anlamın çözülmesi, araçsal/çıkarsal aklın egemenliği, bildiğimiz dünyanın sonu, vesaire). Geriye doğru ne takibi ne de tamiri mümkündür. Bunun karşısında ise hayatın işleyişi ile ilgili bir görüş benimsenir. Daha çok stoik düşünceyi anımsatan bir yaşam felsefesidir aslında. Buna göre, başımıza gelenler genellikle zaten acı olaylar oldukları için acı vermezler. Daha çok bizim bakış açımız ve onlara ilişkin kanaatimiz belirleyicidir. Değiştirebileceğimiz de çoklukla budur.4
Şimdi romanın trajik eşiğe/potansiyele erişememesinin bir diğer yanıtına da geçebiliriz. Bu cevap yine başlangıçta öne sürdüğümüz bir diğer soru ile ilişkilidir: Evden kaçmanın kefareti nasıl ödenebilir? Bu soru şu yüzden önemli: Gürbilek’in formülünü dikkate alırsak, bu soruya verilen cevabın aslında modern romanımızın bel kemiğini oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Bu arzu ile nasıl başa çıkılır, bunu gerçekleştirmek ne pahasına olur? Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nde çözüm bir çeşit “aphanisis”5 olarak beliriyor. Mutlak bir yok oluş değil belki ama bir geri çekiliş ve arzunun çözülmesi şeklinde. Çünkü suçluluk hissini bastırmanın bir yolu da elde edilenin o kadar da değerli olmadığına kendini inandırmaktan geçer. Gülendam’ın stratejisi ile -zaman zaman hepimizin de stratejisi- her şeyi yeterince sarsıcı ya da zararlı olamayacakları bir seviyede sabitlediğinizde, bunun iki faydası olur: birincisi dünya ehlileştirilmiştir ve artık size kimse dokunamaz, güvenli bir mesafedesinizdir, ikincisi evden kaçma/çıkma arzusunun yarattığı ihanet hissi, “dışarıdakiler de o kadar da kıymetli değil aslında” telkini ile yatıştırılır. Kısaca, dünyanın değersizleştirilmesi pahasına evden kaçılır. Ya da bu arzuya sahip olunur. Ödenen bedel budur. Kıymetli olan ise geride bırakılan, bırakılmak istenendir. Onların tanzimi ile bir saygı duruşunda bulunmak da yüreği hafifletir. Bu çerçevede, roman harekete muhtaç arzuyu arızaya uğratarak onu düşük bir frekansa indirir. Böylece dünya soluklaşır, çatışmalar da yeterince kamaşamaz.
Bu iki yanıt temel sorumuzun açtığı alanı doldurmaya aday ve aynı zamanda romanın anahtar bir bölümünün işlevini, romanın gizli merkezini açıklamaya yaradığı için de kıymetli.
Romanın, hadi söyleyelim “yükseldiği” bir diğer bölüm de ailenin genç kuşak fertlerinden Ezgi’nin bir parçası olduğu “Mecmua” adlı online derginin akıbetinin anlatıldığı bölüm. Burada yalnızca bu girişimin sonu değil, bu ve buna benzer nice girişimin bir tahlili ve onların gerisinde yatan, yaratıcılarının hayatlarının da bir muhasebesi yapılıyor. Üst orta sınıf ailelerin ayrıcalıklı çocuklarının bu hevesleri niye böyle sonlanıyor sorusuna bir cevap aranıyor:
“Varoluşlarının her sahasında iliğini kemiğini emdikleri bu dünyaya; kendileri nadide çiçekler gibi yeşerip serpilsin diye bütün imkanları önlerine serilmiş bu hayata, bunca yatırım, onca emek, bu kadar para, böyle ilgi, bu denli desteğin ardından birer instagram hesabı ve dinledikleri müziklerin ‘seçkinliği’nden başka bir şey sunamıyor olmaları, kendi kabahatleri değildi elbette.”
“Fikret Bey’e ne kadar anlaşılmaz görünürse görüsün … ‘Mecmua’ bir varoluş biçimi olarak aslında ne uçuk, ne alışılmadık, ne de anlaşılmazdı. Ezgi’nin seçimleri, dergisi, hayatı son tahlilde kendi evliliklerinin, kızlarına dayattıkları hayatın aynısının yurtdışı görmüşü, kolejde okumuşuydu. Eninde sonunda herkes kendini etrafına uyduruyor, yuvarlanıp gidiyordu.”6
Aslında bu okumayı fazla dar bir zümreye (kentli, eğitimli, üst-orta sınıf, referansı Batı olan) hapsetmeyip genişletirsek, kitabın Türkiye’deki genç kuşak ile olan ilişkisi daha verimli bir zemine oturuyor. Kendini tarih dışı, bağlam dışı görmeye fazla hevesli bir gençliği, anne babalarının kuşağından pek de farklı olmayan, onların uzantısı ama çok da ötesi olmayan bir tarihsel/sosyolojik perspektifte okumak, böyle bir çerçeveye yerleştirmek yerinde bir tepki. “Uzay çağı,” “bilgi toplumu,” “bu çocuklar bir acayip” ama biraz da “hayal kırıklığı mı acaba”lar ya da “yaşamasızlar mı acaba”lar. Böyle bakınca, bir kuşağın aslında o kadar da farklı olmadığının itirafı bu roman. Tabii, bu itiraf iyicil/evcil bir “bakın, o kadar da farklı değiliz”i söyleyecebileceği gibi, yalnızca tuhaf-marjinal-kopuk olmayan bir kuşağın benzer araçlar ile incelenebilmesini de ikna edici kılar. Ekonomik ve kültürel ilişkileri, değerleri adlandırıldığında yani. Burada bir düşünümsellik7 imkânı gizlidir. Zamanın aynasında kendini görmek her ne kadar bir kısıtlanmışlık hissi yaratsa da sömürü ve istismarın görünür kılınması ancak bu bakış ile mümkündür. İşte, Kıymetli Şeylerin Tanzimi aynı zamanda bu bakışı atmaya cesareti olan bir roman.