Alain Badiou, Platon’un Devleti’ndeki kritik müdahalesini Gerçek Yaşam’da da yineler: İnsanlık tarihi boyunca adı her fırsatta silinmiş olan kızları sahneye çağırır
12 Ekim 2017 14:00
Sokrates, politeia üzerine konuşmak üzere gençleri etrafına topladığında ilginç bir biçimde şehrin (polis’in) fiziksel sınırlarının dışındadırlar. Siteden uzaklaşmak isteyen gençler denize, Atina’nın liman bölgesi olan Pire’ye gitmişlerdir. Bu esnada Pire’deyse bir şenlik vardır. Ateşler yakılıp alaylar sokaklarda dolaşırken, gençler ve Sokrates çok uzaktadır insanlardan. Olup biteni karşıdan izlerler. Gösterinin çekiciliğine karşı düşüncenin mesafeliliği ilk kez bu satırlarla sahneye taşınır. Erdem, adalet ve siyaset üzerine Pire’de başlayan bu sohbet limandan epey uzak bir yerde biter.
Tarihin gördüğü en büyük ironistlerden biri olan Platon’un ilk “şakası” bu sanırım: Şehrin dinsel bayramına, düşünsel geleneklerine, mitolojik evrenin entelektüel düzenine sırt çevirişi metaforik değil, tam da fizikî bir uzaklaşmayla başlar. Bu anlamda felsefe, evde doğmamıştır.
Her şaka, zihinsel bir mesafelenme, askıya alma girişimidir. Fikre, karşı fikirle cevap verirken bambaşka bir sapağı işaret etme, önüne sürülen seçeneğe neşeyle kısa devre yaptırma ve ara yola sapma çabasıdır. Öyle ki, tarihin en büyük “şakacı”larından biri olan Friedrich Nietzsche, kavramanın (intelligere), gülme (ridere), acıma (ludere) ve iğrenmenin (detestori) bir bileşimi olduğunu söyler. Bunların her biri de zihnin önündeki nesneye mesafe almasının bir biçimidir. Güzergâhları farklı olsa da, hedefleri aynıdır: Kendi üzerine kıvrılarak nesneyi bir dolayımla kavramak ve böylelikle başa dönünce yeniden ele alabilmek. Öyleyse “uzaklaşmak”, şehir ve gelenekleri üzerine düşünmenin yegâne yoludur; ister gülerek, ister acıyarak, ister iğrenerek.
Sokrates’ten yüzyıllarca sonra entelektüel üzerine düşünmüş en önemli isimlerden biri olan Edward Said, bunu bambaşka bir metafor setiyle açıklar. (İlginçtir; “metafor” sözcüğünün kendisi de bir nesneyi, bir sözcüğü dil içinde bir yerden alıp başka bir yere taşımayı, bir tür mesafeyi bünyesinde barındırır.) Said, entelektüeli bir sürgün, marjinal ve amatör olarak tanımlar. Bu, Sokratesçi tutumun modern terimlerle yeniden formüle edilmesinden başka bir şey değildir. Entelektüel bir kez daha yerinden ayrılmaya, kara kamunun kanaatlerinden uzaklaşmaya, bir yabancı ve sürgün olmaya mahkûm edilmiştir. Bu gönüllü mahkûmluk, onun bağımsızlığının bir simgesi olmakla kalmaz, aynı zamanda bir “geleneğin” ifadesidir de. Düşüncenin hiçbir zaman hiçbir yerde sevilmeyeceğini unutmamak üzere “bıçak darbesiyle yırtılmış palto”sunu yanından eksik etmeyen Spinoza gibi, Said de özgür düşüncenin suç muamelesi gördüğü kültürlerde bir cüzzamlı muamelesine maruz kalmanın “normalliği”, keyif kaçırmanın keyfi ve riski üzerine gayet ciddi bir biçimde konuşur sayfalar boyunca.
Bu yerleşik yabancı, simgesel bir sürgünle düşünsel bir teyakkuzdan mülhemdir. Entelektüel, sorgulanmadan kabullenmiş fikirlerin perdesini kaldırdığı için sürgüne (ve bazen de ölüme) gönderilirken, dezavantajını avantaja çevirir: Huzursuzlukla tedirginliği düşünsel bir araç haline getirir. Düşünce daima hareket hâlindedir. İkameti harekete yazılıdır; bu yüzden de kendinden önce açılmış yollara gülüp geçmek, bunları terk etmek ve hatta yoldan çıkmak ethos’unun aslî bileşenidir. “Ev sahibi olmamam, iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir” diyen Nietzsche’ye göndermeyle Theodor Adorno’nun da dediği gibi, “Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi ‘evimizde’ hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır.”
Alain Badiou’nun Işık Ergüden’in leziz çevirisiyle yayımlanan Gerçek Yaşam kitabını Sokrates’ten Said’e uzanan bu geleneğin bir parçası olarak görebiliriz. Gençleri yoldan çıkarma ve kutsallara saygısızlık etme suçlamasıyla karşı karşıya kalan Sokrates, “savunma”sını yerleşik geleneklere yönelik bir saldırıya dönüştürürken, önümüzdeki haliyle dünyayı değiştirmenin gereğini ve gücünü anlatmakla kalmamış; aynı zamanda kendisini yargılayanları bir şaka malzemesi hâline getirmişti. Tarihin uzun hafızasında gülünç duruma düşen özgür düşüncenin düşmanları olurken, ölümüne yol açan bu tartışma (“Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir” deyişini anımsayalım) insanlığın en sağlam geleneklerinden birinin inşası için ilk taşı zihinlere yerleştirmişti bile.
Badiou, Sokrates’in gençleri yoldan çıkarma girişiminin şanla şöhretle, parayla ve iktidarla bir ilişkisi olmadığını söylerken gençliğin iki temel düşmanından söz eder: Bunlardan ilki, anlık yaşama, gündelik olana kapılarak tüm anlamların yitirildiği bir tür nihilist evrene hapsolmak; ikincisiyse bunun tam tersine mevcut düzende sağlam bir yer kapma çabasıdır. Bunların her ikisi de, gençleri gerçek yaşamdan ve bu yaşamı kavramaktan uzaklaştıran sahte birer vahadır.
Bu ciddi uyarıdan sonra Badiou de şakacılığını gösterir ve sıra dışı bir formül önerir: “Günümüz yetişkinlerine karşı gençlerle yaşlıların ittifakını oluşturacak geniş bir gösteri örgütlemek” (s. 31). Tuzu kuru kırklıklara, elliliklere karşı girilen bu ittifak, Sokratesçi formülü anımsatır: Şehrin dışına çıkıp gerontokrasiye karşı gençlerle birlik olmak gerekir. Böylelikle uzlaşmaz gibi görünen iki farklı deneyimin yarattığı kıvılcım, eşitsizlik makinesi olarak hiyerarşik siyasetin otomatikleşen işleyişini sekteye uğratacaktır. Tabii böylesi bir girişim karşısında yaşlılar gençleri yoldan çıkarmakla, gençlerse haddini bilmemekle suçlanacaktır. Herkesi simgesel olarak “ait olduğu yere iade eden” bu hiyerarşik makine, ok misali fırlattığı klişeleriyle siyasal konforumuzun bozulmaması için elinden geleni yapar. Öznelliklerin üzeri çizilir, simgesel roller şematikleşir; sonuçta önemli olan sistemin “kusursuz” işleyişidir. Oysaki genç buna kategorik olarak karşı çıkabilecek yegâne kişidir.
Badiou, hiyerarşik makinenin erkek çocuklarının saldırganlığını sistemin lehine örgütlemede ilk adımın askerlik olduğuna dikkati çeker. Böylece şiddet tekeli, kendisine bir zemin bulmakla kalmaz, aynı zamanda potansiyel failini de icat etmiş olur. Elbette, bu yalnızca ilk adımdır. Ardından pek çok geleneksel kodun yeniden üretilmesini sağlayacak olan iş bulma ve aile kurma gelir. Böylece döngü tamamlanır. Oğlanın güya “erkekliğe” adım atmasını sağlayan bu inisiyasyon, aslında tam aksine erkeğin bir tür ebedî oğlan kalmasına yol açacak bir sakatlamadır; baştan aşağı İki’nin yokluğuna dayanan narsisistik bir onaylanma adımından ibarettir. Benliğin hiyerarşik makineye uygun bir dişli hâline gelmesi, oğlanın aynı zamanda tüketime hazır olduğunu gösterir. Artık midesiyle ailesinin cebi arasında organik bir boru olan potansiyel bir müşteri değil, fiili bir tüketicidir. Adına “kariyer” ve “statü” denen parlak ambalajlar, bu tüketim çılgınlığını gizler. Parayı ve rekabeti öznelliğin kurucu öğesi hâline getirmek için kat edilen bu uzun yol, oğlan çocuklarını başkasına muhtaç olmayan, her şeye muktedir ve her şeye hakkı olan “ideal” bir kişiyle özdeşleşmeye davet eder. Bu simgeselleştirmeyi tökezletme potansiyeli olan her durumsa saldırganlıkla yanıtlanır. Bu yüzden İki’yi içeren deneyimlerde planlarının dışına çıkılması, erkekleri yeniden çocuğa dönüştüren bir kabullenmeme jestini doğurur. Ezeli ergenlik, bu tavrın evin temel tuğlası haline getirilmesidir.
Badiou, Platon’un Devleti’ndeki kritik müdahalesini Gerçek Yaşam’da da yineler: İnsanlık tarihi boyunca adı her fırsatta silinmiş olan kızları sahneye çağırır. Ne var ki, bu yarım bir çağrıdır; daha doğrusu, bölünmüş bir figürü çağırır sahneye. Evet, genç kadınlar eskiden olduğu gibi “eril dolayım”la, yani evlilik yüzüğünün içinden geçerek çıkmaz sahneye ama bu özerklik, kadının başka bir dolayımın ağına yakalanmadığı anlamına da gelmez. Gelenekteki simgesel rolü, feminist mücadele sayesinde büyük oranda değişmiş olsa da kadına yönelen tehdit okları azalmamıştır. Günümüzde genç kadının karşı karşıya kaldığı en temel tehlike, gençliğini yaşamadan mecburi bir olgunlaşma sürecinin içine itilmesidir. Genç kadınların çocukluğunu elinden alan bu düzenek, ezelî ergenleri kontrol etmek zorunda bırakılmış ebedî bir anne yaratır. Bu rolün niteliklerini yaşamın her aşamasına yayarak, genç kadını kendinden başka herkese ve her şeye ihtimam göstermek zorunda olan birine dönüştürür.
Sonuç olarak, Badiou çağdaş toplumun kız ve oğlanları iki imkânsızın buyruğu altında yaşamaya mecbur bıraktığını söyler: Bu simgesel düzenekte genç kadınların çocukluğunu yaşamaları, oğlanlarınsa büyümeleri imkânsızdır. O halde yoldan çıkmak, İdea’sız bir yaşamı dayatan bu hiyerarşi makinesinin çizdiği rotayı terk etmek, yani bir kez daha −çiğnene çiğnene sanki başka bir yol yokmuş gibi davranmamıza neden olacak kadar egemen hâle gelen− şehrin geleneklerinden uzaklaşmak gerekir.
Filozofun son şakası budur: Felsefe, bizi tanıdık olana yabancılaştırır ve bu yabancıyı daha önce görmediğimiz, yepyeni yanlarıyla keşfetmemize olanak sağlar. Kat ettiğimiz onca yoldan, çektiğimiz onca cefadan sonra, simurg misali bulduğumuz kendimizden başkası değildir. Ne var ki, bu yepyeni bir bendir; bu yüzden de aynadaki yansımasına bakarken gülümsemektedir.