Heybeliada’yla bütünleşmiş, adada doğup büyümüş, kimi zaman adadan uzaklaşsa da her seferinde dönüp adaya gelmiş, adadan asla vazgeçmemiş ve kitaplarının çoğunda adayı konu almış bir yazar Nejat Gülen...
28 Eylül 2017 13:58
Temmuz ayında Adalı Yayınları’ndan çıkan Nejat Gülen’le Adalı Sohbetler adlı kitabı ve Heybeliada yazarı Nejat Gülen’in 90’ıncı yaşını, 26 Ağustos'ta Heybeliada’da kutladık. Heybeliada Halk Kütüphanesini Koruma Derneği’nin1 İnönü Evi’nde düzenlenen etkinlikteki söyleşiyi, çocukluğundan beri onu çok yakından tanıyan bir başka adalı yazar, Yiğit Bener gerçekleştirdi.
Yazdığım ilk paragrafta bir tuhaflık hissediyorum. Ne kadar çok “ada” vurgusu var şu kısacık iki cümlede! “Ada”, “adalı” tekrarlarını azaltmalıyım. Ama nasıl?
Heybeliada’yla bu denli bütünleşmiş, adada doğup büyümüş, kimi zaman adadan uzaklaşsa da her seferinde dönüp adaya gelmiş, adadan asla vazgeçmemiş ve kitaplarının çoğunda adayı konu almış bir yazardan söz ediyorsak, “ada” sözcüğünün onlarca kez kullanılacağını da baştan kabullenmeliyim.
Düzeltmekten vazgeçip olduğu gibi bırakıyorum.
Nejat Gülen’le Adalı Sohbetler’in önsözünü kaleme alan Gündüz Mutluay, Nejat Gülen’in bu özelliğine de değiniyor:
“Nejat Gülen niye yazıyor, ne yazıyor? Öncelikle ‘ada sevdası’na tutulmuş olduğu için yazıyor. Heybeliada’nın tarihi, anıları yok olup gitmesin de yarınlara kalsın diye yazıyor. Hikâye yazıyor, roman yazıyor, tarih yazıyor; ama hepsinde Heybeliada’yı yazıyor. Onunki adayı sevmekten öte bir şey, bir karasevda gibi.”
Doğan Hızlan ise şöyle ifade ediyor Nejat Gülen–Heybeliada ilişkisini bir yazısında: “Her Ada’nın bir uzmanı olsa ne iyi olurdu. İnanır mısınız, Nejat Gülen olmasa Heybeliada’ya böylesine bir yoğun sevgi düşünülemezdi.”
26 Ağustos günü iki yazarın alışılagelmiş söyleşisinin ötesinde bir programa, “Nejat Amca” ile “oğlu Yiğit”in nice anıyla yüklü, izleyenleri kimi zaman kahkahalarla güldüren, kimi zaman hüzünlendiren sevgi dolu ve içtenlikli paylaşımlarına tanıklık ettik. Konuşmaları öylesine inceliklerle bezeliydi ki, 10 yıl önce bu dünyadan göçen değerli Erhan Bener’in, oğlu Yiğit’le en yakın dostu Nejat Bey’i birbirlerine emanet ettiği duygusu geçti içimden.
Söyleşi sırasında sıkça değinilen Nejat Gülen’le Adalı Sohbetler kitabı, adının hakkını veren bir sohbet gibi okunuyor. Okurla aynı mesafede, karşılıklı konuşuyor havasında–ki bu özellik Nejat Gülen kitaplarının çoğunda gösteriyor kendini. Bazıları Adalı Dergisi’nde yayımlanmış olan 28 yazıyı bir araya getiren Adalı Sohbetler, adanın geçmişiyle birlikte yazarın yaşamına doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizi –ya da şöyle ifade etmeliyim: Doğasıyla, mekânları ve insanlarıyla Nejat Gülen’in anılarından süzülerek gelen “ada”, onun yaşam öyküsünün anlatıcısı aynı zamanda.
Nejat Gülen’le Adalı Sohbetler, bir anmalar kitabı. Yalnızca doktorlar, muhtarlar, Bahriyeliler, edebiyatçılar ya da bugün artık pek kimsenin hatırlamadığı sıradan insanlar değil; evler, okullar, bahçeler, sokaklar, çeşitli mekânlar, hatta deniz, balıklar ve kargalar da anılıyor bu kitapta. Papaz Okulu’ndan, nice zamandır kaderine terk edilerek çürümeye bırakılmış sanatoryuma uzanan pek çok ada mekânı, birer öykü kahramanı sanki.
Edebiyatçılara ilişkin anılarında, onları herkesin bildiği, çeşitli değerlendirmelere konu olan özelliklerinin dışında, bilinmeyen yönleriyle ele alması dikkat çekiyor. Yakın dostları olan Erhan Bener’le, Zeyyat Selimoğlu’yla, Kriton Dinçmen’le ve diğer adalı yazarlarla ilgili anılar, gözlemler ve yorumlar, edebiyat tarihi açısından da önem taşıyor.
Nejat Gülen, Heybeliada’yı yüreğiyle, teniyle, beyniyle yaşamış; yaşadıklarını, öğrendiklerini hâlâ pırıl pırıl olan belleğine kaydetmiş. Bu yüzden de hatalara karşı çok duyarlı, yeri geldiğinde bazı bilgileri düzeltmekten, gerçeği dile getirmekten çekinmiyor…
Adalı Sohbetler’i, “Nejat Gülen 90 yaşında” etkinliğinin hemen öncesinde okudum; ancak bu kitapla kalmayıp daha önce okumuş olduğum kitaplarına da döndüm yeniden. “İkinci Dünya Savaşı Başlarken Heybeliada” başlıklı yazısını okuyup Heybeliada: Dünya Savaşı Ortasında Bir Vaha’ya, buradaki bir metnin çağrışımlarıyla Leylak Kokusu, Son Uskumru, Biz Heybeli’de Her Gece adlı öykü kitaplarına ya da belgesel özelliğiyle öne çıkan Resimlerle Heybeliada’ya tekrar göz atmamak olmazdı. Anılarından, öykülerinden küçük alıntılarla oluşan yaşam öyküsü, sadece Nejat Gülen’in değil, Heybeliada’nın da öyküsü oldu böylelikle:
“Ben Heybeliadalıyım. Babam da uzun yıllar Heybeli’de yaşamış, annem de öyle. Annem Ada’ya gelin gelmiş ve ben 1927 yılında Heybeli’de doğmuşum.”
“Doğduğum evin arka bahçesinde erik ağaçları vardı, bir de üst kata tırmanan menekşe gülü. Bembeyaz, büklüm büklüm açardı; annem menekşe gülünü pek severdi. Üst katın sofasında büyük bir köşe minderi vardı, tavanda karpuz lambalı avize. Zemini çinko kaplı büyük bir balkon, karşıda Papaz Dağı, arkada denizin ötesinde Maltepe, Yakacık… Mehtapsız gecelerde deniz simsiyah, Papaz Dağı simsiyah… Karşı yakada tek tük ışıklar, bazen bir otomobilin farı parlar, deniz düzdür.”
“İlkokula başladığım 1934 yılına kadar Heybeliada’daki yaşam pek sakin, pek huzurlu idi. Üç katlı evde annem, babam ve ben yaşıyorduk. Bahçede tavuk kümesi vardı, annemin kedileri vardı ve babamın kanaryası. Hayat ucuzdu.”
“Eskiden bizim çayırda konuşulan Türkçe-Rumca arası bir “Adaca” vardı; Adalı olmayanlar bu dili bilmezler, isteseler de öğrenemezler. Birçok deyim, birçok ünlem var Adaca’da, sevinci, hayreti, dehşeti anlatan. Şibob Şidâra! İvri… Eeeska! Hey gözünü sevdiğimin Adaca! Timatya… Trilirakya!”
“Biz köy gibi küçücük bir adada yaşıyorduk, ama bir saatlik bir vapur yolculuğuyla da Türkiye’nin en büyük şehrine, yani İstanbul’a geliniyordu. 1934-1939 yılları arasındaki ilkokul dönemim bir bakıma tüm İstanbul’daki yaşamın bir örneğidir.”
“Sonunda, 1939 yılı Haziran ayında ilkokuldan mezun olduk. Otuz kişi kadardık, okulun bahçesinde öğretmenlerle yan yana dizildik, fotoğrafçı Karnik Efendi körüklü makinesini kurup çekti resimlerinizi. Hepimiz birer tane aldık, fotoğraf kartının arkasına 'İlk Mektep Mezuniyet Hatırası' diye yazdık. Şimdi o resim önümde: Bakıyorum… Bakıyorum…”
“Ortaokula geçtiğimde İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Kısa süre sonra Bahriye Ada’dan taşındı, Mersin’e gitti. Ada’ya bir sessizlik çöktü.”
“Savaşın ilk yıllarında pahalılık yoktu, her şey ucuzdu. Sessiz sakin bir yaşam sürüyorduk. Aniden savaş kızıştı. Haberler çok kısıtlı. Bugünkü anlamda iletişim hiç mi hiç yok. Dünya yanıyor, yıkılıyor, millet olanları sadece ana hatlarıyla öğrenebiliyor.”
“Biz çocuklar ise savaşın vahametini hiç idrak edemiyorduk, sadece büyüklerimizin konuşmalarından önemli şeyler olduğunu hissediyor, korkularını görüyor, biraz da şaşırıyorduk.”
“Oysa bu görülmemiş bir savaştı. Bu savaşta cephe, cephe gerisi filân yok! Asker, sivil yok… Erkek, kadın, çoluk çocuk herkes savaşıyor! Her yer savaş alanı: Sadece cepheler değil, geride köyler, kasabalar, şehirler yanıyor, yıkılıyor, bombalanıyor… Bizler ise Ada’da sanki dünyayı kasıp kavuran savaştan habersizmişçesine yaşıyorduk.”
“Heybeliada Ortaokulu’nu bitirdik: Tüm imtihanları verip ortaokul mezunu olduk, liseye gitme hakkını kazandık. Büyüdüğümüzü sanıyorduk. Önümüz yazdı.”
“Artık liseye gidecektik ama Adalar’da lise yoktu. Adalar’a en yakın liseler karşı taraftaki Haydarpaşa Lisesi; İstanbul tarafında da İstanbul Lisesi idi. Bizden önce mezun olanlar bu liselere gidiyorlardı. Sabah ilk vapurla iniyorlar, akşam saat 16’da kalkan vapurla Ada’ya dönüyorlardı. Ömürleri yolda geçiyordu.”
“Kışın lodosta, tipide, ilk vapurla İstanbul’a inmek gerçek bir işkence idi. Çoğu zaman vapur gecikir, bazen saatlerce deniz ortasında çalkalanır dururdu. Heybeli'den kalktıktan sonra Burgaz ve Kınalıada’ya uğrar, Kınalı’dan sonraki açık denizde lodosta çok sallanırdı: Vapur çaresiz dalgalara baş verir Yassıada’ya doğru giderdi. Yassıada’nın önünde, lodosun etkilemediği, adanın rüzgârı kestiği düz sularda derhal döner, bu sefer dalgaları arkadan alır, Haydarpaşa’yı tutturmaya çalışırdı.”
“Tipi ve sis ise bambaşka bir felâketti. Kaptan önünü göremediği için (o zamanlar radar da daha icat edilmemişti) sürekli sis düdüğü çalar, miçolardan biri ise vapurun burnunda çan çalardı."
"Tipi ve sis çok tehlikeliydi. Vapur olmadık bir yere çarpıp batabilirdi, karaya oturabilirdi. Bazen kaptan tamamen mevkiini kaybeder, nerede olduğunu bilemez, süratini düşürür, hatta stop ederdi. Son iskeleden kalktıktan sonra saatler geçmiş olurdu ve sis birden sıyrılınca bir bakardınız ki olmadık bir yerdesiniz. Zaten şiddetli siste ve tipide kaptanlar tehlikeyi göze almazlar, seferi iptal ederlerdi. Çok sonraları radarlı büyük vapurlar geldi de güven içinde siste, tipide hareket mümkün oldu."
"Bu şartlar altında okula giden öğrenciden ne hayır gelir?”
“Bu durumu bilen babam beni riske atmak istemedi. İstanbul’da bir liseye leylî (yatılı) gitmem gerektiğine karar verdi.”
“Zaten o zaman pek fazla okul yoktu. Devlet okulları ucuzdu ancak şartları kötüydü; sınıflar çok kalabalık, yatakhaneler koğuş sistemi, yemekler ise çok kötüydü. Özel okullara gelince, onlar da çok, ama çok pahalıydı!
Babam okul taksitlerini ödemekte çok zorlanacaktı. Şişli Terakki Lisesi bir vakıftı. Babamın tanıdıklarından biri vasıtasıyla (nasıl oldu ve kimdi, bilemiyorum) bana yarı fiyat uygulandı. Böylece, ben Şişli Terakki Lisesi’ne yatılı olarak okumak üzere yazıldım.”
“İkinci Dünya Savaşı ilkokulu bitirdiğim yıl başladı. Altı yıl sonra, liseyi bitirdiğimde sona erdi. Ortaokul ve lise yıllarım hep savaş içinde geçti."
"Ülkemiz savaşa girmemiş olsa da, savaşın getirdiği sıkıntıları yaşadık. Buna rağmen Adamız sulh, sükûn ve huzur vahasıydı."
"Savaş öncesinde ve savaş yıllarında Rumu, Türkü, fakir balıkçısı, zengin yazlıkçısı ile, manastırları, kiliseleri, Papaz Okulu, Sanatoryumu, tedavi amacıyla Ada’ya gelenleri ile Heybeliada gerçekten de bir huzur beldesiydi.”
“Yıllar yıllar geçti. Tüm dünyanın düzeni değişti. Ülkemizde de, İstanbul’da da neler değişmedi… Birçok şey bozuldu.”
“Memlekette pek çok şeyin çok ciddi oranda bozulmasına karşın, bizim Ada nispeten az bozuldu. Yine bir huzur beldesi olma özelliğini koruyor."
"Dilerim bu hep böyle olsun, yeni kuşaklar da huzurdan ve sükûndan faydalansın, değerini bilsin. Dostluk, kardeşlik, sevgi her yanı sarsın.”
Nejat Gülen’in dileği, hepimizin ortak dileği kuşkusuz, ancak içinde bulunduğumuz koşullar, gitgide yabancılaştığımız ortam, iyiliklerden uzaklaşan dünya, acımasız sistem -her neyse adı- bu dileğin bir ütopya olduğunu düşündürüyor çoğu zaman.
Ama “ada” dediğimiz de hep bir ütopya değil midir zaten?