"Açık ki, taraftarsız-seyircisiz futbol, tatsız. Sanal taraftar sesi “uygulamaları” falan, zevksizliği sakalete vardırıyor. Tuşlara basarak istediği pozisyona alkış, ıslık, yuh, sevinç tezahüratı falan ekleme “app”leri bile geliştirdiler. Bana sorarsanız, temaşa zevkini mutlak sessizlikten bile daha fazla düşüren “uygulamalar” bunlar. Komedi dizilerindeki kahkaha efektlerine benziyor. Seyircisiz maçlar, sadece atmosferi bozduğu için değil (bu da futbolun iklim krizi!), taraftarları futbolun “bileşeni” olmaktan bir kademe daha uzaklaştırdığı için de tatsız."
30 Ağustos 2020 08:17
21 takımlı Süperlig, tıklım tıklım fikstürüyle iki hafta sonra başlıyor. Salgın önlemleri icabı, ilk üç hafta seyircisiz oynanacağı açıklandı. İlk üç haftaya düşen Trabzonspor-Beşiktaş ve Fenerbahçe-Galatasaray maçlarının seyircisiz oynanmaması için şimdiden mızırdanmalar var.
Futbol Federasyonu Başkanı Nihat Özdemir daha önce, Ekim ayından itibaren maçları seyircili oynatmayı hedeflediklerini açıklamıştı. O zaman da statlara kapasitenin % 35-40’ını aşmayan sayıda seyirci alınması öngörülüyor. Federasyon Başkanı tabii ki “Devletimizin izni de gerekli” kaydını düşmüş. Devletimiz deyince ne kastedildiği malûm. Zaten Süperlig’de sezon bittikten sonra düşmenin iptal edilmesi ve ligin 21 takıma şişirilmesi de “devletimizin” kararıydı. Belki yarın bir gün bir “Cumhurbaşkanlığı VAR İdaresi” kurulur, tartışmalı ofsaytlara da orası bakar.
Belli başlı Avrupa ligleri de bir istisnayla seyircisiz başlıyor. İstisna: Fransa. Cuma gece başlayan Fransa Ligue 1’de Ekim sonuna kadar maçlara azamî 5 bin seyirci alınması planladı. Salgının gidişatına göre bu kararın değişebileceği de söyleniyor. 12 Eylül’de başlayacak olan İngiltere Premier League’de 1 Ekim’de seyircili maçlara geçilmesi tasarlanıyor. Almanya’da 18 Eylül’de top başı yapacak olan Bundesliga’da, yine Eylül sonu/Ekim başı seyirci almaya başlama arzusu beyan ediliyor ama henüz böyle bir karar yok. Ekleyelim, maçlar seyirciye açılırsa da yine sınırlı kapasite kullanılacak, ayakta durulan tribünler açılmayacak ve alkollü içki satılmayacak. 12 Eylül’de başlayacak olan İspanya La Liga’sı ve 19 Eylül’de başlayacak İtalya Serie A’sında daha temkinliler; maçların 2021 başına kadar seyircisiz oynanacağı duyuruldu.
Bu arada UEFA, gözü kara denebilecek bir kararla 24 Eylül’de Budapeşte’de oynanacak olan Bayern Münih - FC Sevilla Süper Kupa finalinde 67 bin kişilik stada % 30 oranında seyirci (yani 20 100 kişi) alınacağını açıkladı. UEFA Başkanı Aleksander Čeferin bu kararı alma gerekçelerini “en zor zamanlarda bile futbolun devam ettiğini göstermek” ve “taraftarsız futbolun karakterinden bir şeyler kaybetmesi” diye açıkladı.
“Taraftarlar olmadan asla”
E, taraftarsız futbolun bir hayli “karakter aşınmasına” uğradığı doğru.
Bu konuda İspanya’da Athletic de Bilbao ile Real Sociedad örnek bir tavır aldılar. İki köklü Bask kulübü 18 Nisan’da Kral Kupası finali oynayacaklardı. Salgın nedeniyle ertelenen finalin, tıpkı tekrar başlayan lig maçları gibi seyircisiz oynanması seçeneğine iki kulüp de kararlılıkla karşı çıktı. İki kulüp başkanı şu açıklamayı yaptılar:
“İki kulüp de her zaman taraftarlarının maça katılımını önemsemiştir; her şeyden fazla arzu ettiğimiz şey, bu kupa finalini tribünlerdeki taraftarlarımızla birlikte yaşamaktır.”
Athletic de Bilbao ile Real Sociedad’ın ortak talebi, seyirciler ne zaman tribünlerde yer alabilirse, finali o zaman oynamak.
Elbette bu ısrarda, finalin halis bir Bask finali olmasının özel hassasiyeti de var; final, bir Bask şenliği, bir “Basklılık” gösterisi olacak. Neyse ne, kulüp yönetimlerinin taraftarların oyundaki hakkını savunuşu şık ve saygıdeğer. İspanya Futbol Federasyonu da anlayış gösterdi, “İspanya futbolunun bu en prestijli ve gelenekli kupasının taraftarların olacağı bir finali hak ettiğini” belirterek teklifi “memnuniyetle benimsediğini” açıkladı. Final, bir sonraki kupa finalinden önce, uygun bir vakitte oynanacak. Taraftarlara ne zaman hacet kapıları açılırsa.
Sekiz yıldır seyircisiz!
Beynelmilel futbolun gündemine salgın nedeniyle oturan seyirsiz maç “olgusu,” yaklaşım sekiz yıldır Mısır futbolunun normali! Belki salgından da beter denebilecek bir sebeple.
O sebep, 1 Şubat 2012 tarihine kadar uzanıyor. O gün, ülkenin hatta tüm Afrika’nın en popüler kulübü olan El Ahli’nin Port Said şehrinde El Mısrî’yle maçı vardı. El Ahli taraftarları, ışıkları söndürülen statta kıstırıldıkları tribünde linç saldırısına uğradılar ve 74 insan öldü. Bu, Sisi rejiminin, Tahrir protestolarında geniş rol oynayan, özellikle polisin saldırganlığına karşı koymakta öne çıkan El Ahli Ultra taraftar grubunu cezalandırma harekâtıydı. (Bunu zamanında Radikal’de yazmıştım.)
Bu linç felâketinden sonra uzun süre ara verilen lig tekrar başlayınca, maçlara seyirci alınmadı. Rejim, kendi yol açtığı katliamı, bir protesto ve muhalefet mekânı olan tribünleri tamamen boşaltmak için gerekçe olarak kullandı. Mısır’da maçlara, o gün bu gündür hiç seyirci alınmadı!
Sadece bazı istisnaî denemeler dışında. 2015’te, El Ahli’nin ezelî rakibi Zamalek’in bir maçında on bin seyirciye izin verilerek bir “deneme” yapılmaya kalkıldı. En az yirmi bin taraftar stad önüne yığılınca sıkışma ve panik oldu, yine 22 insan hayatını kaybetti. Bir dahaki denemeye, 2018 sonbaharında Zamalek - ENPPI maçında girişildi, 5 bin taraftara maça giriş ruhsatı verildi. Ruhsat diyorum, zira maça alınacak taraftarların isimlerini, adreslerini ve meslekî durumlarını resmî makamlara bildirmesi gerekiyordu. Bu talihli taraftar zümresi, maç boyu “Bugün buradayız ve lig yine bizim oldu” sloganını attı. Ama ligin onların olduğu yok, Mısır ligi seyircisiz devam etti.
Geçtiğimiz Mart sonunda, iyice tuhaf bir “istisna” uyguladı Mısır Futbol Federasyonu. Dünyanın sayılı derbileri arasında yer alan El Ahli – Zamelek arasındaki zirve maçına, sınırlı sayıda seyirci aldılar. Sınırlı derken, 86 bin kişilik stada, iki takımdan 15’er (yazıyla on beş) toplam 30 seyirci! Sonra zaten salgın geldi, seyircisiz maç beynelmilel norma dönüştü, sen sağ ben selâmet.
Türkiye: alışkanlık
Avrupa futbolunda seyircisiz maç, gerçekten istisnaî idi. Avrupa’nın uluslararası turnuvalarını “elit” beş ligini kapsayan bir incelemeye göre, 2002’den bu yana bu “fenomen” sadece UEFA kupaları ve İtalya liginde görülmüştü, cem’an sadece 160 maçta. (Şurada, seyircisizliğin performansa etkilerini de inceleyen delice bir data etüdü var.)
2006/2007 sezonunda bir artış olmuştu, o da İtalya’daki manipülasyon skandalı sırasında verilen cezalardan ötürü.
Türkiye’de ise seyircisiz maç oynatma cezası 2000’lerde kurumsallaşmıştı. 2000/2001 sezonundan beri 164 maç için seyircisiz oynama cezası verilmiş – yani Avrupa’nın beynelmilel turnuvalarının ve beş “elit” ligin toplamından fazla. Bir Mısır değil tabii…
2012-2014 arasında, seyircisiz maç oynama cezası cinsiyetlendirilmiş, cezalı maçlarda tribünlere sadece kadınlar ve çocuklar alınmıştı. 2014’te bu uygulama kalktı; ceza, “çirkin ve kötü tezahürat” yapılan tribünün kapatılmasına evrildi.
Yani Türkiye’de futbol ortamı, seyircisiz maça salgından önce de alışkanlık kesbetmişti. Rutinin parçası haline gelmiş bir istisnaydı seyircisiz maç. Salgın sonrası lig seyircisiz devam ederken, 28 Ağustos’taki Ankaragücü-Başakşehir maçında Demba Ba’nın kafasına gelen şişeyi, belki bu tecrübe birikimiyle açıklayabiliriz.
İptilâ
Yaz başından beri kurumlaşan, bir müddet daha da devam edecek olan seyircisiz maç “olgusu,” futbolseverleri karışık hislere gark etti. “Endüstriyel futbol” karşısındakine benzer karmaşalar bunlar.
Açık ki, taraftarsız-seyircisiz futbol, tatsız. Sanal taraftar sesi “uygulamaları” falan, zevksizliği sakalete vardırıyor. Tuşlara basarak istediği pozisyona alkış, ıslık, yuh, sevinç tezahüratı falan ekleme “app”leri bile geliştirdiler. Bana sorarsanız, temaşa zevkini mutlak sessizlikten bile daha fazla düşüren “uygulamalar” bunlar. Komedi dizilerindeki kahkaha efektlerine benziyor (Süreyyya Evren’in tespiti bu). Seyircisiz maçlar, sadece atmosferi bozduğu için değil (bu da futbolun iklim krizi!), taraftarları futbolun “bileşeni” olmaktan bir kademe daha uzaklaştırdığı için de tatsız.
Tabii, futbol endüstrisinin bütün endüstrinin davrandığı gibi davranıyor olması da bir problem: “zayiatı” göze alıp çarkları döndürmek.
Bunları hesaba katan taraftar grupları, futbol yorumcuları, liglerin seyircisiz devamı kararını yüz buruşturarak, hatta protesto ederek karşıladılar. Fakat haberlere bakılırsa, büyük liglerde esaslı bir “izlememe” boykotu gözlenmiyor. Televizyondaki izleme oranları yüksek. Yani futbolsever ve taraftar milleti, homurdansa da, dayanamayıp yine takip ediyor ligleri. Zaten “endüstrinin” de güvendiği şey, bu iptilâdır. (Bunları daha önce de konuşmuştuk ya…) Futbolsever milleti, maçsız seyirci olarak kalakalmaktansa, seyircisiz maça rıza gösteriyor.
Seyircisiz maçın folkloru ve ethos’u
Seyircisiz futbolu meşrulaştırmayalım da, yine başka bir açıdan bakalım.
Bir kere, futbol meraklısı veya futbola “etnolog” gözüyle bakan için, seyircisiz maçın folkloru da kendince ilgiye değerdir. Öncelikle, sesler. Seyircisiz maçta, futbolcu ve kulübe halkının vokalleri sahne alır. O saçma sanal uygulamalar da aradan çıkarsa, seslenişleri, naraları, feryatları tek tek işitirsiniz. Ne dediklerini anlamasanız da, başka çalışanların, mesela balıkçıların, köylülerin, inşaat işçilerinin emek ederken sesleşmelerini, bağrışmalarını andırır biraz. İş aletinin, topun tok sesini de işitirsiniz.
Seyircisiz maçta paradoksal bir sadelik vardır. Pahalı futbolculardan kurulmuş ihtişamlı takımlar, bayramlık urbaları içinde, adeta çırılçıplak kalmışlardır orada. Hiçbir davetlinin gelmediği düğün gibi. Bütün o hava boşunadır sanki, iki takım tenhada buluşmuş, kozlarını paylaşıyordur. Futbol, törensel atmosferinden arındırılmış, “maç etme” basitliğine indirgenmiş gibidir. Ama işte, “gibi”dir sadece. Apartman boyu bomboş tribünlerin ıssızlığı, yabancılaştırıcı bir manzara olarak dikilir arkada. Zaten birkaç on yıldır futbola hükmeden televizyon, başta az evvel belirttiğimiz yalan ses uygulamalarıyla, görsel ritüelleriyle, maçı sadeliğinde bırakmayıp bir performansa çevirmek için didinir. Yine de, ara ara, takdimin berisindeki “maç etme” sadeliğini hissedebilirsiniz. Alttan alta, Şampiyonlar Ligi finali ile kenarda yere çömelmiş üç meraklının yorgun nazarlarla izlediği kıçı kırık bir amatör alt küme maçını hemcins kılan bir sadelik hissi.
Ethos’a gelelim buradan. İlhamı, az evvel de selam verdiğim Süreyyya Evren’le yaptığımız e-sohbete borçluyum. O, Şampiyonlar Ligi final turnuvasına bakarak, seyircisiz futbol ortamının Almanlara yaradığı kanısında; “futbol… sonunda Almanlar’ın kazandığı bir oyundur” hikmetinin tam şimdi ete kemiğe büründüğünü düşünüyor. Zira başarı için dışarıdan bir “gaz” takviyesi olmadan, “tribüne oynama”nın devre dışı kaldığı, sadece kendini işine vermenin gerektiği bir ortam. Laboratuvar koşullarında futbol, diyebilirim. Yani tam “Almanların kazanacağı” koşullar! Süreyyya’nın edipliğini hatırlatan sözlerini aktarayım:
“Oynamak için taraftarlarına ihtiyaçları yoktu. Hakikilik momentine, kanlı canlılığa, yaşamın ipinin kuyuya düşmesine ve kurtarmak için kahramanca kuyuya atlamaya alışkın ve mecbur olan rakipler dağıldı.”
Almanlar ne diyordur peki bu duruma? ŞL finalinin ardından, bayıldığım 11 Freunde (11 arkadaş) dergisinde, bayıldığım futbol yazarı Christoph Biermann’ın bir yorumu yayımlandı. O, Bayern’in başarısını “Almanlığa” değil de cemaat duygusu ve takımdaşlık ruhu yaratma kabiliyetine yoruyor. Başka takımlarda forma garantisi olan bir mega yıldızın kenarda oturmak zorunda kalabildiği bu takımlarda, temini güç bir kaynak. Özellikle takımların boş tribünler önünde oynamakla kalmayıp tecrit vaziyette yaşadığı salgın şartlarında, suyu çıkarılmış klişenin hakikatine erip “takım olmak,” tayin edici bir güç. Hem takım olmak, hem de sadece ve sadece oyuna konsantre olmak. Biermann, normal zamanlarda bir instagram “Influencer”leri karmasına veya basketbol gösteri ekibi Harlem Globetrotters’ın futbol versiyonuna benzettiği Paris Saint-Germain’in bile, salgın şartlarının ve seyircisizliğin zaruretleri sayesinde takım haline geldiği kanısında!
Futbolseverin zaafları, işte. Kovulduğu yerde bile, bir hikmet arıyor.
•