"Erkek-egemen toplumlarda kadınlara doğrudan iktidar sahibi olmak imkânı tanınmadığından, kadınlar da dolaylı yollardan sözlerini geçirmeye çalışmak zorundadırlar. Bu da doğrudan iktidar sahibi olan erkeklere düzenbazlık, hilekârlık gibi görünür. Elbette her kadın bunu yapmaz ve elbette bunu her yapan kadın değildir, ama “harem entrikaları” gibi temaların yüzyıllar boyunca gördüğü rağbetin ardında eğer bir gerçek payı varsa, o da bu olsa gerek."
01 Eylül 2020 09:08
Osmanlıca tabiriyle “mekr-i zenân”, yani “kadınların hileleri”, edebiyat tarihinde sıklıkla işlenmiş olan bir konudur. Batı edebiyatlarında da, doğu edebiyatlarında da bu böyledir. Nedenlerine uzun uzadıya girmeyelim, sadece şunu önermek kabildir: Erkek-egemen toplumlarda kadınlara doğrudan iktidar sahibi olmak imkânı tanınmadığından, kadınlar da dolaylı yollardan sözlerini geçirmeye çalışmak zorundadırlar. Bu da doğrudan iktidar sahibi olan erkeklere düzenbazlık, hilekârlık gibi görünür. Elbette her kadın bunu yapmaz ve elbette bunu her yapan kadın değildir, ama “harem entrikaları” gibi temaların yüzyıllar boyunca gördüğü rağbetin ardında eğer bir gerçek payı varsa, o da bu olsa gerek.
Dolayısıyla her ne kadar misojen (kadın düşmanı) söylemin ürünleri olsalar da, “kadınların hileleri” hikâyelerinin toplumsal cinsiyete dayanan eşitsizliklerin hem tezâhürü, hem kültür alanında yeniden üretimi olarak okunmaları mümkündür ve de gayet ilginçtir. Feminist tarihçi Afsaneh Najmabadi’nin “Reading—and Enjoying—‘Wiles of Women’ Stories as a Feminist” (Bir Feminist olarak ‘Kadınların Hileleri’ Hikâyelerini Okumak—ve Bundan Keyif Almak, Iranian Studies 39, 2 [1999], s. 203–222) başlıklı makalesi bu bakımdan ufuk açıcıdır.
Najmabadi’ye göre “kadınların hileleri” gibi misojen edebiyat ürünleri, çocukluklarını geçirdikleri dişil mekânlardan belirli bir yaşa geldiklerinde atılan ve yeni girdikleri eril mekânlardaki eştoplumsal ilişkilere intibak etmek zorunda kalan ergen erkeklerin erkekliklerini inşa etmek ve kanıtlamaları için bir destek işlevi görürler. Külliyata bu açıdan bakıldığında, sözü edilen “kadınların hileleri” anlatıları kadınların gerçekliğinin değil, erkeklerin zihniyetinin bir yansıması olarak ele alınabilir.
İslâm âleminde hilebaz kadınların merkezî bir rol oynadığı edebî eserler arasında Yûsuf ve Züleyhâ, Binbir Gece Masalları, Sindibâd-nâme, Mekr-i Zenân, Kırk Vezir Hikâyeleri gibi çok tanınmış, birçok defa yazılmış, istinsah edilmiş, basılmış olanları vardır. Bu yazıda Kırk Vezir Hikâyeleri’nin 19. yüzyıl başlarında Fransa’da Osmanlı harfleriyle yayınlanmış olan gayet nadir bir matbu nüshasından söz edeceğim.
Kitabın iki künye sayfası var: Biri Osmanlıca, diğeri Fransızca. Osmanlıca künye sayfasında kitabın adı Kırk Vezîrin ve Kırk Hâtûnun Hikâye(t)leri Nâmıyla Meşhûr Kitâbdan Ba’zı Hikâyât-ı Güzîde olarak verilmiş. Fransızca künye sayfasındaki başlığın anlamı ise “Kırk Vezir Başlıklı Romandan Seçilmiş Türk Dilinde Türk Masalları” şeklinde. Gerçekten de kitapta sadece yirmi vezirin anlattıklarıyla (kırk değil tek bir) hatunun onlara verdiği cevaplar var. Kitabı yayına hazırlayanın adı Osmanlıca künye sayfasında yok, Fransızca sayfada ise “müteveffa Mösyö Belletête” olarak verilmiş. Henri Nicolas Belleteste (1778–1808) Doğu Dilleri Okulu mezunu bir müsteşrikti, Napolyon’un Mısır seferine katılmış, orada tercümanlık yapmış, Suriye’de yaralanmış, ülkesine döndükten sonra Dışişleri Bakanlığında çalışmış, Kırk Vezir Hikâyeleri’ni h bitiremeden vefat etmiştir.
Osmanlıca künye sayfasında Arapça olarak kitabın “korunmuş Paris şehrinde İmparatorluk Devlet Matbaası’nda, matbaa reisi Ye Ye Marsel eliyle Mesihî 1812 yılında” basıldığı da belirtiliyor. Matbaanın reisi Jean-Joseph Marcel (1776–1854) keza Napolyon’a Mısır seferinde eşlik eden uzman kadrosunda yer almış ve önemli hizmetlerde bulunmuş bir müsteşrikti; Rosetta taşının (Reşid taşı) incelenmesinde ve yayımlanmasında rol oynamış, kitaplar yazmış, Fransa’ya dönüşünde devlet matbaasının başına getirilmiş, önemli eserlerin yayınlanmasını sağlamıştır.
Kitap 270x195 mm ebadında (quarto), kaliteli kalın kâğıda basılmış. Kullanılan hurûfat günümüzde göze oldukça ilkel görünmekle birlikte ilginç ve tarihsel açıdan önemlidir. Şöyle ki, uzun yıllar Fransa’nın İstanbul elçisi olan François Savary de Brèves’in (1560–1628) 1615’te kurduğu Fransa’nın ilk “şark basımevi” için tasarlanmış, neredeyse iki asır sonra Napolyon’un Mısır seferi için Kahire’ye götürdüğü matbaada kullanılmış, 19. yüzyılın sonlarına kadar Fransa’da devletin yayınladığı Arapça, Farsça ve Türkçe kitaplar hep bu hurûfatla basılmıştır. (Bkz. Josée Balagna, L’imprimerie arabe en Occident, Paris: Maisonneive & Larose, 1984, 2. bölüm; Geoffrey Roper, “Early Arabic Printing in Europe”, Middle Eastern Languages and the Print Revolution içinde, der. Eva Hanesbutt-Benz, Dagmar Glass ve Geoffrey Roper, Westhofen: WVA-Verlag Skulima, 2002, s. 144–146.)
Kırk Vezir Hikâyeleri gerek Osmanlı harfleriyle, gerekse yabancı dillerde birkaç defa basıldı. Les mille et un jours (Bin Bir Gün, 1710–1712) gibi birçok ünlü şarkiyatçı edebî eserin yazarı (güya çevirmeni) olan François Pétis de la Croix’nın Fransızca çevirisi 1707’de, çevirmeni meçhul bir İtalyanca çeviri 1728’de, Osmanlı tarihçisi Walter Franz Adolf Behrnauer’in Almanca çevirisi 1851’de yayınlandı. Önce Pétis de la Croix’nın Fransızca metni William King ve Ambrose Philips tarafından İngilizceye çevrilip 1809’da yayınlandı, daha sonra ise meşhur Osmanlı edebiyatı tarihçisi E.J.W. Gibb’in bir Osmanlıca matbu nüshayı esas alarak gerçekleştirdiği yeni İngilizce çeviri 1886’da çıktı.
Çevirisine yazdığı önsözde Gibb kitabın muhtelif baskıları ve çevirileri hakkında bilgi vermiş, onları ve ulaşabildiği birkaç yazma nüshayı gözden geçirerek farklı nüshalarda bulunan farklı hikâyeleri bir tabloda göstermiş, esas aldığı Osmanlı baskısında bulunmayan bazı hikâyeleri ayrıca kitabının sonuna ek olarak iliştirmiş. Mübeccel Kızıltan’ın 1991’de savunduğu doktora tezine (“Kırk Vezir Hikâyeleri”, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edebiyat Fakültesi) kadar esere ilişkin eldeki en kapsamlı bilgiler bunlardı. Kırk Vezir Hikâyeleri Kızıltan’ın tezinden sonra biri doktora, ikisi yüksek lisans üç teze daha konu oldu. Çok sayıda (Kızıltan yetmiş iki nüsha saptamış) yazma nüshanın dışında en az dört tarihli (H. 1303, R. 1325, R. 1326, R. 1338) ve galiba iki de tarihsiz Osmanlı baskısı var. Daha yakın zamanda Latin harfleriyle de birkaç defa basıldığı anlaşılıyor ama onlara bakamadım; oldukça müstehcen olan kırkıncı vezirin hikâyesini acaba aynen yayınlamışlar mı, doğrusu merak ediyorum. Osmanlılar bizden daha özgürdü bu gibi konularda.
Eserin kendisine gelince... Büyük ihtimalle Hint asıllı hikâyelerden oluşan bir derlemenin Arapça çevirisinden Eski Anadolu Türkçesine bir veya iki defa çevrildiği anlaşılıyor. Çevirmenin adı bazı yazmalarda Şeyh-zâde, bazı yazmalarda ise Ahmed-i Mısrî diye verilmiş. Ne biri ne diğeri hakkında elde bilgi var; acaba ikisi aynı şahıs mı? Nüsha farkları bir hayli olduğundan ve bazı çeviriler Sultan II. Murad’a (h. 1421–1444, 1446–1451), bazıları ise ona ve Sultan II. Mehmed’e (h. 1444–1446, 1451–1481) ithaf edildiğinden iki farklı çevirinin söz konusu olması muhtemel, ama kesin değil. Burada konumuz olan matbu kitapta yazarın adı Şeyh-zâde diye geçiyor. Hazırlayanın vefatı nedeniyle sadece yirmisi vezir, yirmisi de hatun olmak üzere kırk hikâye var; eserin aslında ise kırkardan seksen hikâye yer alıyor.
Birçok masal derlemesinde olduğu gibi Kırk Vezir Hikâyeleri’nde de bir çerçeve hikâye var: Padişahın genç eşi, padişahın ilk evliliğinden olan oğluna âşık olur, karşılık görmeyince de hiddetlenip iftira eder, padişaha oğlunu idam etmesini telkin eder. Kırk gün boyunca her sabah bir vezir şehzadeyi kurtarmak için kadınların ne kadar düzenbaz ve hilekâr olduğunu kanıtlayacak bir hikâye anlatır, her akşam da üvey anne babanın oğluna güvenmesinin hatâ olduğunu kanıtlayacak bir hikâye ile karşılık verir. Oğul bir kehanet nedeniyle kırk gün boyunca sessiz kalır, kırkıncı günün sonunda konuşur, gerçekler ortaya çıkar, üvey anne cezasını bulur, padişah tahtını oğluna bırakır, adalet yerini bulmuş olur.
Bir hayli baskı hatasından muztarib olan kitabımızdan bir hikâyenin transkripsiyonuyla bu kısa makaleyi bitiriyorum. (Noktalama işaretlerini ben ekledim; İstanbul baskılarıyla kıyaslayarak yaptığım birkaç düzeltme/öneri dörtköşe ayraç içindedir.)
“Hâtûn eydür: Getürmişlerdür ki cihân sarâyında bir nâm-dâr pâdişâh vâr-idi. Hiç oglı kızı olmaz-idi. Ve anın memleketinde müstecâbü’d-da’ve bir ulu şeyh vâr-idi. Bir gün pâdişâh ol şeyh-ile sohbet iderken şâh eydür: ‘Yâ şeyh, Hak te’âlâ bana bir ogul virmedi. Himmet eyle, Hak te’âlâ bir ogul virsün’ didi. Şeyh eyitdi: ‘İy şâh, zâviyede dervişlere bir kurbân gönder, sana du’â ideler. Hak te’âlâ kerîm pâdişâhdur, sana bir oğul vire’ didi. Meger şâhun bir altun halhalli, uruşmakda kayim [gayûr?] bir semîz koçı var-idi. Halhalla [halhallı koçı?] ve birkaç yük pirinc, yag ve bal ile şeyhün tekyesine gönderdi. Ol gice dervişler koçı bogazlayub dâne-pirinc idüb lût [levs?] itdiler. Ve bir çanagın şeyh şâha gönderdi ki, ‘Ogula niyyet idüb dervişler lokmasından yesün’ didi. Abdallar semâ’ safâ idüb sonunda şâha Hak’dan bir ogul dileyüb du’â itdiler. Kudret-i İlâhî ol gice şâhın hâtûnın hâmile eyledi. Ve az müddetden sonra bir mâh-peyker oglan vücûda geldi. Pes. Şâh şâdluklar idüb iklîm halkını dügüne [ç]agırdı ve şâh-zâdeyi getürüb şeyhin etegine bırakdı. Ve delim ni’metler tekyesine gönderüb temelluk itdi. Ve bir zamândan sonra bir gün şâh yine şeyh-ile sohbet iderken eyitdi: ‘Yâ şeyh n’ola yine bizim içün Hak te’âlâ’ya senâ idüb bir oğlancık dileyü-virsen’ didi. Şeyh eyitdi: ‘Hakk’ın in’âmı d[â’]imdür. Bizden du’â andan virmek’ didi. Meger şâhın tavîlesinde bir eyü semîz atı var-idi. Fî’l-hâl tekyeye gönderdi. Dervişler anı bogazlayub salma kıldılar ve gene bir çanagın şâha gönderüb bâkisin yediler. Ve sonra pâdişâha Hak’dan bir ogul dileyüb du’â kıldılar. Kudret-i İlâhî gene şâhın hâtûnın hâmile eyledi. Ve az müddetde gene bir mâh-peyker oglan vücûda getürdi. Şâh şâdluklar kılub dervişlere delim ni’metler gönderdi. Ve birkaç müddetden sonra şâh gene şeyhden du’â temennâ eyledi-kim bir ogul dahı Hak’dan dileyü-vire. Şeyh eyitdi: ‘Bizden bir du’âdır, virmek ol kādir pâdişâhdır. Gene abdallara kurban gönder’ didi. Meger şâhın bir eyü katırı vâr-idi. Şâh tekyeye gönderdi. Abdallar katırı satub bahâsını lût [levs?] itdiler. Gene bir çanagın andan şâha gönderdiler. Ve semâ’dan sonra du’â idüb Hak’dan şâh içün bir ogul dileyü-virdiler. Gene şâhın avratı hâmile olub mâh-peyker ogul dogurdı. Ve gene şâh şâd olub dervişlere delim ni’metler gönderdi. Çün şâhın ol üç şâh-zâdeleri yigid oldılar. Ulu oglı gāyet bahâdır ve gerden-keş çıkdı. Orta oglı ça[b]uk-süvar ve sâhib-i akl ü ferâset ve hüner ehli çıkdı. Ve kiçi oglı bed-baht ve gene hor ve merdüm-âzâr olub deli kılıcıyla bunca miskinlerün gönlini mecrûh iderdi. Ve şâh andan incinürdi. Meger gene şâh bir gün şeyh-ile sohbet iderken kiçi oglından şikâyet eyledi. Eyitdi: ‘N’olaydı, yâ şeyh, ol oglanı Hak’dan dilememiş olaydık’ didi. Şeyh eyitdi: ‘Ey şâh, niye incinürsin? Oglanın senin sebebinden böyle oldı’ didi. Şâh ‘nice?’ didi. Eyitdi: ‘Ey şâh, sen evvel Hak yolına hayvanların koçın virdin, sana dahı âdemlerin koçın virdiler. Andan sen Hak yolına hayvanların yer-yüzi meydânında yügrügin virdin, sana dahı devlet ve sa’âdet ve akl ü hüner meydândında âdemlerin yügrügin virdiler. Ve sonra sen Hak yolına hayvanların bed-bahtını ve şerîrini ve harâm-zâdesini virdin, sana dahı âdemlerün hemân ol huylusunı virdiler. Arpa ekeni her kez bugday getürmiş degildür’ deyüb şeyh şâha söyledi. Âkıbet şâh ol oglını öldürmeyince râhat olmadı.” (s. 150–153)
•
GİRİŞ RESMİ:
Yıllar önce (12 Eylül sonrasıydı) Uluslararası Af Örgütü’nün üyesi olduğum şubesi için bir afiş hazırlanması münasebetiyle tanıştığım, insan hakları ve barış aktivisti, değerli sanatçı ve güzel insan Fritz Eichenberg’in (1901–1990) “Şehrâzâd” adlı gravüründen bir ayrıntı.