"Batı"lı, üst sınıfa mensup, pırıl pırıl bir ailenin hayatına konuk ediyor bizi, Kutsal Geyiğin Ölümü. Her şey sorunsuz, fazla düzgün, sonsuza dek sürecek bir huzur paylaşılıyor gibi...
14 Aralık 2017 14:15
Yunan sineması bugün, 60’lı yıllarda Finos Film’in yapımcılığını üstlendiği komedi ya da melodram filmlerinden veya Mihalis Kakoyannis’in yönettiği, ataerkilliğin altını çizen filmlerden çok daha ötede elbette. 1960’larda, senede çekilen film sayısının yaklaşık 100 olduğu bu büyük sinema sektörü, rakamlara bakılırsa birçok ulus sinema tarihlerinden tanıdığımız biçimde 70’li yıllarda televizyonun yaygınlaşmasıyla krize sürükleniyor. Oysa 1970 yılında Angelopoulos’un Tatbikat (Anaparastasi) filmiyle Yunan sineması, daha nitelikli, sanatsal, anaakıma uzak örneklerin belirdiği, görece daha seçkin bir yola giriyor. 80’li yıllardan itibarense Yunan Film Merkezi’nin birçok filmi finansal olarak desteklemesi ve 1986 yılında PASOK Hükümeti ve kendisi de eski bir sinema oyuncusu olan dönemin Kültür Bakanı Melina Mercouri’nin çıkardığı Yeni Sinema Yasası çok önemli. Aslında Yunan sinemasının genel seyrine bakıldığında, 1967 yılındaki askerî darbenin etkisiyle büyük bir kırılmanın yaşandığı söylenebilir. Artık oyuncu-merkezli ve stüdyoya sıkışıp kalmış, görece karton bir sinemanın yerini varoluşsal, toplumsal, siyasî sorunlara daha gerçekçi (bir yandan da estetik) bir çerçeveden bakan filmler alıyor. Bireyin psikolojisine ve birey-toplum arasındaki ilişkiye daha sağlam bakan bu yeni filmler, daha fazla seyirci çekmek için değil, belli ki sanatsal, toplumsal kaygılarla üretiliyor. Ayrıca bahsettiğimiz yıllarda doğan genç yönetmenler 2009 yılından bu yana çektikleri filmleriyle tuhaf, yeni bir dalgayı oluşturdular, bu akıma katkı sunmaya devam ediyorlar. Attenberg (Athina Rachel Tsangari, 2010) ve Köpekdişi (Kynodontas, Yorgos Lanthimos, 2009) bu tuhaf dalganın en güçlü iki örneği. 2009 yılından itibaren ekonomik ve siyasal açılardan çalkantılarla boğuşan Yunanistan çarpıcı, sarsıcı bir sinema üretimini sürdürüyor.
2000’li yıllarda ailenin çökmüşlüğü, dağılmışlığı, işlevlerini yerine getir(e)memesini içeren birçok film üretildi Yunanistan’da. Spirtokouto (2002), Oxygono (2003), Macherovgaltis (2010), Hora Proelefsis (2010), liste uzun. Bu filmlerdeki aile görünüşünde, sorunlu, arıza üretici mikro toplumsal birlikler var. Aile, bireyleri bir arada tutan olumlu bir formdan ziyade, tahammül edilmesi güç, cinnet üreten ilginç bir sosyal bileşim olarak görülür. Arka planda, Spirtokouto’da (Kibrit Kutusu) Dimitri’nin ortağıyla yaşadığı sorunlarla beliren bir iş hayatı ya da Hora Proelefsis’te (Anavatan) Yunanistan’da yaşanan büyük siyasî belirsizlikler ve çatışmaların aile üzerindeki olumsuz etkileri önemli ancak bu etkenler olmasa da bu ailelerin sorunlarının olduğu ortada.
Köpekdişi'nde gördüğümüz üzere, bütün dış dünyayı bahçe duvarlarının ardında bırakarak, babanın ürettiği yeni bir dille büyüyen çocukların geldiği nokta ise ayrı bir çıkışsızlık. Çocukların kaset dinlemesiyle açılır Köpekdişi. Babalarının ürettiği, âdeta başka bir dilin sözcüklerini tanıtan bir kasettir bu: Telefon, tuzluk; deniz, deri sandalye; zombi, küçük bir sarı çiçek, pompalı tüfek, güzel beyaz bir kuştur. Köpekdişi filminin altında sarsıcı, boğucu bir yılan gibi yatar, ataerkillik. Kurallara, sınırlara, yasaklara, ceza ve ödüllere baba karar verir, aileyi bir köpek ailesi gibi eğitip yaşatırken, anne ve kız çocukların pasif konumu belirginleşir. Hangi kız kardeşini seçeceğini de erkek çocuk belirler. Erkek olmak, bir ömür boyu seçme özgürlüğünü mü hediye getirir yanında? Ailenin büyük kızı ancak ölerek çıkabilir evden. Babasının sürdüğü arabanın bagajında bir ceset olarak dış dünyaya açılır ancak. Bütün geleneksel kurumlarımız, ailelerimiz, okullarımız, iş yerlerimiz bir şekilde, kıyısından köşesinden de olsa Köpekdişi’nin bu garipsediğimiz, bizi şoke eden evine ilişmiyor mu? Kanatları paslı makaslarla kesilmiş kelebekler olarak ancak ölünce uçabiliyoruz.
Köpekdişi'nde oğlan çocuğunun bahçe makasıyla kediyi öldürdüğünü görürüz, kızlar bağırır. Bu kedi öldürme meselesinden sonra babanın bu durum için uyduracağı masal hazırdır: Düşman bellidir, alınması gereken önlemler de. Evin kuralları, bu sterilizasyon ve her şekilde ortaya çıkan bu şiddet yönetmen Yorgos Lanthimos'un evreninde âdeta sosyoloji derslerine dönüşüyor. Lanthimos ile Alpler'de (Alpeis, 2011) ölümü, yas tutmayı ve her şekilde yine aile kavramını; Istakoz'da ise (The Lobster, 2015) aşkı sorgulamıştık. Lanthimos, her filminde toplumsal denklemlerden bazı olguları geri çekerek, "aile"nin içerisinde neler olabileceğine bakıyor. Yeni filmi Kutsal Geyiğin Ölümü (The Killing of a Sacred Deer, 2017) de ziyadesiyle o evrene ait bir film.
Tamamıyla "Batı"lı, üst sınıfa mensup, pırıl pırıl bir ailenin hayatına konuk ediyor bizi, Kutsal Geyiğin Ölümü. Her şey sorunsuz, fazla düzgün, sonsuza dek sürecek bir huzur paylaşılıyor gibi. Mi? Başlarda âdeta bir Yunan tanrısı gibi hayatının tüm hücrelerine egemen olan kalp cerrahı Steven, bu yüksek tavanlı, tapınakvari hastane ve evlerde nereye kadar köşeye sıkışacak? Kalp cerrahı Steven'ın bir ameliyatı sırasında babası ölen Martin, pahalı hediyeler ve bir akşam yemeği daveti vesilesiyle Steven'ın harikulade ailesine dâhil olacak. 16 yaşındaki, bakışlarıyla ve ses tonuyla tüm filmi tedirgin eden Martin, yavaş yavaş filmin gerçek tanrısına dönüşecek. Steven'ın dışarıdan "örnek" gösterilebilecek denli "kusursuz" ailesini, bu genç adam ne kadar mahvedebilir? Lanthimos sanki bir kez daha bir laboratuvarında kontrollü bir deney yapıyor ve bu kez bağımsız değişkenimiz Martin.
Kutsal Geyiğin Ölümü'nün en önemli unsurlarından biri de mekân kullanımı. Steven'ın evi ve hastanesi, film esnasında tanrılar yer değiştirirken, yönetmenin çerçeve seçimleri ve kameranın alternatif konumları ile birlikte Steven'ın giderek küçülmesine ve Martin'in beyazperdede, Steven'ın kaybettiği gücü kazanan bir tür bölüm sonu canavarı gibi kuvvetlenip büyümesine âdeta yol gösteriyor. Evin ve hastanenin tavanları hissedilir ölçüde uzayacak, yükselecek; bu pırıl pırıl binaların içerisinde insanın gücü tekrar tekrar sorgulanacak.
Şimdi bir de denklemin diğer köşesine bakalım. Bu steril, robot gibi konuşan aile üyeleri, ne kadar kolay karanlık tarafa geçiveriyorlar. Ölmemek için kardeşler bir diğerini; sıra en son kendisine gelmesin diye anne ve baba, çocuklarından birini kıyma aşamasına ne kadar da hızlı geçiyor. Kendilerini istedikleri kadar dış etkenlerden yalıtsınlar, sanki incecik bir camla çevrililer ve Martin tüm bu yalıtıcı camı tuz buz etmekten hiç imtina etmeyecek. Ölme korkusu belirince, sahte vicdanları, sahte görgüleri ve tüm diğer toplumsal maskeleri düşecek.
Steven, okula, çocuklarının sözde derslerini ve karakterlerini sorgulamak için gittiğinde kızı Kim'in Iphigenia efsanesi hakkında çok iyi bir makale yazdığını öğreniyoruz. Lanthimos'un en "Hollywood" filmi gibi duran Kutsal Geyiğin Ölümü'nde işittiğimiz bu tek Yunan bağlantı, aslında filmin tamamının üzerine kurulu olduğu büyük çekirdeği işaret ediyor: Troya Seferi'ne çıkabilmek için Aulis'te makul bir rüzgâr bekleyen kral Agamemnon, kâhin Kalkhas, kızı Iphigenia'yı tanrıça Artemis'e kurban ederse Tanrı'nın istenen rüzgârı estireceğini söyleyince, Agamemnon, kendi kızı Iphigenia'yı kurban etmek ister. Artemis ise kıza acıyarak, kurban bıçağının altına bir geyik koyar... Karizmatik kalp cerrahımız Steven, kral Agamemnon; Martin de tanrıça Artemis. Martin'in tüm tutarlılığı, aynı fikir üzerinde film boyunca devam eden düz ısrarına rağmen Steven sürekli ve giderek daha fazla yalpalayacak. Dünyadaki her şeyi belirlenebilir ve öngörülebilir olarak dize getirdiğini düşünen bilimin şatolarında Steven'ın kaleleri hiç de sağlam değilmiş. Bilimin ulaşamayacağı, çözemeyeceği hiçbir konu olmadığına dair Steven ve karısı Anna'nın inancı tam. Bilimin özgüveni, hatta eriyen bir mum gibi katman katman yayılan egosu, bilim haricinde gelişebilecek olgulara, olaylara nasıl yer verebilir? Dünyanın en iyi profesörleri, bu sahte-parıltılı burjuva ailesinin eksilmeden, Martin'in takıntılarından biri olan o lokantaya tekrar gidebilmesini sağlayabilecek mi?
Bu zor efsane, Mihalis Kakoyannis'in yönettiği Iphigenia (1977) filminde enikonu işlenir. Başrolündeki Irene Papas'ın etkileyici, epik oyunculuğuyla da Yunan sinema tarihindeki yerini hak eden filmden geriye bol gözyaşı, bol bol da ağır bakış kaldı. Kutsal Geyiğin Ölümü'nün ise amacı bir Yunan trajedisini işleyip geçmek değil. Film esnasında sanki tanrılar bile yer değiştiriyor.
Yönetmen Yorgos Lanthimos, ilk uzun metrajı Kinetta'dan (2005) bu yana her hareketimizin bir ederi ve bir de neticesi olduğunu fısıldıyor alttan alta. Modern, her şeyin tanımlanabilir, belirlenebilir, öngörülebilir olduğu "bilim" dünyasında da beklenmedik açıklar, yırtıklar, boşluklar var oysa. Kalp cerrahı Steven ve en modern hastanelerin, profesörlerin çözemediği belirtiler, organlar, bedenler...
Yamuk bakmamızı istiyor Lanthimos bir kez daha. Elinde şeytan uçurtmaları gibi eğip büktüğü sosyolojik olgularla, en çok güvendiğimiz kavramların altını hünerle oymaya devam ediyor. Pırıl pırıl banliyölerden, bu psikolojik gerilim düzeyinde bir Yunan trajedisi çıkarmak: Bunu gerçekten en iyi Lanthimos yapabilirdi...