"Sınırları, karantinaları, alınan tedbirleri kolayca geçen (ve aslında) çoğunluğun yakalanmak için can attığı ve yakalandıktan sonra büyük bir arzuyla diğerine bulaştırmak istediği esas büyük salgın: Savaş."
03 Nisan 2020 23:00
Bizden önce bu dünyadan gelip geçenlerin birçok türüyle karşılaştığı, bizlerin de halihazırda içinde bulunduğumuz salgından daha tehlikeli ve ölümcül olan bir başka pandemiye gözlerimizi istemeyerek de olsa çevirsek nasıl olur? Hazır salgınlara ve tarihine, aklımız ve duygularımız –sevimsiz bir hal içinde– alışmışken.
Yayılmasını hiçbir zaman eksiltmemiş, sınırları, karantinaları, alınan tedbirleri kolayca geçen, bugünkünün tersine salgına yakalananların ve ölenlerin her gün ilan panosuna asılı birer istatistik raporu olarak ifşa edilmediği, (ve aslında) çoğunluğun yakalanmak için büyük bir şevkle uğraştığı ve yakalandıktan sonra büyük bir arzuyla diğerine bulaştırmak istediği salgından bahsetmek gerekiyor, yani savaştan.
Geçmişe ve şimdiye baktığımız zaman, bu salgına yakalanan kişilerin fazlalığına, öldürdüğü kişilerin çokluğuna rağmen onu görmezden gelme halimiz şu anda yaşadığımız durumda da geçerliliğini koruyor. Bu, içinde bulunduğumuz virüs salgınını küçük görmek; acıları, tedirginlikleri, korkuları kıyaslamak değil; sadece hal-i pürmelâlimizin kısa tasviridir.
Yaşadığımız bu salgın yeniyken diğeri hep gözümüzün önünde, yanı başımızdaydı ve hâlâ bitmiş değil. İçinde bulunduğumuz yeni salgına karşı duyduğumuz kitlesel çekingenlik, korku, öfke ve çözüm arayışı neden diğeri karşısında suspus oluyor, bireysel bir tepkiye dönüyor? Neden, muktedirler başta olmak üzere çoğunluk savaş salgınının bitmesi gerektiğini dilinden düşürmezken aslında gizliden gizliye bu yayılmayı onaylıyor? Ve çaresi bulunamayan çoğu salgının aksine, bunun çaresi yanı başımızda dururken.
Devletler virüs salgınına karşı ilaç bulmak, aşı geliştirmek için seferber olurken, aynı devletler diğer salgının en öldürücü darbesini vurmak için daha fazla seferber oluyorlar. En yıkıcı silahı bulmak için yapılan yatırımlar, ar-ge’ler, uzay üssü gibi çalışma alanları ve devasa fabrikalar bu salgında ölenlerin üzerinde abidevi bir mezar taşı gibi dikiliyor. Fuarlar düzenleniyor, gizli olanlar haricinde yapılan silahlar gururla gösteriliyor, savunma sanayiinin gücünden dem vuruyorlar. (Ama savunma değil savaş sanayisi bu...) Gerekçe belli, “barış istiyorsan savaşa hazır olmalısın.” Bertrand Russell da küçük bir müdahaleyle bu oksimoron cümleyi düzeltir: “Barış istiyorsan, barış için hazırlanırsın.”
Russell aynı zamanda böyle durumlarda kalıplaşmış davranış biçiminin en hafifini de izah eder:
“Rasyonel bir ulusun savaşa hiç girmemenin yollarını bulabileceği öne sürüldüğünde alınan yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir.” (Sorgulayan Denemeler, s.7)
Salgının en etkili olduğu zamana gidelim; insanlığın femur kemiğinin kırılma ânına ve bundan sonraki zamanlarda yaşanacak olan vahşetin kanıksandığı vakaya: I. Dünya Savaşı’na. Neden bu savaşa “Dünya Savaşı” dendi? Milan Kundera şöyle izah ediyor bunu, Roman Sanatı adlı kitabında:
“...dünya bir zamanlar insana güvenli kaçış olanakları sağlamaktaydı. Bir asker bulunduğu birlikten kaçıp komşu ülkede başka bir yaşama başlayabilirdi. Çağımızda ise dünya birdenbire daralıvermiştir. Dünyanın tuzağa dönüşmesi olan bu gelişime hiç kuşkusuz ve kesinlikle I. Dünya Savaşı yol açmıştır. Tarihte ilk kez Dünya Savaşı denmiştir. Yanlıştır oysa bu adlandırma. Savaş yalnızca Avrupa’yı (ayrıca bütün Avrupa’yı da değil) kapsıyordu. Ama dünyada olup biten hiçbir şey sınırlı kalmadıkça, felaketler bütün dünyayı sardıkça ve dolayısıyla insanlar, kimsenin kaçamayacağı ve onları gittikçe birbirlerine benzeten durumlardan ve dış koşullardan etkilendikçe ‘dünya’ sözcüğü korku ve yılgınlığı çok daha güzel ifade ediyor.” (s. 35)
Kundera’nın tespitine ekleme yapmak gerekirse, dünyanın o tarihten sonra yaşayacağı dehşeti haber vermesi bakımından bu savaş kalıcı bir iz bıraktı çoğunluğun üzerinde. Ama onlar etkisiz kaldılar birşeyleri düzeltmek için, çünkü öldüler! Kalanlar için ise hiç birşey değişmedi, 20 yıl sonra daha büyük bir savaşı başlattılar.
Kundera’nın artık geçmiş olarak bahsettiği “dünyanın bir zamanlar insana güvenli kaçış olanakları” sağlama halinin bitiş işaretlerinden biri de, “Mahşerin Üç Atlısı”nın dünyaya ilk defa bu kadar güçlü gelmesi oldu. Zira savaş, dahil olduğu çetenin diğer iki elemanını bu sefer güçlü bir şekilde çağırdı: Açlık ve hastalığı. Cepheden kaçabilirsiniz ama açlık ve salgından asla!
Bu salgının dehşetiyle, salgını yayanlarla, korunaklı mesafeden salgını yönetenlerle ve bunun acısını çekenlerle ilgili çok kitap yazıldı, film çekildi, şarkılar söylendi. Ama bununla ilgili çizgi romanlar nadirdir. İstisnalarından biri de, çizgisi ve anlatısıyla “on kaplan gücünde” etki yaratan Jacques Tardi’nin 1914-1918 Siperlerdeydik kitabıdır.
Giriş yazısında şöyle der Tardi:
“Söz konusu olan I. Dünya Savaşı’nın çizgi romana dökülmüş hikâyesinden çok, kandırılarak başları belaya sokulmuş, bulundukları yerde mutsuz oldukları her halinden belli, tek gayeleri bir saatçik daha hayatta kalmaktan ibaret olan ve evlerine dönebilmekten, kısaca söylemek gerekirse savaşın sona ermesinden başka hiçbir dilekleri olmayan insanların başlarından geçen durumların gelişi güzel aktarılmasıdır. Adına savaş denen bu iğrenç toplu ‘macera’da ne bir ‘kahraman’ ne de bir ‘ana karakter’ bulunmakta. Sahipsiz ve bitimsiz bir ölüm çığlığından başka hiçbir şey yok.” (s. 3)
Savaş salgınının hezeyanına kapılıp siperlere gidenlerin veya zorla götürülenlerin çaresizliğini ve dehşetini anlatan öykülerden oluşan kitabın kısa bir bölümü salgının cephe gerisindeki yıkıcılığını ve histerisini anlatır. Er Lanfold’un siperin çamurlu zeminine çöküp, bütün bunların nasıl başladığını hatırlamaya çalışmasıyla geçmişe, Paris’in bir sokağına gideriz: İnsanlar bir duvar dibinde toplanmış heyecan içinde konuşmaktadırlar. Duvarda kara ve deniz kuvvetlerinin milli seferberlik çağrısı yapan afişi vardır.
“İnsanoğlunun kendi başına bela ettiği en büyük felaketin tellalıydı afiş: Savaşın! Başka zaman olsa yan yana bile gelmekten sakınan insanlar üzülecekleri yerde, kendilerinden geçercesine nefret birliği etmişti.” (s. 36)
Hızla yayılan nefret dalgasının vaat ettiği savaş heyecanını yaşıyorlardı ve bir futbol maçı gibi kazanacaklarına emindiler.
“Üstelik uzun süreceğe benzemiyordu, hem hava da müsaitti.” (s. 36)
Savaş virüsü sokaklara yerleşmiş ve herkes ulusunun şanlı varlığını ölümle kutsamak istemektedir.
“Kafenin birinde, bir grup insan milli marşı söylemeye koyuldu. Diğer müşteriler de aynı vatanperver dürtülerle hazırola geçip onlara eşlik ettiler. Sadece ihtiyarın teki kalkmadı ayağa. Neden? O an herkesi yakıp kavuran coşkuyu paylaşmıyor muydu? Aklı başından gitmeyen bir tek o muydu? Geçmiş yıkımları mı hatırlamıştı yoksa?” (s. 37)
Bu kısa anın sonunda yaşlı adam hainlikle suçlanır. Savaş arzusuyla yanıp tutuşan, milli hislerle donanmış bu güruh tarafından barışın yanında durduğu için linç edilir ve salgın daha cepheye ulaşmadan kendi içlerinden ilk canı alır.
Milli hisler, milli milli insan öldürür ve bu cinayet herkes tarafından gururla onaylanır.
Umberto Eco’nun 1995 yılında NY Review of Books'a yazdığı bir yazıda kök faşizm ya da ebedi faşizm diye adlandırdığı bu olgunun bir dizi tipik özelliklerini saydığı yazısındaki 7. maddenin girişine bakalım:
“Kök-faşizm, toplumsal bir kimlikten yoksun insanlara biricik ayrıcalıklarının herkesin paylaştığı ayrıcalık olduğunu –aynı ülkede doğmuş olmak- olduğunu söyler. ‘Milliyetçilik’in kökeni budur. Ayrıca, bir ulusa kimlik verebilecek tek bir grup vardır: Düşmanlar.”
Neden barıştan bu kadar korktukları ise 9. maddede yer alır.
“Kök-faşizme göre, yaşamak için mücadele edilmez, ‘mücadele etmek için’ yaşanır. Barışseverlik düşmanla işbirliği demektir; barışseverlik kötüdür.”
Konuyla hiç ilgisi yok ama sebepsiz olarak hatırladığım bir haber aklıma geldi, 2018 tarihli:
“Akhisar İlçe Eğitim Müdürlüğü, ‘Çevreci Afacanlar’ isimli çocuk tiyatro oyununu 'savaş ve şiddet karşıtı' olduğu gerekçesiyle yasakladı. Ayrıntılı gerekçe ise şöyleydi: ‘Ülkemizin içinden geçtiği bu hassas dönemde savaş karşıtlığı gibi siyasal söylemlerin çocuklarımıza sunulmasının sakıncalı olduğuna karar verildiğinden okullarımızda oyun tanıtımı ve afişlerinin asılması uygun görülmemiştir.’"
Siperlerdeydik kitabına dönecek olursak, siperden iki günlük dinlenme için cephe gerisine gönderilen Er Binet, savaştan önceki hayatını hatırlar, oturduğu binayı ve komşularını…
“Binet aynı binayı paylaşan insanlardan da nefret ederdi (Saygısızlıklarından ve kötülüklerinden ötürü)... Vatan dediğin başka neydi ki? Binet’yi işte bu vatan için savaşmaya zorluyorlardı. Bu insanlar için!!! Az daha doğuda doğsaymış, karşı cephede (Alman) savaşacakmış. Bu ulusa ait olması kaderin cilvesinden başka birşey değildi. Hangisi olursa olsun, vatan uğruna canını feda etmek için tek bir neden bile göremiyordu!” (s. 17)
Er Binet kendi sesini sadece kendisine duyurabilirken, cepheye adımını atmayan, korunaklı karargâhında diğerlerine makineli tüfeklerin karşısına atılma emri veren General Rebillot sesini her tarafa duyurabiliyordu,
“Fransa’da, ideallere ve kutsala olan inancın tekrar canlanması için savaşın patlak vermesi şarttı. (Libre Parole, 13 Aralık 1914)” (s. 31)
İdealleri ve kutsal olanı rahatlıkla belirleyip ne olduğunakarar verebildiği gibi ölenlerin ailelerinin adına da ahkâm kesebiliyordu.
“Karalar bağlasalar da kanları vatan için akan aileler aslında mutludurlar. (Libre Parole, 13 Aralık 1914)” (s. 46)
Savaş salgınına sadece milliyetçi semptomlar gösterenler yakalanmıyor. İsmini herkesin bildiği başka belirtiler de sıralanabilir ve salgından kimlerin yararlandığı da saklı bir bilgi değil.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde bu salgına yeni bir dünya hayal edenler de yakalanmıştı.
“Temel kutuplaşmalar yüzyılımızın hemen başında ortaya çıktı ortaya. İşte Birinci Dünya Savaşından önceki yıllarda modernliğin tutkulu partizanları olan İtalyan Fütüristleri.”
(Marshall Berman, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, s. 40)
“Baltalarınızı alın, baltalarınızı ve çekiçlerinizi... ve yıkın, yerle bir edin saygıdeğer kentleri, acımadan! Kütüphane raflarını ateşe verin! Kanalları müzelere akıtın!... İse bulanmış parmaklarımızla neşe içinde ateşe verelim her yanı!”
("Fütürist Manifesto"dan, Marshall Berman, s. 40)
Akıbetlerinin ne olduğunu yine aynı kitaptan okuyalım:
“Genç fütüristler, 1914’de ‘dünya için tek tedavi’ dedikleri savaşa hevesle atladılar. İki yıla kalmadan en yaratıcı iki deha (ressam-heykeltraş Umberto Boccioni ve mimar Antonio Sant’Elia) aşık oldukları makinalarca öldürüleceklerdi. Geri kalanlarıysa Mussolini’nin çarklarında, geleceğin ölü eli tarafından öğütülüp, varlıklarını kültür fedaileri olarak sürdürebildiler ancak.” (s. 42)
Bu birinci çöküş savaşından sonra yeni salgınlar başladı, kök vermiş olanlar gürbüz bir bedene kavuştu: Faşizm, Nazizm, emperyalizm, zenofobi vb... İkinci büyük çöküşten sonra o âna kadar hiç görülmemiş yeni kitlesel salgın başladı, tüketim salgını. İhtiyacın olmasa bile tüket, çünkü var oluşunu böyle hissedebilirsin! Kapitalizm kılıcını keskinleştirdi, neo-liberalizm baş danışmanı oldu. Hepsi gözümüzün önünde oldu, çünkü gösteri çağında yaşamaya başlamıştık. Bombaları havai fişek izler gibi kanıksadık ekran karşısında ve şiddet pornosunun pasif oyuncuları olduk oturduğumuz koltuklarda.
COVID-19’un atlatıldığını varsayalım, herkes günlük hayatına, hengamesine dönecek doğal olarak... Peki hayatımıza daha büyük bir karabasan olarak çöken ve hâlâ görmezden geldiğimiz ama etkisini daha da artırdığı zaman evimize kapanmanın bile işe yaramayacağı iklim krizinde ne yapacağız? Bunu düşünmemek ne türlü bir tercihli körlük konformizmiyle açıklanabilir? Veya ülkeler ne yapıyor buna karşı? Tedbir almak yerine çoğunluğu manipüle etmek için parasını ödeyip lobileri, bilim insanlarını tutup böyle birşey yoktur propagandası yapıyorlar. Daha önce kamu sağlığını ve çevreyi ilgilendiren diğer konularda yaptıkları gibi... (Daha kapsamlı bilgi için Tellekt yayınevinden çıkan Hakikat-Sonrası kitabı zihin açıcı örneklerle konuyu anlatıyor.)
İklim krizi tek başına gelmez, peşinden süvarilerini de getirir: Sel, kuraklık, farklı pandemiler, hava kirliliği, yıkıcı fırtına, erozyon, sönmeyen yangınlar, denizlerin yükselmesi, susuzluk, açlık, iklim göçleri vb. ve tabii ki yine sonunda savaş. Devletler bu saydığım şeylerin sonuncusu dışında diğerlerine hazırlıksız.
“Modern Çağ birbirinden farklı uygarlıklara bölünmüş insanlığın bir gün birleşeceği ve böylelikle sonsuz barışın sağlanacağı düşleri içindeydi. Bugün dünya tarihi nihayet bölünmez bir bütünlük oluşturuyor ama uzun zamandır düşlenen bu hastalığın birliğini gerçekleştiren ve ayakta tutan şey gezgin ve sürekli savaştır. İnsanlığın birliğinin anlamı şu: Hiç kimse bir yere kaçamaz.”
(Milan Kundera, Roman Sanatı, s. 19)
Burnumuzun dibinde duran, özellikle İstanbul ve Marmara için geçerli olan ve görmemeyi tercih ettiğimiz bir başka salgına bakalım: Büyük deprem geri sayımına devam ediyor.
Ne oldu da bu gerçeği unuttuk? Ayağımızdaki zemin hafifçe sallandığı zaman hatırlıyoruz, üç gün panik yapıyoruz ve sonra bir başka gündemi onun yerine oturtup yokmuş gibi davranıyoruz. Virüs sokaklara geldi diye deprem geriye saymasını durdurmadı. Hastalıktan evinize sığınarak korunabilirsiniz, peki ya korunaklı olarak kabul ettiğiniz evden çıkmak zorunda kalırsanız? Çoğunluğun evine sığındığı bu zamanlarda, deprem esnasında bir ölüm kapanına dönüşecek olan binaların fazla olduğu bir coğrafyada fay kırılırsa sonuç ne olur?
Sonrasında gerekli müdahale ve iyileştirme çalışmaları yapılmazsa büyük afetler ikincil ve üçüncül yıkımları da getirir. Deprem alt ve üst yapısı sağlam olmayan binalar ve şehir için yıkım, ölüm demektir. Geriye kalanlar ne yapacak, yaralılar hangi hastanede tedavi olacak, açlık-susuzluk nasıl giderilecek, insanlar nerede kalacak, yardım nasıl gelecek? Temel hijyen koşulları sağlanmadığı zaman oluşabilecek salgın hastalıklar nasıl önlenecek? Bu soruları, hastanelerin dolu olduğu, insanların birbirine temas etmekten korktuğu, tıbbi yeterliliğin olmadığı bir zamanı kurgulayarak düşünün.
Sınıfta öğrencilere kolektif ve ısrarlı dikkatin, bir sorunun çözümü üzerine etkisinden bahsederken şöyle bir örnekleme yapmıştım: Bir ülkede, bir savaş düşünün ve her yıl 5 bin kişi ölüyor. Veya bir iç savaş var ve yine her yıl 2 bin kişi ölüyor. Ya da bir ülkede öyle bir gelenek var ki her gün bir kadını kurban ediyorlar. Ne yaparsınız böyle bir süreklilikle karşılaşırsanız?
Doğal olarak çözüm bulmaya dair düşünmeye başladılar. Savaşı durdurmaya gayret ederiz veya insan kurban eden geleneğin saçmalığı üzerine çaba harcarız.
Bu bahsedilenler hemen yanı başımızda oluyor. İlk rakam bu ülkede yaşanan trafik kazalarında ölen insan sayısı, diğeri iş cinayetleri, sonuncusu ise kadın cinayetleriydi. Tasvir ediş halini değiştirince irkiltici bir gerçek olan süreklilik durumu, yerine günlük hayatı manipule eden farklı bir gündem konulunca umursanmaz oluyor. Bu çağın ruhu bu: Konuyu değiştirelim lütfen!
Bu yazıya sığmayan ve ismini zikretmediğim başka salgınlar da mevcut. Varlığını idrak etmemiz bir tehlikeyi bertaraf etmez, çözümünü ertelediğimiz sorun onu yok saymamızı umursamaz ve gerçekleşir.
“Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak, savaş halinde ise suç olarak algılanırlar.” (Bertrand Russell, s .7)
•
YAZIDA DEĞİNİLEN VE ALINTI YAPILAN ÖTEKİ KİTAPLAR
Bertrand Russell, Sorgulayan Denemeler, çev. Nermin Arık, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 1995.
Milan Kundera, Roman Sanatı, çev. İsmail Yerguz, Afa Yayınları, 1989.
Marshall Berman, Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları, 1994.