İnsanın imkânsızlığını ve Türkiye’deki edebiyatçıların her durumdaki vicdansızlığını miyop gözlerime rağmen çok rahat görebildim...
02 Kasım 2017 14:21
Bir Alevî köyünde, Alevî töresinin içine doğduğu hâlde, Sünnî akaidine uygun bir biçimde ölen ve öyle gömülen bir babanın oğluyum ben. Muhtemelen bunun da tesiriyle, erken yaşlardan itibaren sağlam bir azınlık bilincinin kıyısında buldum kendimi.1 Dört bir yanından acı ve bereket fışkıran, güneydoğusu sürekli kanarken güneybatısı geniş avlularda keklik yarıştıran bu topraklarda azınlıkta olmak ya da azınlıkta kalmak nedir, ne türden travmalara yol açar, kimler bir azınlık mensubuyla karşılaşınca korka korka yanına yaklaşır, kimler yedi metre öteye kaçar, gayet iyi bilirim. Bildiğim bir başka şey de, çiçeklenmeyi çoktan unutmuş çitlembikler çarşısına yolu erken düşen çocukların içe kapanıklığı, isyankârlığı ve uyumsuzluğudur. Bu durum, o çocuklara kitapların dünyasına sığınmak dışında bir seçenek bırakmaz ne yazık ki. Gönüllü bir seçim değildir bu, zaruret yahut mecburiyet kelimeleriyle tanımlanabilecek hayli bilinçsiz bir ayakta kalma çabasıdır daha ziyâde. Her mecburiyet gibi derin sancılara, örselenmişliklere, incinmişliklere yol açması kaçınılmazdır.
Ancak, şık şıkırdım vitrinleri kitaplarıyla şenlendiren, kapaklarını süsledikleri dergileri kâtipleriyle yönlendiren, muhtelif yaşantı ihtimallerini elektronik mektuplarıyla sonlandıran, siyasetten edebiyata uzanan bir ilişkiler ağını seviye yorgunu mektepleriyle canlandıran ve bundan da herhangi bir mahcubiyet duymayan edebiyatçıların sebilhâne bardakları gibi yan yana dizildiği bir cinnethânede ileri atılmak yerine kenara çekilmek, ortalarda dolaşmak varken dışarıda durmak bilinç gerektiren bir tercihtir hiç kuşkusuz. Herkesin çıkardığı gürültü oranında görünürlük kazanma peşinde koştuğu bir edebiyat ortamında, “susanlara hiçbir şey sormayınız” terbiyesinin gerisine sığınmak da öyle.2
Varlığıyla anlamlı kıldığı bu dünyadan 2 Ocak 2017 tarihinde ayrılan John Berger,3 biraz daha yaşasa, maruz kaldığımız kültürel aşınmayı ve “halay çeken kızlar misali kol kola” girerek bir mecradan diğerine taşınmayı dikkate alarak Görme Biçimleri’nin yanına bir de Görünme Biçimleri kavramı yerleştirir miydi, bilmek zor ama bilhassa bu ülkede, edebiyatçıların Görünme Biçimleri’ne her gün yeni bir boyut eklemelerini izlemek artık Gülben Ergen ya da Hülya Avşar’ı bile şaşırtmıyor!4 Hemen herkesin Facebook, Instagram, Twitter benzeri asosyal zeminlerden başlayıp billboardlara kadar uzanan bir genişlilikte kendini göstermek için çırpındığı bir cangılda, görünmemenin de bir seçim olabileceğini anlatmak hayli çaba gerektiriyor hakikaten. Çünkü insanın suratının tam orta yerine, “Kariyerimize bariyer çekmeye çalışan şu primitif zekâ, neden vakit yitirilmeden akıl fikir dinlendirme yurtlarına kapatılmıyor, neden hâlâ dışarıda dolaşıyor Allah aşkına” pejmürdeliğiyle bakıyorlar!
Yılını hatırlamıyorum, Adalet Ağaoğlu’nun hatırını kırmamak için Jale Parla ile birlikte Tüyap Kitap Fuarı’nda bir toplantıya katılıp Yazsonu’na dair fikirlerimi aktarmıştım salondaki üç beş kişiye.5 Hâlbuki, sağlam bir Adalet Ağaoğlu okuru sıfatıyla daha önce Yazsonu hakkında bir şeyler yazdığım için buna hiç gerek yoktu. (Merak eden varsa, o yazıları bulup okuyabilirdi.) Bu yoldan çıkarıcı yanılgı bir kenara bırakılacak olursa eğer, bugüne kadar hiçbir imza gününe, panele, açık oturuma, sempozyuma, poezyuma, galaya, kitap tanıtma kokteyline ve “kültürel etkinlik” adı altında düzenlenen faaliyetlere katılmadım ben. Şair, hikâyeci, romancı arpalığına dönen AKP’li, CHP’li ya da HDP’li belediyelerin kapısını, “Sizin için Nâzım Hikmet/ Necip Fazıl/ Ahmed Arif Günleri düzenleyelim, atölyeler açalım” benzeri gerekçelerle aşındırmadım. Herhangi bir kitabım yayımlandığında, gazetelerin kitap eklerini yönetenleri ya da sanal âlem sitelerindeki editörleri telefon, mail ya da whatsapp üzerinden taciz ederek, büyük bir yüzsüzlükle, “Benim kitabıma ne zaman sıra gelecek, yoksa orada beni sevmeyen birileri mi var” diye sormadım. Facebook’ta yüzümü ve yüzümün muhtelif yansımalarını göstermek için sayfa, Twitter’da yazdıklarımı asla yadırgamayacak gönüllü bir tayfa oluşturmak için çırpınmadım. Hem Boğaziçi Üniversitesi’nde profesörlük yapıp, hem de Creative Writing/ Yaratıcı Yazı kavramını, Yaratıcı Yazarlık deformasyonuyla pazarlamaktan utanç duymayan ve bu yöntemle genç edebiyat meraklılarının hevesinden para kazanan “yaratıcı yazarlar”dan biri de olmadım.6
Üstelik, bütün bunları hemen herkesten çok daha rahat, çok daha kolay ve çok daha mükemmel yapabilecek bir konumdaydım ben. Dile kolay, tam 30 yıl adına “merkez medya” denilen Nokta, Aktüel gibi dergilerle, nicelerinin iki satır haber olabilmek uğruna taklalarla yetinmeyip perende pespayeliklerine boyun eğdiği Hürriyet gazetesinde çalıştım.7 Oralarda eleştiriler, kitap tanıtma yazıları yazdım, memleketin güzide edebiyatçılarıyla söyleşiler yaptım. Hangi türden bir bilinç ya da terbiye bunda belirleyici olmuştur hakikaten bilmiyorum ama 30 yıllık gazetecilik hayatımı, 40 yıllık yazarlık hayatımının payandası, destekçisi, yardakçısı, reklamcısı hâline getirmemek için sürekli özen gösterdim. Gazeteciliğin sağladığı imkânları kullanarak görünürlük kazanma, yazdığım kitapları pazarlama, sevmediklerimi azarlama faaliyetine asla girişmedim.
Gene büyük bir mahcubiyet içerisinde ifade etmeliyim ki, benim hayatımın beş yılı Londra’da sürgünde geçti. Bu beş yıl boyunca neredeyse her akşam, gökyüzünden geçen uçaklara bakıp bir gün o uçaklardan birine binerek İstanbul’a dönebileceğime dair hayaller kurdum ben. Herhangi bir Yunan adasında, İsveç’te, Norveç’te veya Varna kıyısında üç ay tatil yapıp da, mesela, “Sürgünde Yaşadığım Derin Travma/ Stockholm Çaresizliği/ Oslo mu Asla mı” türünden hayli iddialı ve bir o kadar da yalanlarla bezeli kitaplar yazmadım. Buna benzer teklifleri de, sürgünlüğün rantını yemeye soyunmanın ahlakî bir zaaf olacağını söyleyerek reddettim. Hapse girmek yerine Londra’ya gitmek benim tercihimdi, kimse beni buna zorlamamıştı.
Mübalağaya müsait hiçbir matah tarafı bulunmayan bu sıradanlıkları, “Bakın, ben ne kadar ulvî bir insanım, ahlakî bilincim öylesine gelişmiş durumda ki, yeryüzüne sürekli bu prizmanın gerisinden bakıyorum ve prensiplerimden asla taviz vermiyorum; bir benim her şeye muhalifliğim var, bir de benim dışımdaki kara kalabalık” filan demek amacıyla sıralamadım tabii ki. Bunlar, benim kendimi, sevdiklerimi ve yazdıklarımı esirgemek, meyhane yahut ibadethâne dedikodularına meze kılmamak adına gölgesine sığındığım haysiyet hassasiyeti sadece. Dolayısıyla, dayatılan yaşantı biçimlerine kafa tuttuğunu söyleyip de kestirmeden onun bir parçası hâline gelen kırılgan yahut burulgan arkadaşlar celâllenmesin hemen, hiç kimseye bir hayat tarzı öneriyor değilim. Hele, gözyaşartıcı bir istikrarla mütemadiyen yanlışlığı kanıtlanan doğrularımı başkalarına örnek göstermek gibi bir niyetim de yok. Nasıl olabilir ki ve hem neden olsun ki?
Ben, gönlümün yettiği, dilimin döndüğü kadarıyla bir olguyu koyuyorum ortaya. Algılar yerine olguları tartışmakta herhangi bir sakınca görmeyen, incelikler orada öylece dururken öncelikler peşinde koşan bir ülkenin muhterem mensupları tarafından pek fazla anlaşılacağını sanmasam da böyle yaşamayı seçtiğimi dile getiriyorum sadece. Bütün seçimler gibi, ağır ya da hafif, katlanılabilir veya tahammül edilmesi hayli güç bedelleri vardı. Kalabalık bir insan olduğum söylenemezdi zaten ama tamamen yalnızlaştım; gazetelerden, dergilerden, yayınevlerinden, kendimi bir parça huzurlu hissettiğim yaşantılardan kovuldum; yazdığım kitapları basacak yayıncı bulamaz hâle geldim. Hemen hepsi eski arkadaşım olan yayın yönetmenleri, gönderdiğim kitapların istikbaline dair suallerimi cevaplamaya bile tenezzül etmediler. Üzüldüm, içlendim, içerledim, öfkelendim, fakat boyun eğmedim. Ne diyordu Behçet Hoca o güzelim “Taşlı Yol” şiirinde:
Ki bugüne beni siz mi getirdiniz,
Çıkar tanıyanları, vardır elbet bildiği,
Kimleri boşladım, borçlarım kimedir,
Ödedim, öderim.
Buna mukabil, bu seçim geniş bir eleştirel özgürlük alanı sağladı bana. Bu özgürlük sayesinde, insanın imkânsızlığını ve Türkiye’deki edebiyatçıların her durumdaki vicdansızlığını miyop gözlerime rağmen çok rahat görebildim. Para için, şöhret için, beş kitap daha fazla satabilmek için, kendilerini görünür kılabilmek için önündekini çelmeleyip arkadakinin omuzuna tırmanabiliyorlardı hiç yüksünmeden. Fotoğrafçı gelecek diye yeniledikleri gözlük çerçeveleriyle, saç modelleriyle birkaç dergiye birden kapak olmak için çırpınan ve Gezi Parkı’nda öldürülen çocukların isimlerini hiç utanmadan pervasızca istismar eden de onlardı; dönemin başbakanının Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği toplantıda, projelerini tamamlamak ya da kitaplarının daha rahat pazarlanmasını sağlamak amacıyla devletten destek isteyenler de onlardı.8 Dergâh Yayınları etiketiyle yayımlanan Ahmet Hamdi Tanpınar kitaplarını görmezden geldikleri hâlde, YKY logosunu fark edince hızlı birer Tanpınarperest kesilenler de aynı ekibe mensuptu.9 Cemil Meriç’in kıymetini anlamaları için de kitaplarının Ötüken’den İletişim’e geçmesi gerekiyormuş meğerse....
Jerome David Salinger örneğinden hareketle, yazının ses tonu birkaç oktav daha yükseltilebilir belki: Yaşananlardan ve yaşananların meşrulaştırılma tarzından rahatsızlık duyup geriye çekilmek, bir savunma biçimi olduğu kadar apaçık bir saldırıdır da. Duyulup duyulmaması, görülüp görülmemesi hiç de önemli değildir bu yüzden. Zira, herkesin aynaların kıyısına çöreklendiği kritik bir dönemeç vardır hayatlarda. O kritik dönemeçte aynaların önünde ömür eskitmek yerine, yine Necatigil’in ifadesiyle,
İçindeyim, diretiyorum çağa,
Size ne miyim ben, siz bana nesiniz
diyebilmek yeterli değil midir sahiden de?
Oysa, Türkiye’nin en sevimli Fenerbahçelisi Can Kozanoğlu 1992 yılında Cilâlı İmaj Devri’ni yazıp yayımladığında gördüğü ilgi, en azından beni umutlandırmıştı.10 Edebiyatçı kimliği altında insanın ve yeryüzünün anlamıyla meşgul olması lazım gelenlerin, cilâlanmış imaj devrinin dışında kalmak için çabalayacaklarına ilişkin bir umuttu bu. Kozanoğlu, doğrudan edebiyat dünyasını ele almamış olsa bile, mankenlerin, şarkıcıların, sporcuların, gazetecilerin ve siyasetçierin imaj uğruna sergilediği kepazelikler, sağlam bir uyarı teşkil edebilirdi. Onların bu trene atlamak için birbiriyle yarışacağına, yaptıklarının yazdıklarıyla bu kadar çabuk çelişeceğine dair bir ihtimal aklıma gelmemişti doğrusu. En azından, popüler kültür edebiyatçılar arasında küçümsenir, onun bir parçası olarak görülmek kaygısıyla siperlerin gerisinde muhtelif mevzilere sığınılırdı, öyle ya! Hele gazetecilerin önünde soyunup dökünmek, yükselen değerler adı altında mütemadiyen alçalan bir fırtınaya yelken taşımak, Allah muhafaza, hiç öyle şey olur muydu, edebiyatçının varlık sebebi, akıntıya karşı kürek çekmekten ibaret değil miydi zaten?
Üstelik, 1992, Vitrinde Yaşamak isimli nefis kitabın da kara kamunun bilgisine sunulduğu yıldı. Derinlikli denemelerin vazgeçilmez simâsı Nurdan Gürbilek de neredeyse aynı tehlikeye işaret ediyordu. Gürbilek’in ifadesiyle, “Kendilerine yeni haber alanları yaratmak isteyen gazete ve dergilerin soruşturmalarına büyük bir açlık, büyük bir iştahla cevap veren, iç dökmek isteyen” gönüllüler vardı ve bunların arasında mühim edebiyatçıların da yer alması kimseyi şaşırtmıyordu artık. Zira, “Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla var olduğu, sergilendiği için ve seyredilebildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum” çıkmıştı birdenbire ortaya. Bir edebiyatçı, içinde yaşadığı toplumun ne kadar uzağına düşebilirdi ki? Ayrıca, o güne dek toplumun güvenli bulduğu sınırların bir miktar yahut bütünüyle dışında konaklamanın edebiyatçıya herhangi bir fayda sağladığı da görülmemişti. Dönemin siyasetçisi Turgut Özal, “Benim memurum işini bilir” diyordu mesela, ancak hiç kimsenin aklına, edebiyatçının da en az memur kadar işini bilebileceği ihtimali gelmiyordu doğrusu. Ne yazık ki, hüküm neredeyse kesindi artık: Herkes göründüğü kadar var olabilirdi bu toplumda. Vitrine çıkıp tartışmalı da olsa oralarda bir miktar zemin kazanmanın modası çabucak geçmiyordu ayrıca. Biraz para sahibi olmak, lüks lokantalarda yemek yemek, dünyanın muhtelif yörelerinde tatil yapmak, Fifth Avenue ya da Champs-Élysées’den giyinip kuşanmak onların da hakkı değil miydi? İbrahim Tatlıses bile “Ben de isterem...” diye arsız arsız yırtınırken, edebiyatçıların dünya nimetlerinden pay almak için çırpınmasında ne gibi bir sakınca olabilirdi sahiden de?11
Açlığın boyutları sarsıcı olduğu ölçüde şaşırtıcıydı da. Meğerse, edebiyatın faziletinden, toplumun sefaletinden, uyum sağlamanın rezaletinden, mekanizmanın bir parçası hâline gelmenin ihanetinden söz eden arkadaşların hepsi, edebî faaliyetlerini vitrinde sürdürmek için fırsat kolluyormuş da benim miyop gözlerim göremiyormuş bir türlü. Üstelik, yanaşılan yeni limanı yadırgayan da yoktu aralarında. Anlaşılan, ülkenin siyasetçileri gibi edebiyatçıları da öğrenmişti her şeyi meşrulaştırma yöntemini. Edebiyatçılar, yeni konumlarını ahlakîleştirme çabası içine girmediler belki ama aklîleştirmekten de geri kalmadılar. “Yahu bir dakika” diyenlere toplu hâlde hücum edebilecekleri bir koro oluşturmakta da güçlük çekmiyorlardı ayrıca. Bu nasıl doymak bilmez bir iştah, bu nasıl yüreklere yayılmış bir açlıksa, başka hiçbir şeye benzemiyordu. Knut Hamsun halt etmişti hakikaten...
Sebebini hakikaten bilmiyorum, 18 Ekim çarşamba (2017) günü, hayli bezgin bir şekilde Britanya gazetelerine göz gezdirirken, Daily Telegraph’ın internet sitesinde yer alan bir fotoğraf bilhassa çekti dikkatimi. Dikkatimi çeken, kadının ağzından fışkıran alevler veya kıyafetindeki tuhaflık değildi. Bakışlarımı o tarafa yöneltmeme asıl yol açan, bunun bir kitap tanıtma toplantısı oluşuydu. (Galiba artık lansman deniliyor!) Küçük bir araştırma sonucu şarkıcı ve manken olduğunu öğrendiğim Katie Price, yeni yazdığı romanı bu yöntemle tanıtıyordu. Gösteri dünyasına mensup bir ismin, kitabını da gösteri dünyasının bir parçası kılması anlaşılabilir bir şeydi. Kaldı ki, kitabına uygun gördüğü ad da gazetede yer alan görüntüye müsaade edecek nitelikteydi: Playing with Fire.
Çağrışım böyle tuhaf bir şey işte! Nedense, Murathan Mungan’ın 2002 yılında Yüksek Topuklar kitabı dolayısıyla Ayşe Arman’a verdiği söyleşideki fotoğraf düşüverdi aklıma. “Sahtiyan” yazarı Murathan Mungan orada, bir çift yüksek topuklu kırmızı papuçla poz vermekten çekinmemiş ve böylece kitabın reklamının hem öznesine hem de nesnesine dönüştürmüştü kendisini. Benzer pazarlama tekniklerini Orhan Pamuk, Ayşe Kulin, Hamdi Koç, Ece Temelkuran, Aslı Erdoğan, Ahmet Ümit gibi isimler de kullanmıştı. Hayır canım, herkes yüksek topuklu kırmızı papuç giymiyordu tabii ki! Ayşe Arman ya da fotoğrafçı nasıl isterse ona uygun pozlar veriyorlardı hiç mütereddit davranmadan. Bugünlerde tam anlamıyla bir magazin figürüne dönüşen Elif Şafak, erkek kıyafetiyle hem İskender isimli romanını hem de gazete sayfalarını şenlendirerek Murathan Mungan’la yarışıyordu söz gelişi. Anlaşılan, çıkardıkları gürültü oranında görünürlük kazanacaklarının bilincine hayli erken varmıştı edebiyat âleminin dibâce neferleri. Kim bilir, yaşam koçu filan tutmuşlardı belki de!
Kitabın tanıtımının yapılmasında da daha fazla satılmasında da bir sorun yok elbette. Sorun, din, devlet ve ideoloji tarafından hayli örselenmiş kırılgan insanların yurdu olması lazım gelen edebiyatın arsızca ve pervasızca kullanılma biçimi. Yazarın yazdığı kitaptan ziyâde ön plana çıkması, sadece benim dikkatimi çekmiyor herhalde. Üstlendiği rol, kendine uygun gördüğü reklam tarzı ve seçtiği mecra dolayısıyla artık edebiyatçı demekte zorlandığım medyatik karakterler, pazarlamanın bir parçası hâline gelmekle yetinmiyor, ifade yerindeyse eğer, doğrudan pazarlıyor da kendisini, nesneleştiriyor, tüketim kültürünün ayrılmaz bir parçası kılıyor.
Böyle bakıldığında, Katie Price’ın çok daha doğru bir noktada durduğu bile söylenebilir gönül rahatlığıyla. Netice itibariyle, gösteri dünyasının bir parçası Katie Price ve yazdığı kitabı da o dünyanın bir yan unsuru hâline getirmekte herhangi bir sakınca görmüyor. Bizim arkadaşların foto muhabirlerinin önünde sergilediği kıvraklık, edebiyat dediğimiz yaşantı acemiliğinin eksildiği yerde mi devreye giriyor, yoksa o yakıcı ve yırtıcı acemiliği ehlileştirmek adına atılmış önemli bir adımı mı sembolize ediyor? Katie Price’ın hiçbir kitabını okumadım ama diğerlerinin pek çok kitabını okumuş birisi sıfatıyla söyleyebilirim ki, benimsedikleri pazarlama yöntemi ve bedenlerini o yöntemin vasıtası kılarken takındıkları fütursuz tavır; hem edebiyatın, hem de edebiyatçının zaten pek de parlak olmayan itibarını yitirmesini getirdi beraberinde. Benim nazarımda kıymet kaybetmelerinin hiçbir önemi yok tabii ki. Asıl, kendilerini fazla hırpalamadan aynaların karşısına geçip geçemediklerini merak ediyorum ben...
Tartışmaya derinlik kazandırır umuduyla temel soruyu şöyle formüle etmek de mümkün: Yazarın zaman zaman kendisiyle mesafeli bir ilişki geliştirmesi ve çehresine o mesafenin gerisinden bakması yadırganacak bir durum değildir pek fazla. Ne var ki, yazdıklarıyla arasına ısrarlı uçurumlar iliştirmesi ve bunu da her yeni kitap döneminde pekiştirmesi, hayli şizofrenik bir eşik olsa gerek. Haysiyetini ve hassasiyetini muhafaza peşinde koşan her yazar, görüntüsüyle ve gürültüsüyle öne çıkmanın, esasen geride kalmak anlamı taşıdığını, zira, eserine güvenen herhangi birisinin böyle bir yolu ve yöntemi tercih etmeyeceğini bilir muhtemelen. Bildiği hâlde, “Ne yapalım kardeşim, şartlar bunu gerektiriyor” savunmasının gerisine gizlenerek görünmez iplere mavi boncuk diziyorsa eğer, direniş kabiliyetimizi koltuğumuzun altına kıstırıp susalım hemen...
Tabii meselenin daha çarpıcı ve daha vahim bir başka boyutu da mevcut. Medyada görünürlük kazanmak uğruna her yolu meşrulaştıran ve böylece patronajın işini bir hayli kolaylaştıran bu arkadaşların neredeyse tamamı, tüketim kültüründen şikâyetçidir ve kapitalizmin oluşturduğu piyasa şartlarına karşıdır! Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde oturup da ciddi ciddi konuşursanız mesela, global sermayenin egemenlik biçimini en ücra köşelere kadar yaygınlaştırmasından ve edebiyat dünyasının da giderek bu baskıya boyun eğmesinden duydukları rahatsızlığı dile getireceklerdir hayli yakışıklı cümlelerle. Hazır meydanı boş bulmuşken, sosyalizmin faziletlerini sayıp dökerek aciliyetinden dem vuranlar da yükseltecektir seslerini hiç kuşkunuz olmasın ki! Teorik açıdan kapitalizmle aralarına mesafe koyabilen bu arkadaşların, pratikte edebiyatın metalaşmasına omuz vermeleri ve benimsedikleri yöntemlerle piyasanın payandası hâline gelmeleri sadece beni mi rahatsız ediyor hakikaten?
İleride bir gün, vitrin vitrin gezinen isimleri merak eden bir araştırmacı ortaya çıkıp da, “Ayşe Arman’ın Türk edebiyatının ve edebiyatçısının sefilliğinin sergilenmesine katkıları” konulu bir araştırma yapsa keşke! Belki o zaman, Orhan Pamuk’tan Murathan Mungan’a, İskender Pala’dan Ece Temelkuran’a, Murat Menteş’ten Ayşe Kulin’e, Elif Şafak’tan Hamdi Koç’a uzanan bir yelpazede sıralanan kalem ehlinin, nerelere kadar savrulabildikleri netleşirdi ve bu sayede nasıl şenlikli bir toplum hâlinde yaşadığımız daha somut bir şekilde görünürlük kazanırdı herhalde. (İsmini unuttuklarım, “Reklamın kötüsü olmaz” riyakârlığını gönüllü benimsedikleri için üzülmüştür şimdi, özür dilerim!) Daha önce de vurguladığım gibi, Ayşe Arman’ın herhangi bir kabahati yok burada. Netice itibariyle işini yapıyor, hem de iyi yapıyor. Çağdışı kaldığı uzaktan bile anlaşılan primitif zihnimizi zorlayarak, Ayşe Arman’a misafir olan arkadaşların da işini yaptığını söyleyebilir miyiz acaba? Bir başka deyişle, kitap reklamlarının hem öznesi hem de nesnesi konumuna sürüklenmek, edebiyatçının yazma faaliyetinin bir parçası mıdır?
Gene de, Dublörün Dilemması türünden nitelikli bir metinle polisiyeyi düştüğü yerden tutup kaldıran Murat Menteş’in, “Karım Azize’nin en sevdiği yazarlardan birisiniz. Röportaj teklifiniz beni yalnızca gururlandırmadı, ailemizde tatlı bir sevince neden oldu” cümleleriyle kendisini tuhaf bir uçuruma sürükleyebileceğine ihtimal vermezdim ben. Tıpkı Mahrem gibi hakikaten nitelikli bir romanla anılmayı hak eden Elif Şafak’ın, aradan geçen yıllarda kitabın pazarlanmasını birkaç adım geride bırakıp magazin figürü yörüngesine girerek fiziğini de piyasanın bir parçası kılabileceğine ihtimal vermediğim gibi...
Neredeyse tamamını ezbere bildiğimi rahatlıkla söyleyebileceğim İstanbul, Hatıralar ve Şehir’le memleket edebiyatının en sağlam kitaplarından birini yazmış bulunan Orhan Pamuk’un, Nobel’i aldıktan sonra bile vitrinde kalabilmek amacıyla lüzumsuz atraksiyonlara girebileceği kimin aklına gelirdi ki? Hele, aynı fakültenin koridorlarını adımladığımız İskender Pala’nın, İslâm Peygamberi’nin hayatını anlattığı Bülbülün Kırk Şarkısı ile ilgili söyleşide, “Hiçbir kelimesini abdestsiz yazmadım” diyebileceğini bir başkasından duysam gülüp geçer ve başımdan savardım herhalde. İnanan bir insanın, inandığı ve iman ettiği değerleri de pazarlama faaliyetinin bir parçası hâline getirebildiğini gördükten sonra, kendimize yelken kıldığımız hüsran çığlıkları eşliğinde, “Edep Yâ Hû”nun gölgesinden başka nereye sığınabiliriz ki?12
Kulak veren olur mu, sahiden bilmiyorum ama görüntü ve gürültü ehlinin görmemezlikten geldiği Bilincin Kapısını Aralamak isimli çarpıcı kitaptan birkaç satır aktarayım ben gene de. Bir Metafor Olarak Hastalık kitabından itibaren sanatçının çilekeşliğinden ve susmanın estetiğinden söz eden Susan Sontag orada, bir soru üzerine şu tespiti yapmaktan alamıyor kendisini:13 “Hemingway veya Truman Copete gibi yazarlar toplumsal birer figür olmasalardı, eserleri daha üst düzeyde kalırdı. İş ile hayat arasında bir tercih yapmak gerekiyor. Söz konusu olan yalnızca medyada nasıl görünmeniz gerektiğiyle ilgili bir duruş değil, toptan sosyalleşme biçimiyle ilgili bir duruş.”14
Edebiyatı, “Kendisiyle, yeryüzüyle ve gökyüzüyle meselesi olan insanların içe dönük faaliyet sahası” şeklinde tanımlarsak eğer, sıralanan veya sıralamadaki yeri ihmal edilen isimlerin geldiği noktayı bambaşka bir hüviyete büründürmek gerekecek ne yazık ki. Hiç şüphesiz, din, devlet ve ideolojiden bağımsız bir tavır geliştirmek ahlakî bir bütünlük gerektirir. Yazı da dâhildir bu ahlakî bütünlüğe, yazgı da...
Nilüfer Göle, Ayşe Çavdar’ın kendisiyle yaptığı ve Mahremin Göçü ismiyle kitaplaştırdığı nehir söyleşinin bir yerinde, yazdıklarının kimleri ilgilendirdiğinden söz ederken, “Siz patika yoldan gidiyorsanız –ki ben gittiğim yolu marjinal olarak değil, patika olarak düşünüyorum- bir yanda da otoyol var demektir. Otoyol sizi kucaklamaz. Otoyol hızında gitmiyorum. Onun için, ‘ben hem patika yolda gideceğim hem de otoyoldakiler tarafından alkışlanmak isteyeceğim’ diyemezsiniz” vurgusuyla hem somut hem de net bir ayrım koyuyordu ortaya.15 İfadenin çarpıcılığı bir yana, meseleyi billurlaştırması da okuduğum ilk günden bu yana zihnimin bir köşesinde menevişlendi hep.
Yazdıklarını ve yazacaklarını büyük bir merak ve heyecanla beklediğim bir arkadaşım var. O da, -en azından şimdilik- edebiyatın patikalarını anayola tercih eden birisi. Geçenlerde, bu sancılı yeryüzüne bir çocuk getirdiğini öğrendim ve sevindim. Lüzumundan fazla uzadığına inandığım bu ömür nihayete ermeden önce, Kadıköy’ün yağmurla ıslanmış ara sokaklarında bu iki kişilik cıvıltı coğrafyasına mutlaka rastlamak ve güzelliğiyle şimdiden baş döndüren o minik yavrunun kulağına eğilip, “Seni de en az annen kadar çok seviyorum” diye fısıldamak istiyorum. Zira, her zaman inandığım, söylemekten vazgeçmediğim ve her vesileyle savunduğum gibi, bir çocuk, birkaç damla spermden çok daha fazla, çok daha derin, çok daha anlamlı bir varlıktır.
Edebiyat da öyle!