Ödüllü yazarları pazarlama düzeni son demlerini yaşıyor. Yeni kuşaklar, ödül ve şöhret budalılığına ibretle bakıyor...
02 Kasım 2017 14:31
Meşhur yazarla, başka meşhurlar arasında fark? Otomobil yarışçısı? Pop şarkıcıları? Meşhur müptelalığımızı ifade tarzımız, kim olursa olsun, aynı. Peşlerinden gitmeye başladık mı, meşhurluklarının kurbanlığında rollerine soyunurken, dikkatimizi yaptıklarından çok kendilerine çekmekteler.
Meşhurluk tuzağını benimsemiş yazarlar bindikleri dalı keserken, okuru edebiyat tartışmalarından uzaklaştırıp dedikoducu konumuna düşürür.
Lakin “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” sözü gerilerde kalmakta.
İmajlar üretildikleri hızla tüketiliyor. Şöhretler ışık hızında parlayıp sönüyor. Gündemde kalmak isteyenler, kendilerini pazarlama tekniklerini ustaca kullanma telaşında. Ellerinden tutan, onları meşhur eden danışmanları, ajansları var.
Medyanın derdi dergilerini, gazetelerini, TV programlarını satmak. Çağdaş yazarın derdi, kendini. Dostoyevski’nin de derdi yok muydu? Lakin, onun döneminde mesele, gazetelerde tefrika edilen romanları kelime kelime satmaktı. Günümüzde yazarın kendisi satılık. İsterse tabii. Topa girmeyebilir. Piyasa oyununu oynamayabilir. Razı değilse eserlerini pazarlayacak ajans, kitaplarını basacak yayınevi bulmakta güçlük çeker. Hiç bulamayabilir.
Yazabilmenin, kaba sığmayan coşkusunu yaşayan, ancak hızla sayıları azalanlar, kitaplarının reklamını yayınevlerine bırakır. Buna ben de dâhilim, “Aman kitaplarımın reklamını yapmayın” diyen yazar tanımıyorum. Yoksa yayınevi batar, geçinme derdinde yazar istemediği işlerde para kazanmaya mecbur kalır. Kültürün metalaştığı günümüzde yazarın onu meşhur edecek pazarlama nesnesi olmaması istisnai.
Beş altı yıl önce ABD’de olay olmuş, haber New York Times’ın birinci sayfasına girdiğinde aklıma Pirandello’nun Altı Kişi Yazarını Arıyor oyunu gelmişti. Yayınevi roman fabrikasyon ekibini kurmuş, onlara, üniversite öğrencileri ne okumak ister formülüne uygun, az seksli, bol kimlik arayışlı, tatlı su muhalefetinde, eşcinsellik, feminizm gibi konularda politik doğrulara harfiyen uyan bir roman yazdırmış. Sıra romana yazar bulmalarına gelmiş. Sonunda Hint asıllı, Harvard’da okuyan bir kız öğrenci bulup onu pazarlayarak romanı piyasaya sürmüşlerdi. Foyaları ortaya çıktı. Hiç olmayan bir şeymiş gibi unutuldu gitti. Oysa piyasanın bal gibi bildiği, uyguladığı bir olayın kanıtıydı bu.
“Çok satar” listeleri, günümüz ABD modeli ideal romanın ifadesi. Homerus anlatım geleneğinin belki de son temsilcisi Yaşar Kemal bu formüle uymadı. Sistem onu bünyesine almadı, ödüllendirmedi. Oysa belki bir 100 yıl sonra günümüzün edebiyat piyasasında nice imal edilmiş meşhur kaybolduğunda, hatırlanan Yaşar Kemal olacak.
En olmadık uyuz politikacı, en lüzumsuz tüketim maddesi, anketler ve reklam ajansları sayesinde nasıl gündemden düşmemeyi becerebiliyorsa, büyük yayınevleri, uluslararası ajanslar da bu yöntemlerin yabancısı değil. Başlarına işletme mezunlarını getirdikleri dev yayınevleri kitabı paraya çevirme hesabında. Falanca yayınevinin yöneticisinin işe alınma nedeninin kültürle, kitapla alakası sıfır. Önemli olan, önceki işinde, bu ister diş macunu olsun ister silah üretimi, şirketi yönetmedeki başarısı. Sen de yazar olarak pazarlanmana yardımcı olabilirsen onların ideal elemanısın. İlkelerin varsa, kendini sattırmana engel olmaktan kısa zamanda çıkarır, barışa inanıp savaşı kaçınılmaz görenler gibi, seni de yola getirebilirler. Kitapların okunsun istemiyor musun? Bak falanca yazarı ne güzel pazarladık. Kitaplarının ne eksiği var? Şimdi mesele seni pazara, yani okuruna tanıtmak. Ustalaştıkça, imajınla oynayıp hedef kitleni genişletmeyi de becerebilmelisin.
Çocukluğumda sokakta yere düşmüş yazılı kâğıt, yırtık gazete, dergi vs. görenler, yerden alır, öper, alınlarına değdirdikten sonra başlarından yüksek bir yere koyarlardı. Asırlardır dinî kitaplarda yazıyı kutsal sözmüş gibi okuma alışkanlığımızla, tanrı katına yerleştirdiğimiz meşhur yazarların da her tür manipülasyonuna teşneyiz.
Yanlış hatırlamıyorsam İstanbul’da şehrin sokaklarında o zaman yeni kurulmuş reklam panolarıyla ilan edilen ilk kitap bir Orhan Pamuk romanıydı. Böylece Türkiye’de de yazarı piyasalaştırmanın yolu açıldı. Nasıl olur diye, birçok yazarın, okurun homurdandığını hatırlıyorum. Çok zaman geçmedi. Yazarlar reklamlarının yapılmasının peşinde koşar oldu. Okur da alıştı. Adını kitaplarından değil de reklamlardan bildiği yazarların peşine düştü. Kitap kapaklarına bakın. Yazarın adı kitabın adından büyük yazıldıysa... Orada burada mantar gibi boy gösteren tarihçi, kralın soytarılığına soyunuyorsa...
Gene de Türkiye’de bu işe gönül vermiş, kitap aşkıyla tutuşan küçük ve orta ölçekli birçok yayınevi, edebiyat ahlakına içtenlikle sahip çıkıyor. Oralarda öyle kişiler olmasa zaten bu işi yapmazlar.
Evet, iyi hikâyeler anlatmalıyız. Edebiyat masal anlatma sanatıdır. Evet, iyi yazıldığında evrensel insan bozacı da olabilir âşık da. Ama bakın çoğu çağdaş edebiyata, nelere, kimlere ödül verildiğine. İnsanı, roman kahramanlarını, bu denli çevremizden, yüzyılımızdan koparmak! Küresel ısınmadan, savaşlardan, kapitalizmin ruhumuzu tüketmesinden soyutlamak! 20’nci yüzyılın ortalarından günümüze kadar gelen bildiğimiz meşhur yazarların çoğu bizimkinden başka bir gezegende mi yaşıyor? Bencillik mi? Korkaklık mı? Oportünizm mi? Tavus kuşluğu mu? Hangi kitabın sayfaları daha çabuk çevriliyor yarışında, çağdaş dünya edebiyatının -bırakın sınıfta kalmayı- neredeyse kaydı silindi. Sivil itaatsizlik* deyimini sözlüğümüze yerleştiren Thoreau, emperyalizmin ilk yıllarında ülkesi Küba ve Filipinler gibi İspanyol sömürgelerini ele geçirme savaşına girişince devlete vergi ödemeyi reddettiğinden apar topar yaşadığı köyün hapishanesine atılır. Aynı gün tesadüfen oradan geçmekte olan yazar arkadaşı Emerson onu parmaklıklar arkasında görünce, “Henry! İçerde ne işin var?” diye sorduğunda şu cevabı alır, “Dışarda olduğun için içerdeyim.” Tabii ki çağdaş yazarlarımızı sivil itaatsizlikte bulunarak hapse girmeye davet etmiyorum.
Lakin onlar da bilsinler ki, aklımızda kalmayan, iğne batırsan kanı akmayan, kahramanlarını, meşruiyeti sorgulanan dünyamızdan bihabercesine yaşatırken, günümüze duyarlılıklarını tek tük vicdanî sözleriyle duyurduklarında inandırıcı olmuyorlar.
Geçenlerde bir romancı durup dururken cinsel yönelimi konusunda dünya basınına beyanat vererek kendisinden konuşulmasını sağladı. Bana ne? Bize ne? Şöhret gündeminde kalmanın bir yolu, çoğu meşhur yazarın yaptığı gibi, zaman zaman insan hakları ve benzer konularda adlarını duyurmak. Formül: tavır aldıkları konuların başlarını belaya sokmayacak kadar ölçülü, herkesin dikkatini çekecek kadar çekici olması. Dikkat edin, muhalefet dozlarını o denli iyi ayarlarlar ki, günün politik doğrularından bir milim uzaklaşmazlar. Popüler olmayan konularda tek bir yazarın demeç verdiğine, bildiriye imza attığına tanık oldunuz mu? Küresel ısınmayı tetikleyen tüketim patolojimizle ilgili mesela. Asla okurlarını kızdırmak, üzmek, kaybetmek istemezler.
Yazarın meşhurluğunu pekiştirmesinin bir olumsuz örneği, vicdanının ezilenlerin yanında olduğunu gösterirken, onlara gölge düşürecek konularda kendini sansürlemesi. Türkiye’de köy romanının moda olduğu yıllarda mümkün değildi ağanın ezdiği ırgatın cefasını anlatırken, aynı ırgatın karısına, kadına tavrını eleştirmesi. Günümüzde azınlıkların da çifte standartlarımızdan kaynaklanan dokunulmazlıkları var.
Yazarı meşhurlaştıran ödüller, okurda yazdıklarını beğeneceğim diye olumlu tavır yaratırken, beklentilerini koşullandırıyor. Yoksa her yazarın kötü kitapları da var. Lakin onlar ne yazarsa yazsın vitrinlerde karpuz gibi sergilenirken, kitapları dükkânlarda kuytu köşelere yerleştirilen yazarlara haksızlık olmuyor mu? Kitapçı raflarında hepsini alfabe sırasına, türüne göre koy, olsun bitsin.
Ödüllere gelince:
En çok yemek yiyene
Yılın annesine
Süs köpeğine
Sınıf birincisine
Kellesini getirene
Karpuz yetiştiricisine…
Meraklıyız ödüllere
Taksit taksit
Ödül piyasasında
Nobel, Oscar…
Ödül şemsiyesinde sigortalı
şiirler, romanlar, filmler
On beş dakikalık
şöhretler
Sanat sirkinde
oraya buraya davetler
Para karşılığı
sohbet maskeli söyleşiler.
Ödül tahtımızın esaretinde
reddi bile şöhret getirisi
Ödül iktidarları
Kültür memurları
Jüriler
Bilirkişiler
Sanatçı takdisinde.
Sanatın kendisi ödülken
Ödüller neyin nesine?
Resimden anlayan
Müziği bilen
Dili doğru kullanan.
Ödülcü başı.
Sözüm sana.
İki kere iki dört
Sanatta olmadı hiçbir zaman.
Ödüllü yazarları pazarlama düzeni son demlerini yaşıyor. Picassolar devri kapandı. Yeni kuşaklar, ödül ve şöhret budalılığına ibretle bakıyor. Reklam kokan yazarlar itibarlarını çoktan yitirdi. Adları, eserleri süpermarket raflarında satılan nesnelerden farksız. Gençler artık rol modelleri peşinde değil. Sürekli değişken bir zeminde farklı kendiliğindenlikleri yaşıyorlar. Hız yerine, yaşam kalitesini pekiştiren, “Slow food” “Slow city” gibi akımlar, ABD roman formüllerine göre kalıplaşmış yazarlar yerine, gezegenimizin yeni dillerini konuşanların özleminde. Eski değerlere saplanmış çok satar okurları değişimin farkında değil. Şöhret budalarının sözleriyle hop oturup kalkıyorlar. Yeni yazarlarla yeniden okumayı öğrenmekle karşı karşıya kaldıklarında, böyle kitap olur mu diye önce şaşırabilirler. Lakin zamanla onlar da birbirinden çok farklı pencerelerden bakacaklar gezegenimizdeki edebiyat seyr-ü seferimize.
Türümüzün yaratıcılığının ilk ifadesi 30 bin yıl öncelere giden mağara resimleri. Hepsi anonim. Ehramlarda freskler, katedrallerde resimler, camilerde çiniler… Hangisinin altında imza var? Türümüzün bilinen ilk kitabı Gılgamış’ı, İngiliz edebiyatının ilk eseri Beowulf’u kim yazdı? İlk destanlarımız İzlanda’dan. İmzasız.
Ben, ben, ben devrimiz kapanmanın eşiğinde. Tarihte adı geçen, şahlanan atlar üstünde heykellerini yaptığımız kahramanlarımız bitti.
Bakın günümüze damgasını vuran, tarihimizde örneği olmayan yeni hareketlere. İspanya, Yunanistan, Brezilya, Mısır, Tunus, ABD… Küresel Gezi adını verdiğim, düzeni reddederek gayrimeşrulaştıran, yeni bir İpek Yolu’nda milyonların katıldığı gençlik hareketleri. Hepsi lidersiz. Meşhurlar devri kapanmak üzere.
Teknoloji almış başını gidiyor. Yapay zekâ, üç boyutlu yazıcılar ve robotlarla binlerce yıldır alışageldiğimiz arz talep üzerine kurulu ekonomik düzenimizin sona ermesiyle türümüz, neredeyse Marx’ın özlemini doğrularcasına “herkesten kendisine, herkese ihtiyacına göre” bir dünyanın eşiğinde. Son Fransız seçimlerinde bir partinin dile getirdiği, herkese çalışmadan insanca yaşayabildiği gelir, artık gerçekçi bir talep olarak telaffuz edilmeye başlandı. Beş yıldızlı otelin döner kapıları önünde Napolyon kıyafetinde kapıcıları normal görme alışkanlığımızdan, çoğumuz, hele musluk başlarını tutanlarımız, ne yaşadığımız düzenin absürd olduğunun farkında, ne de yakın gelecekte günlük yaşantımızı, ufkumuzu değiştirecek gelişmelerin. Yaşamımızı idame ettirebilmek için istemediğimiz hâlde çalıştığımız işlerden yeni teknolojiler sayesinde kurtulan milyarlarca insan, yakın bir gelecekte ayrı ayrı ve birlikte yaratıcılığımızı dile getirebilecek.
Arkadaşım Reşit Ergener bir şiirinde “Şairler susacak herkes şair olduğunda” der. Ve o günler geliyor.
Yeni teknolojilerle, bireyi yüceltmeye son verdiğimizde, yaratıcılığımızı ifade etmenin yeni dillerinde, tiyatro şiir, roman gibi miadını doldurmuş kalıplardan özgürleşen sanat çok katılımlı olacak. Buna bir de, eserin her sunuşunda değişkenliğe haiz interaktif boyutunu ekleyin, ne bir eser, ne de kişi adı aklımıza çakılacak. Günümüz piyasa egemenliğinin totaliter hiyerarşisinde sanat müşteri bulamayacak. Bulamayacak çünkü zevklerimizle, becerilerimizle, ufkumuzla o denli ayrışacağız ki, tepeden inme tek tip, en iyi, en güzel sanat boyunduruğundan kurtulacağız.
Ben diyeyim bir, siz deyin iki kuşak.
Güle güle meşhur yazarlar.