Günübirlik Dertlenmeler'den

"Keşke sağda- solda yazarlık yapan bütün İbrahim Yıldırımları bir araya toplayıp nasılsınız diye sorabilsem; hiç olmazsa bunu yapabilsem…"

06 Temmuz 2017 13:53

7 Ekim 2016/ Ah Göynüm

Haftanın kimi günleri anneme gidiyor, bütün gün yanında kalıyor, ilaçlarını veriyor, yemeğini yediriyorum. Çoğunlukla birlikte televizyon izliyor, okuma çalışmaları bağlamında ekrandan akan alt yazıları okuyor, gazete başlıklarına göz atıyoruz. Bazı günler eline kağıt kalem de veriyor, yazmayı, aritmetiği unutmaması için alıştırmalar yapmasını sağlıyor, bu arada sık sık adımı tekrar ettiriyorum. Bütün bunlardan  sıkıldığında ise ondan hiç unutmadığı o şarkıyı Baharın Gülleri Açtı’yı söylemesini istiyor; ah yine mahzundur’un ardından gelen gönlüm sözcüğünü göynüm diye seslendirmesini özellikle bekliyorum.

Annem seksen altı, ben altmış yedi yaşındayım. Birlikte büyüdük, dolayısıyla birlikte yaşlanmaya başladık sayılır…

Annemin adı İhsaniye.

Çok az tercih edilen bir isim bu…

Fakat benimki öyle mi; bir gün annem unutacak diye korktuğum adım -soyadımla birlikte- milyonlarca vatandaşın kimlik kartında yer alıyor olmalı: Evet din adamından  profesöre, estetik cerrahtan sanayiciye, bakkaldan basketbol yıldızına, 15 Temmuz  şehidinden 12 Eylül mağduruna, siyasetçiden futbol hakemine kadar milyonlarca İbrahim Yıldırım var ülkemizde.

Kimi zaman aklımdan Türkiye’nin bütün İbrahim Yıldırımları birleşin diye çağrı yapmak  geliyor, ama yanlış anlaşılmaktan çekindiğimden hemen vazgeçiyorum… Öte yandan  benim dışımda adı İbrahim soyadı Yıldırım olan yazarlar da var, ama onlar iyi ki roman yazmıyorlar; psikoloji, eğitim, estetik, çocuk yetiştirme, tarih ve tiyatro konusunda kitap üretiyorlar. Roman- öykü yazsalardı her şey daha da karışacaktı kuşkusuz.

Böyle dedim, zira internet kitapçılarında adımız ve soyadımız aynı olduğundan hep birlikte yer alıyoruz. Bundan olacak, kimi değerli çalışmaları benim yazdığımı sanan okurlarla ara sıra karşılaşıyor, onları ikna etmekte zorlanıyorum. Keşke sağda- solda yazarlık yapan bütün İbrahim Yıldırımları bir araya toplayıp nasılsınız diye sorabilsem; hiç olmazsa bunu yapabilsem…

Ne boş şeylere uğraşıyor, nelere dertleniyorsun, ah göynüm!

11 Kasım 2016/ Hınzır bir general

Dün akşamVatanım Sensin adlı dizinin 3. bölümünü izledim ve -yapılanın hınzırlık mı, yoksa bilgisizlik olduğuna bir türlü karar veremediğimden- kafam çok karıştı… Çünkü İzmir’i işgal eden Yunan generalin düzenlediği balonun fon müziği Marche pour la  Ceremonie des Turcs’tü!

Pascal Quignard’ın romanından uyarlanan Dünyanın Bütün Sabahları  filminde de yer alan Jean- Babtiste Lully’e ait mehter müziği ve yürüyüşü esintili bu eser, kimi internet bilgilerine göre, Osmanlı elçisi Kolbaşı Süleyman Ağa’yı görkemli bir şekilde  karşılamak amacıyla XIV. Louis’in emriyle bestelenmiştir. Kimileri ise, bestenin ortaya  çıkışını saray müzisyeni olan Lully’nin, Osmanlı elçisinden çok etkilenmesiyle ilişkilendirmekte, böyle olduğunu sanmaktadır…

En doğru bilgi ise Marche pour la Ceremonie des Turcs’ün Kibarlık Budalası için bestelendiğidir ki, XIV. Louis patavatsız Süleyman Ağa’ya öfkelendiği için Moliére’den  Türkleri aşağılayan komik bir bale yazmasını istemiş, ama bu ters tepmiş, eserde Türkler değil, Fransa burjuvazisi aşağılandığından Moliére neredeyse kellesinden olacakmış.

Fakat her neyse kafamı karıştırıp beni iyice meraklandıran hususun; Türkleri karşılama töreni için marş diye çevrilebilecek bu besteninVatanım Sensin’ de Albay Cevdet’in Mustafa Kemal’in fotoğrafını gördüğü bölümün balo sahnesi için seçilmiş olması… Öte yandan dizinin 10 Kasım akşamında gösterilmesi de bir başka soru işareti.

En iyisi meseleyi Yunan generalin hınzırlığı diye geçiştirmek…

14 Kasım/ Kabahatler Kanunu ihlal

13 Kasım, Pazar olduğundan fuarın en kalabalık günlerinden biriydi. Bir masanın  gerisinde oturmuş gelen geçene kitap imzalıyordum. O kadar çok kitap imzalamıştım ki, parmaklarım ağrımaya başlaşmıştı(!) ancak okurlarımın acılarıma sızılarıma aldırdığı yoktu: Standın önü hınca hınç doluydu, kuyruk giderek uzuyordu… İşte ben,  hayalî kalabalık ve hayalî ağrılarımla uğraşırken, elindeki afiş ve ceketinin eteğine yapışan dört beş yaşındaki çocuk ile dolaşan delikanlıyı gördüm. Bu ikili tam benim bulunduğum yere geldiklerinde; delikanlı, çocuğun elindeki meşrubat kutusunu açmak üzere aldı, afişi ona verdi. Çocuk, afişi dayısı veya amcası gibi havaya kaldırdı. İşte o an “Yalnız Değildir”  yazısıyla birlikte Turhan Günay’ı gördüm, gülümsüyordu. Aynı anda parmaklarımdaki ağrı kalbime doğru ilerlemeye başladı. Daha fazla duramazdım, hayalî okurlarımı ve diğer İbrahim Yıldırım’ları bensiz bırakıp vaktinden önce fuarı terk ettim.

Metrobüs Durağı’na girdiğimde elim kendiliğinden cebime gitti, bir sigara yaktım. Tam ikinci nefesi içime çekiyordum ki, biri omzuma sertçe vurdu, “Dumansız Hava Sahası” uyarısını gösterdi. Kalbim artık çok daha fazla ağrıdığından Kabahatler Kanunu’nu   ihlal etmiş olduğumu anlamakta zorlanıyor, sigaranın dumanını içime çekmeyi sürdürüyordum. Bu arada beni uyaran bilinçli yurttaş, arkadaşlarını da yardıma çağırmıştı: Sertçe bir ısrarla ve hep birlikte ceza miktarını açıklayan bir başka afişi  gösteriyorlardı. Durumun vahametini sonunda kavradığımdan, gösterilen yazılara bakıp, içgüdüsel olarak "Benim okumam yazmam yok”  dedim. Bu kişisel  bilgi  karşısında gösterilen tepki, yalnızca “Peki öyleyse” demek ve yanımdan uzaklaşmak oldu.

Şimdi düşünüyorum da, eğer okumam yazmam olsaydı -büyük olasılıkla- ya ekonomik olarak ya da başka türlü cezalandırılacaktım:

Cehalet işe yarıyormuş!

24 Ocak  2017/  Üç koli özel evrak

Bugün Tanpınar’ın 55. ölüm yıldönümü. Sanırım bundan olacak Habertürk gazetesi, yazarın üç kolilik özel evrakının bulunduğunu duyurmuş. Kimilerini -özellikle Tanpınar’ın biyografisini yazanları, hayatını romanlaştırmaya çalışanları- heyecanlandıracak olan  bu haber bende ise yine kuşku yarattı. Dahası her zaman olduğu gibi aklıma yine Flaubert’in Papağanı’ndaki "Kapanın Elinde" bölümünün giriş cümleleri geldi.

Okuyan bilir: Julian Barnes, yaşam öyküsünü içinde kaçan balıkların -da- mutlaka olacağı delikli bir ağa benzetir. Bu tür kitapların yazarları ise, ağda kalanlardan işine  gelmeyenleri atan, kalanların kılçıklarını çıkarıp eserini satışa sunan kişilerdir…

Bu arada yakalamayanlara, kaçanlara da işaret eder Barnes: “Ama ya ağdan kaçanlar, yaşamöyküsü yazılan kişinin ölüm döşeğindeki son soluğuyla uçup giden her şey?”

İşte ne zaman biyografi bağlamında kaleme alınmış bir kitabı elime alsam, soru işareti ile biten bu cümle aklıma gelir; kaçanları ve kılçıkları çıkarılıp kızartılanların iyi servis edilip edilmediğini düşünmeye başlarım. Tabii ağdan denize kaçan balıklar imgesiyle…

Bu delik deşik ve çırpınan duyguya, en çok Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında yazılan yaşamöyküsü kitaplarıyla uğraşırken kapılmışımdır. Yine de okumaktan kendimi alamam bu çalışmaları; çünkü belki bu kez atılan ağda alınıp tavaya atılmış yeni bir şeyler vardır diye merak ederim. Ama her defasında eksik kalmış bir duyguyla  kaynak metine yönelirim, yani yazarın gerçek hayatına:

Yapıtlarına!

17 Şubat 2017/ İşgal kuvvetlerinin ikinci balosu

Dün akşam Vatanım Sensin’in 16. bölümünü izledim. Yunan general yine kafamı karıştırdı. Bu adam, ya muziplik yapmayı seven hınzır biri ya da serapa cahil bir subay  olarak kurgulanmış olmalı… Böyle dedim, çünkü ikincisi düzenlenen baloda bu kez çiftler Sultan Abdülaziz’in Valse Davet’i ile dönüp durdular. Dans sahneleri tam bitmişti ki gramofondan Valse Davet alındı yeni bir plak kondu ve Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi Söylevi bütün salonda yankılandı. Ben ise, tıpkı Marche pour la Ceremonie des Turcs’ü  duyduğumda yaşadığım şaşkınlıkla yerimden fırladım. Kendimi pek iyi hissettiğimi tabii ki söyleyemem. Öte yandan dertlendim de, zira bütün gün  araştırmama karşın,Valse Davet’in ilk kez ne zaman plağa kaydedildiğini bir türlü  öğrenemedim.

Bir de şu var: İzmir 15 Mayıs 1919’da işgal edildi, Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da toplandı. Oysa dizinin birinci bölümünden itibaren öyle çok yaz ve kış geçti ki! Üstelik bu tarihler arasında Vatanım Sensin’de yer alan Halide Edip Adıvar’ın İzmir’e ayak basmış olduğunu da sanmıyorum. Ama yanılıyor da olabilirim; kim bilir belki Ateş’ten Gömlek yazarının16 Mart 1920’den sonra İstanbul’dan Anadolu’ya geçtiği bilgisi doğru değildir. Konuyu en iyisi, Halide Edip’i diziye dâhil eden senaristlere sormak… Dizinin balo sahnelerine müzik seçen kişiler ise, şu soruya yanıt vermeliler:

Cumhuriyet Baloları’nda Valse Davet hiç çalındı mı?

23 Mart 2017/ Ustalar ve çıraklar

Az önce Cemal Kafadar’ın K24’te yayımlanan Tanpınar ve Ustası yazısını okudum. Yazar, Dünyanın Bütün Sabahları filmini ve müziklerini merkeze alarak, dikkat çekici  saptamalar yapmış; usta Sainte-Colombe ile çırağı sayılabilecek Marin Marais üzerinden ilginç göndermelerde bulunmuş.

Metnin başlığından da anlaşılacağı gibi, yazıda Yahya Kemal ve Tanpınar ilişkisi, şiir ve müzik bağlamında hoş bir üslupla irdeleniyor… Cemal Kafadar, keşke uzun nesir -özellikle roman- meselesini de masaya yatırsaydı. Çünkü Yahya Kemal’in, “Ben şiirde muvaffak olduğumu sanıyorum. Romanda da şiirdeki kadar muvaffak olmam lâzım gelir. Bu ise kolay değildirdiye yakındığını biliyoruz…

Söylemek istediğim şu: Yahya Kemal, fakir İstanbul’u anlatmayı tasarladığı Fatih’teki Ev’i ve Üsküdar’da yaşayan ve münevver ve zengin bir genç kızın çevresinde geçecek  olan Her Gece Benimsin adlı roman hayallerini gerçekleştirseydi -belki o zaman-  usta çırak ilişkisini (nesir konusuna da değinerek) daha ayrıntılı tartışılabilirdik.

Müzik meselesine gelirsem, ben Marin Marais’in ustalarından birinin belki de daha önemlisinin Jean-Babtiste Luly olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor olabilirim; ama ne fark eder, hepsini beğeniyle dinliyoruz işte diye yazıyor bugünkü dertlenmemi telaş ve merak içinde bir an önce bitiriyorum:

BirazdanVatanım Sensin başlayacak!

5 Haziran 2017/ Teknoloji Cadısı

Yayımlanmasında kamu yararı bulunduğu için televizyon kanallarında ücretsiz gösterilen 45 saniyelik filmler; eski bir reklamcı olduğumdan ilgimi çekiyor… ve ne yalan söyleyeyim sigaraya karşı olanlar, beni her defasında ürperttiğinden daha az tütmeye özen gösteriyorum. Evet, zorunlu yayınlar ve kamu spotları -özellikle Sağlık Bakanlığı logolu olanlar- korku filmlerinden esintiler taşıyor. Ama hepsi öyle değil, bazıları hem gülümsememe, hem de dertlenip akıl fikir yürütmeme neden oluyor. Örneğin, Yeşilay’ın bütün televizyon kanallarında sıkça görünen, Kırmızı Başlıklı Kız, Pamuk Prenses Hansel Gretel ve Rapunzel göndermeleriyle güçlendirilmiş filmi ne zaman karşıma çıksa neşeleniyorum… ve iyi ki bu spotu hazırlayan arkadaşlar, 8 Aralık 2012 tarihli Yönerge’de yer alan eğitici vebilgilendirici olacak koşuluna eğlenceyi de eklemişler diye mırıldanıyorum.

Az önce de aynı şeyi yaptım. Dışsesin Grimm Masalları’na uygun gizemli bir ses tonuyla seslendirdiği filmi anneannemin anlattığı Keloğlan masallarının çocuksu neşesiyle izledim. Ancak her zaman olduğu gibi aklım, teknoloji konusunda yine karışıverdi, tedirgin oldum. Zira kamu spotunun mesajı şöyleydi: Gerçek hayatta çocuklarımızın hayatında kurtlar dolaşmıyor belki/ Ama onları zehirlemek isteyen canavarlar ne yazık ki gerçek/ Zararlı maddeler, masallardaki çikolatadan evler gibi tehlikeli/ Onları kulelere hapseden cadılar değil teknoloji!

Evet teknoloji konusunda aklım hep karışıktır, 1970 yılında Mathilde Niel’in Yeni Dergi’nin 72. sayısında yayımlanan "Teknoloji Görüngüsü: İnsanın Kurtuluşu mu, Yabancılaşması mı" başlıklı makalesini okuduğumdan beri bu böyledir: Ama hayır, haddimi aşmamalı, konuyu işin uzmanlarına bırakıp o yazıdan şu cümleleri alıntılamakla yetinmeliyim:Teknoloji ne bir iyilik perisi, ne de bir şeytandır. Ne tapınılacak bir saltık, ne de savaşılacak bir karşı saltıktır. Dolayısıyla Yeşilay’ın Bağlan, ama bağımlı olma sloganını doğru buluyorum. Fakat şu cadı benzetmesi beni dertlendiriyor ve o kamu spotu; televizyon kanallarının yanı sıra, Youtube’da ve kurumun Twitter adresinde ha bire izlendiğinden Marshal Mcluhan’ın mesaj aracın ta kendisidir sözü aklıma geliveriyor, gel de ironi yapma diye yakınıyorum…

Bir de şu var: 3-5 Mart tarihlerinde toplanan III. Milli Kültür Şûrası’nın Sonuç Raporu’nda Çocuklarımızı kendi masallarımızla büyütmenin yollarının araştırılması gerekir cümlesi  yer aldığından, bu spotun bir başka görevi daha ifa ettiğini düşünmekten kendimi alamıyorum…

Ana görsel: André Kertész