Elvin Eroğlu, Sude Öztürk ve Fatma Nur Türk, 20 Nisan 2021'de Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nde yaptıkları video söyleşiye yazılı olarak devam ettiler. Şiire ve birbirlerinin şiirlerine dair uzun ve ilginç bir sohbet ortaya çıktı.
Elvin Eroğlu: Biz birbirini tanıyan, arkadaş olan ve birbirinin okuru olan üç şair olarak birbirimizin şiirine dair merak ettiklerimizi konuşacağız. “Şiir gulyabanidir, ölmez” diyen bir grup gulyabaninin bir parçası olarak da buradayız aynı zamanda. 160. Kilometre’den yeni çıkan dizinin çıkış noktası olan, “Şiir öldü mü, günümüzde şiir ve okur nerede, gulyabaniler neden hortladı, şiir neden ölemiyor?” sorusuyla başlayalım. “Şiir gulyabanidir, ölmez” hakkında ne düşünüyoruz, ne anlatıyor bu bize? Günümüz şiirine ve okuruna dair paslaşarak konuşabilir miyiz?
Sude Öztürk: “Şiir gulyabanidir, ölmez” harika bir söz! Gulyabani bir sanrıdır; bir mekânda sınırlanmayan, sabit olmayan bir sanrı, zamansız bir sanrı. Gerçekten şiir gibi. Başka bir tür aklıma gelmiyor; her döneme göre şekil değiştiren, uyum sağlayan, uyuma boyun bükülmeyecek yerde baş kaldıran, bu kadar değişime uğrayan ve özgür olan bir tür. Şiir ölmez. Zor koşullarla mücadele edebilen bir canlı gibi. Kaktüsleri ya da adaptasyon yetenekleri çok gelişmiş canlıları anımsatıyor bana şiir. Manifestomuzdaki gibi: “Şairler var, şiir direniyor. İzciyiz biz.”
Fatma Nur Türk: Seyhan Erözçelik’in bu cümlesi bir anlamda şaire de moral veriyor. Şiir öldü, gitti, bitti deyip köşeye çekilmek biraz kolaycılığa kaçıyor çünkü. Okurun nerede olduğuna ya da şiir-okur ilişkisine dair bazı düşüncelerimden Selim Yücel’le yaptığımız bir söyleşide bahsetmiştim. Şiir-okur ilişkisini şiir-toplum ilişkisinden ayrı değerlendirmek gerek demiştim. Aynı fikirdeyim. Düşüncelerim değişmediği için bunu paylaşmak istedim. Okur şiirle toplum arasında, şiire daha yakın bir konumda. Bu mesafe gitgide kısalıyor da üstelik. Teknolojik yayın imkânları, bunların birleşmesi, şiir yayımlamanın kolaylaşması, vb. az sayıdaki şiir okurunu şiir tarafına daha da yaklaştırıyor. İyi bir okur şairliğin sadece bir adım uzağında gibi görünüyor. Fakat şiir ve okurun yakınlaştığı ölçüde şiir ve toplumun birbirinden uzaklaştığını düşünüyorum. Şiir konsantre bir zevk, nadide bir ilgi alanı haline gelme tehlikesiyle yüz yüze. Şiirin toplum tarafından ilgi görmemesinin bugün yazılan şiirin niteliğiyle veya 30-40 yıl öncesinin şiirlerine kıyasla “daha az şiir olmasıyla” da ilgisi yok. Hem tüm dünyada hem de kendi coğrafyamızda insanların şiire ayıracağı zaman, onları şiire çeken sebepler vs. değişiyor, azalıyor. Ömer Şişman’ın 2015’te belirttiği “Türkiye’de şiiri izleyen 300 kişi kaldı” tespiti gülümsetiyor şimdi. 300 kişi bile olmadığını düşünüyorum bazen. Şairlerin şairleri izlediğinden de şüpheliyim.
Elvin Eroğlu: Şiir gulyabanidir, ölmez. Şiirin 160. Kilometre’de olduğu kesin ama okur nerede, bilmiyorum. Şiir okurluğu roman ya da öykü okurluğu gibi değil. Daha bir özen, daha bir şiir okuma deneyimi istiyor. Okur sayısının az olmasını önemsemiyorum. Ben birkaç arkadaşım, birkaç yaşayan şair, birkaç da uzak okurla buluşsam mutlu olurum.
Elbette insan yazdığı şeyin birine ulaşmasına, temas etmesine, belki o birinden gelecek yorumla beslenmeye de ihtiyaç duyar. Herhangi bir okumadan değil de biricik olan bir okumadan bahsediyorum. 20-50 ya da 200 kişi. Sanırım her yazar bunu ister. Benzerleriyle de buluşmak... İşin esası, kendi benzerlerine erişmek ister.
Ben yazdığım şiirlerden bağımsız olarak şiirin bir direniş zamanında olduğunu 160. Kilometre’den öğrendim. Biraz da şanslıyım tabii. Şiir direnirken 160. Kilometre’yle birlikte olmak çok konforlu aslında, 160. Kilometre olmasaydı, n’apardım, bilmiyorum.
Yaşım gereği günümüz şiirinin ne badireler atlattığını yeni yeni öğrenmeye başlıyorum. Gulyabani dizisi “Şiir gulyabanidir, ölmez” diyor ya, bu sadece bugün için değil, gelecekte de biz şairlerin başına gelebilecek kötü şeyler için bir sigorta gibi. Çok güvenli ve güçlü hissediyorum. Biliyorsunuz, kitaplarımızı bir direniş göstergesi olarak kapaksız yayınladık. İlk kitabımın kapaksız, daha ucuz bir baskıyla yayımlanmasını önceleri istememiştim. Ama şimdi bu toplamı gördüğümde neyin içinde olduğumun farkına vardım. Hayaletlerin farkına vardım yani! Şiiri her koşulda koruyacak hayaletlerin arasında olduğum için, Ömer Şişman’a ve Ahmet Güntan’a sonsuzca teşekkürler.
Sude Öztürk: İkinize de yöneltiyorum bu kısmen gözlemimi, kısmen sorumu. Fatma Nur’un kitabı sanki bir bütün gibiydi, kitap olacaklarını bilen şiirler gibi. Ahenkli geldiler bana. Belki de öyle hissettirdi sadece. Fatma Nur, sen şiirlerini bir dosya adı altında mı yazdın yoksa yanlış tahmin mi; halihazırda yazmış olduğun şiirleri birleştirdiğin bir kitap mı Lady Papa? Aynı ahengi başından sonuna kadar Roma Benim Kalbim, Yak’ta da hissettim, ama onu Elvin’in şiir yapısına yordum bir nevi. Doğru mu tahmin etmişim acaba?
Fatma Nur Türk: Evet diyebilirim galiba. Çünkü aklımda nasıl şiirler yazmak istediğim önceden belirmişti. Girmek istediğim kanalı ya da kulvarı bulmuştum diyelim. Bu görüntülerle, zihnimdeki imajlarla yola çıktım. “Tanımadıklar”, “Ne Diyalogları”, “Hakikiyat Daneleri”, uzun şiirler, vs. bir bütünlük oluşturdu.
Elvin Eroğlu: Roma Benim Kalbim, Yak’taki şiirlerin hemen hemen hepsini iki yıl içinde ve çok benzer duygu frekansları arasında yazdım. Aileden kopuş, yeni cinsellik deneyimlerim, yaşadığım ülkeyle yüzleşme, anne babayla yüzleşme, ilk büyük aşk, yani ilk büyük hayal kırıklığı, evliliğim ve babamın kaybı. Bunların hepsini öyle yoğun yaşadım ki, bu kitaptaki şiirleri ayrı ayrı zamanlarda yazmış olsam bile ben de tek bir şiir gibi görüyorum. Kitap fikrim bir konsept üzerine değildi ama sonuçta kendi şiirlerime baktığımda aslında tek bir şiiri yazmaya çalıştığımı görüyorum.
Ben de aynı soruyu sana sormak istiyorum Sude, artık ilk kitabı olan bir şairsin. İnsan kitabını eline aldığında, farklı farklı zamanlarda yazdığı şiirleri bir kitap içinde gördüğünde aslında tek bir şiir yazıp yazmadığını soruyor kendine. Bütün bunlar tek bir şiir mi, neyin şiiri o halde? Sen nasıl hissediyorsun? Sen de tek bir şiir yazmış gibi mi hissediyorsun?
Sude Öztürk: Duygularım çok karışık aslında ama söylediğin ifade belki de en yakını. Kesinlikle tek bir şiir yazmış gibi hissettiriyor kitap insana. Ne kadar hepsini farklı dönemlerde, farklı anlarda, farklı duygularda, mekânlarda yazmış olsan da, tek bir kitap içinde, önünde sana bakıyor, üstelik başkalarının da evinde. Büyüleyici gerçekten. Neyin şiiri peki bu tek şiir diye düşünürsem de, “İyi ki şiir yazıyorum”un şiiri benim için. Çünkü yayımlatmaya başlamak benim için çok zor bir karardı. Sanki kendime ihanet ediyormuşum gibi saçma sapan bir psikolojideydim. Beş yıldır şiir yazmama rağmen 2019 başında, 18 yaşındayken bir cesaret dergilere göndermeye başlamıştım şiirlerimi. Öncesinde yalnızca kendim için yazıyordum, kendimi rahatlatmak için. Meditasyon gibiydi benim için açıkçası.
Fatma Nur Türk: Elvin, şiirle ilgilenmeye ne zaman başladın? Seni şiir yazmaya iten esas güdü nedir? Yazmanın iyileştirici bir etkisi olduğunu düşünüyor musun?
Elvin Eroğlu: Şiir benim hayatımda hep vardı, ama farklı dönemlerde ve farklı biçimlerde. Ben Alevi bir ailede büyüdüm. Evimizde sürekli, sözleri Pir Sultan Abdal’a, Hacı Bektaşi Veli’ye, Yunus Emre’ye ait türküler, şarkılar dinlenirdi. Bunların aslında birer şiir olduğunu hep biliyordum. Daha doğrusu bunu bana öğretenin kim olduğunu hatırlamıyorum. Çok daha küçük yaşlarımda dedem, babam, annem bana bunların aslında birer şiir olduğunu söylemiş olabilir. Şiir ermiş insanların diğer insanları iyileştirmek için, onların hayatlarını düzgünleştirmek için söyledikleri güzel sözlerdi, böyle görüyordum. Ortaokuldaysa Nâzım Hikmet’i ve Orhan Veli’yi öğrendim, yani şiirleri ilk defa kitaplardan okumaya başladım. Onların şiirleri de aynı Pir Sultanlar gibi iyi şeylerden söz ediyordu. Onlar da Hacı Bektaşi Veliler gibi ermiş olmalıydı, öyle görüyordum. Ayrıca ortaokul ve lisede tiyatrocu olmak istiyordum. Okuduğum oyunların çoğu hep şiir gibiydi. Özellikle antik tragedyalar, oyun kişileriyle kişisel duygulara yönelip koro ile bu kişisel duyguyu genelleştirerek dinsel bir havaya sokar. Bu bana çok büyülü geliyordu. Şiir her zaman farklı biçimlerde hep vardı. Şiir yazmaya ise lisede çok sevdiğim edebiyat öğretmenim Akansel İnger sayesinde başladım. Şiiri o kadar çok seviyordu ki, kanaat notumuzu kendi verdiği şiir ödevleri ile yükseltmemizi istiyordu. Belli kavramlar ve sözcükler verip bunlarla şiir kurmamızı istiyordu. Aslında komik ama kanaat notumu yüksek tutmak için yazmaya başladım diyebilirim. Burada yazdığım şiirleri öğretmenim beğendiği için benimle ayrı bir şiir çalışması yürütmeye başladı. Haftada bir gün, sadece ikimiz Kuvâyi Milliye’yi Osmanlıca sözlük yardımıyla dize dize okuyorduk. Benim en büyük şansımdı Akansel İnger. Lise 1’de bize Tahsin Yücel’in Yalan’ını, Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi’ni, Anna Karenina’yı okuttu. Gene bir diğer edebiyat öğretmenim, Lütfiye Soylu bana başka bir şiirin var olduğunu gösteren ilk kişiydi. Bütün eğitim hayatım boyunca tek gerçek öğretmenlerim Akansel İnger ve Lütfiye Soylu oldu. Şiir başlangıçta evet, sadece iyileştiren şifalı sözler gibiydi. Ama sonradan başka şairleri tanıdıkça ve okudukça şiirin dünyayı anlama ve onunla baş etme yolu olduğunu öğrenmeye başladım. Bugün bir şiir yazdığımda onun iyileştirici olup olmamasından daha önce, içinde dünyayı anlama ve kavramayla ilgili üretilmiş bir bilgi var mı yok mu, ona bakıyorum. Şiirin iyileştirici özelliği daha sonradan geliyor. Benim kendi şiirimde anlama ve kavrama çabası daha ön plandadır. İyileştirici şiirler yazmaktansa, “anlayıcı-kavrayıcı şiirler” yazmayı daha çok isterim.
Fatma Nur Türk: Ne zaman şiir yazmaya başladığını hatırlıyor musun Sude? İlk okuduğun, etkilendiğin şairler kimlerdi? Senin için özel bir şiir var mıydı? Şiir okumak ve şiir yazmak arasında kurduğun ilişkiyi açar mısın biraz?
Sude Öztürk: 13 yaşında yazmaya başladım diyebilirim, 8. sınıftaydım ama şiir okumaya 12 yaşında başlamıştım. Hatta ilk şiir kitabım Nâzım Hikmet’indi. Sonrasında Turgut Uyar’la tanıştım, gerçekten büyülemişti beni şiirleri. “Eski Kırık Bardaklar” hâlâ en sevdiğim şiirdir belki de. Durmadan okur, öyle büyük bir keyif alırdım ki… Kitaptan koparıp sayfaları duvarıma yapıştırdığımı anımsıyorum. Şiir yazmak ve okumak arasında kurduğum bağı da şöyle açıklayabilirim; şiir okumak bana şiir yazma “hevesi” veriyordu. Okumaktan çok yazmaya başlamıştım o dönemler. Kendi iç huzurumu sanki şiir yazarak sağlıyor gibiydim. Sonraları şiir okumak kendi yazdığım şiirlere daha fazla özenmemi sağladı. Sesli okuyup düzeltmeler yapmaya başladım. Kendime göre “daha iyi” olmaya çalıştırıyordu beni yeni şairler ve yeni şiirler.
Elvin Eroğlu: Biz şiirlerimizi hemen hemen pandemi öncesi yazmıştık, eğer pandemi içinde yazdıysak da pandeminin başlangıcındaydı yazdığımız şiirler. Bende şöyle bir şey oldu; pandemi öncesinde dünya sanki daha fazla saldırıyordu bana. Sanki pandemiden çıktığımızda benimle savaşacak bir dünya kalmayacak ya da daha güçsüz bir dünya olacak gibi hissediyorum. Senin şiirini de üzerine çöken bir dünyanın baskısından kurtulmak için yazılmış bir şiir gibi, yer yer böyle görüyorum. Nereye gidecek şiirin? Bir yol görebiliyor musun Sude?
Sude Öztürk: Çok güzel bir soru, teşekkür ederim. “Senin şiirin de üzerine çöken bir dünyanın baskısından kurtulmak için yazılmış bir şiir gibi” sözün beni çok mutlu etti. Çünkü bana da aynısını uyandırır şiirlerim. Pandemi hakkında mıdır bilmiyorum ama şu an her şey pandemi hakkındadır psikolojik olarak düşünürsek. Şiire ayırdığım süre çok arttı. Daha çok okuyorum, daha çok yazıyorum. Kitabın da etkisi var tabii ki. Ama çok daha özenli ve istekliyim şu sıra. Tekdüzelik beni korkutmaya başladı birazcık. Kendimi tekrar etmek istemiyorum. Bu yolu inşa etmeye çalışıyorum diyebilirim. Dünyanın baskısından kurtulmak için yazılmış değil de, dünyaya baskı uygulayan bir şiir yazmak için uğraşmaya başlayabilirim mesela.
Peki, pandemi sizin şiirinizi nasıl etkiledi?
Elvin Eroğlu: Benim burcum yengeç, evcilim. Dışarıdaki tehlikeler beni korkutur. Dışarısı çoğu zaman yeryüzünün tuzaklarıyla doludur. Şiiri de bu dışarıdaki dünyayla doğrudan iletişim kuramadığım için yazıyorum. Pandemi hali benim zaten pandemi öncesi şiir yazma halime benziyor. Tam bir kapanmışlık yani. Dışarısı içeriye girdi; önceden dünyam evimdi, pandemiyle birlikte evim dünya oldu. Şiirimi nasıl etkiledi, bilmiyorum. Ben gayet memnunum.
Fatma Nur Türk: Pandeminin başlangıcı ve bugünü benim için biraz farklı. Nasılsa kısa sürede bitecek bir kapanma olarak bakıyordum karantinaya ve bu izolasyonu fırsat bilip okumaya daha fazla zaman ayırabildim. Birkaç ay sonra okumaya ve yazmaya ayırdığım zaman kısmen dengelendi. Evde de kalsan, belli bir rutinin dışına çıkamasan da “söyleme” ihtiyacı, üretme ihtiyacı hep orada. Düşüncelerin, dünyaya ve kendine bakışın, duyguların değişiyor muhakkak.
Elvin Eroğlu: Lady Papa’dan önce kimyadaki anlamıyla “kararsız şiirler” yazdığını söylemiştin Fatma Nur. Bu tanımın çok hoşuma gitmişti. Benim ablam kimyacı. Ona “kararsızlığı” sorduğumda, “moleküllerin düzen araması ama bulamaması” gibi bir yanıt verdi. Senin bütünselliği sevmeyişin de moleküllerin yaptığı gibi arayıp bulamamakla mı ilgili? Yoksa o formu bulsan aramayı da bırakır mısın? Bütünselliğe gelir misin? Bu sorunun bir devamı da, Lady Papa’daki şiirlere de “kararsız şiirler” diyor musun?
Fatma Nur Türk: Arayıp bulamamakla ilgili sanırım. Ama ararken nihai bir form bulmak istediğimden emin değilim. Arayışta olmayı seviyorum. Keşfetmeyi, denemeyi… Aklım tüy gibi uçuyor şiir yazarken. Yere konacakken tekrar havalanıyor, hızlanıyor, hafifliyor. Belirlenmiş bir zihinle şiire gitmiyorum, fakat ne yapmak istediğimi bilmediğim anlamına da gelmemeli bu. Ne yapmak istediğimi bilerek ve devamlı risk alarak oluşturuyorum yazdığım şiirleri. Risk almaktan korkmuyorum. Şiirlerimin arkasında yatan belli bir matematik var diyebiliriz. Lady Papa’daki şiirlere de “kararsız” diyebiliriz. Elementlerin kararsızlığı etkileşime açık olmaları demek. Elektron almaya ya da vermeye… Benim de şiirlerim her zaman farklı etkileşimlere, alışverişlere açık. O açıdan bir benzetme yaptım. Bir de radyoaktif oluyor bu elementler, ışıma falan yapıyor. Ben de radyoyu seviyorum, Radio Days mesela, ne kadar güzel bir film, değil mi?
Ben de sana Roma Benim Kalbim, Yak’taki şiirleri kim yazdı diye sormak istiyorum. Şair? Kadın şair? Şair kadın? Şaire? Hiçbir erkek şairin şiiri üzerine değerlendirmede bulunulurken cinsiyeti öne çıkarılmıyor, “erkeklik” vurgusu yapılmıyor. Kadınlar söz konusu olduğunda ise şairin “kadın” oluşunun bu değerlendirme/inceleme yazılarında mutlaka belirtilmesine ne diyorsun? Sence bir şairin kadın ya da erkek olduğunu bilmek okur açısından neyi değiştirir? Şiir yazan kadınların eserlerine yönelik her şeyden önce bu eseri veren kişinin “kadın” olduğunu ve bu yüzden beklentinin yüksek tutulmaması gerektiğini mi salık verir bize? Bu vurgu ne açıdan gerekli veya gereksizdir? Bu konuda neler söylemek istersin?
Elvin Eroğlu: Susan Sontag 1965’te yani 32 yaşındayken günlüğüne şöyle bir not düşmüş: “Benin cinsiyeti nedir, kişinin bir kadın olarak ben diyebilmesi ve insanlık hali hakkında yazabilmesi için Tanrı’nın kadın olduğuna inanması mı gerekiyor?” Her zaman bu soru vardı ve en güzel yanıtı Sontag’ın bu güncesinde arıyorum: Gerçekten de Tanrı kadın olsaydı tüm bu sorunlar nasıl biçim değiştirirdi?
Şair mi, kadın şair mi konusu üzerine aslında pek de düşünmüyorum. Ben önce bir şairim. Şairin hermafrodit bir sözcük olduğunu hissederim içimde. Cinsiyetsiz değil, hermafrodit. Ben cinsiyetlere inanıyorum. Bir kadının o an dalından düşen bir yaprağı izlerken düşündükleriyle bir erkeğin aynı yaprağın düşüşüne baktığında düşündükleri aynı değildir, bunun böyle olması da çok doğaldır. Şiirlerimde kadın varsa, bu kadın bir şair olmamla ilgili elbette. Her türlü ayırıcılığa karşıyım. Karşı bile değilim, hiç anlamıyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum? Şöyle daha açıklayıcı olacak belki de; ben erotik şiirler yazmayı çok seviyorum ve bazıları yayınlamak istemeyeceğim kadar da pornografik şiirler, ama bunları bir kadın şair olarak yazmıyorum. Bir hermafrodit eğilimle yazıyorum, içimden öyle geliyor.
Fatma Nur Türk: Didem Madak bir söyleşisinde şu cümleleri kurar: “... Bu ülkede bir kadın olarak bana ait bir hayatım olsun diye gösterdiğim çabaya ve kendi serüvenime haksızlık edemem. Bu yüzden hayatı samimiyet ve cesaretle anlatmak benim için önemli. Benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Şiirlerimin hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler...”
Peki sen şiirinin gücünü nereden aldığını düşünüyorsun Sude? Şiirinin ayırt edici ve belirgin özellikleri neler sence?
Sude Öztürk: “Doğal” olduğunu düşüyorum bu gücün. Şiir oluşturmak için uzun süreler harcayamıyorum, istesem bile olmuyor zaten. Şipşak yazarsam yazıyorum, zorlayarak yazdıklarım zaten içime sinmiyor. Hiçbir şiirimi yazarken “kasmamaya” özen gösteriyorum. Bazen de kendimi o kadar çok açıklıyorum ki, dönüp baktığımda “Kendimi fazla mı ortaya koydum?” diye düşünebiliyorum. “Değildir” şiirim mesela. Yayımlanmadan önce tereddüt etmiştim, çok fazla “kendimi” hissediyordum o şiirde. Bence ayırt edici özelliği bu şiirimin. Şairini ele vermesi. Ağdalı bir dille değil de bir iç ses gibi, hepimizin üstesinden gelmeye çalıştığı gündelik isyanları bastırmaya çalışması.
Elvin Eroğlu: Bu şiirleri yazdığın dönem içinde seni rahatsız eden, sana bu şiirleri yazdıran ana duygular ve ana konular nelerdi Fatma Nur?
Fatma Nur Türk: İyice ayyuka çıkan bir gerçeğin son yıllarda tokat gibi her alanda yüzüme çarpması beni rahatsız etti, ediyor: Hilafete evrilme riski taşıyan, yoksul bir Ortadoğu ülkesiyiz. Gerçek bu. İşsizliğin, darboğazın, açlığın bunca görünür olduğu bir yerde üç maymunu oynayanlar midemi bulandırıyor. Müthiş bir adaletsizlik, gelir ve cinsiyet eşitsizliği söz konusu. İnsan hakları yok sayılıyor. Sanki bunlar hiç yaşanmıyormuş da başka çözülmeyen tek bir konumuz kalmamış gibi, “din devleti”ne geçmenin koşulları olgunlaştırılmaya çalışılıyor. Eşi benzeri olmayan bir siyasi yüzsüzlük, arsızlık ve aymazlık söz konusu. Bunun dışında politik doğruculuk ve popüler kültür de beni rahatsız ediyor. Doymak bilmeyen, dişleri dökülse de yerine hızla yenisi gelen obez bir canavar bugün artık popüler kültür. Basın, sosyal medya, vs. Bunlar da bir nevi totalitarizm aracı olarak karşımıza çıkıyor. Her an tahakküm genişliyor. Düşünce ve ifade özgürlüğümüz baskılanıyor. Sanırım en temelde beni rahatsız eden şeyler bunlar.
Elvin Eroğlu: Anlatıya da yakın bazı şiirlerin var; öykünün şiirindeki yeri nedir? Yani bazen bir şiiri yazmaya başlarken o şiirin yazılmamış öyküsünü içinde taşıyor musun Sude?
Sude Öztürk: Öncelikle sorularınız muhteşem, fark ettiğin noktalar çok hoş gerçekten. Direkt söylemek gerekirse, o şiirin yazılmamış öyküsünü içimde taşıyorum. Çünkü benim belki de şiir yazmaya başlamamın nedeni kendimi anlatmak, bir şeyi anlatmak, olmayanı anlatmak, hissettiğimi anlatmak. Anlatmayı çok seviyorum. Ama neden öykü değil şiir dersek, birazcık da anlatmamayı seviyorum. Bazen bilmediğim şeyleri anlatıyorum. Soru işaretleri çok güzel. Öykünün şiirimde yeri var mutlaka. Ama apayrılar da aynı zamanda. Özne vermemeyi, kesinlik olmamasını, istediğim yerde kesmeyi, başka yerden oyuna sokmayı, böyle atraksiyonlar yapmayı ve bunları şiirde istediğim kadar yapmayı çok seviyorum. Gerçekten şiire âşığım. Çünkü kontrol bende. İstediğimi verebiliyorum. Şiir yazmaya başlarken her zaman o şiirin yazılmamış öyküsü var. Çünkü şiir bitmeden ne yazdığımı bilmiyorum. Şiir yazmak istiyorum, oturuyorum ve yazıyorum. Plansız hareket benimkisi. İçimde kalmış bir öyküyü şiirleştiriyorum belki, belki konudan bağımsız, tamamen apayrı bir şiir oluşturuyorum.
Fatma Nur Türk: Gülten Akın, “İnce Şeyleri Anlamak” başlıklı söyleşisinde yaşamın kendisi için “büyülü, giz dolu, harikulade” olageldiğini ve “düşlerle, imgelerle beslenen, aşk dolu bir yapısı” olduğunu ifade eder. Bununla birlikte, kendi kuşağındaki kadınların “susmak, sakin durmak, coşkuyu belli etmemek” için eğitildiğini söyler. Hem “çarpıntılarla dolu bir yüreği” vardır hem de “dengeli, tutarlı, kararlı olmaya” çalışır. Bu ikilem içerisinde devamlı gerilim halinde yaşar ve bu gerilimle baş etmenin yolunun “şiir” olduğunu belirtir.
Peki senin kitabındaki şiirlerde gördüğümüz, hem ifadedeki hem dildeki “rahat söyleyiş” bilinçli mi? Duygularını ve düşüncelerini bastırmaya, seni susmaya ve sakin kalmaya, coşkuna ket vurmaya çalışan sisteme/tabulara isyan mı ediyorsun? Ne dersin Elvin?
Elvin Eroğlu: Harika bir soru! Ben de Gülten Akın gibi yaşamın düşlerle, imgelerle beslenen, aşk dolu bir yapısı olduğunu keşfettim. Daha doğrusu bu yapıyı şiirimde yer yer kurmaya çalıştığımı da görüyorum. Onun kuşağındaki kadınlarda susmak, sakin durmak, coşkuyu belli etmemek varsa, benim kuşağımda da aksine, susmamak, kendini olabildiğince ifade etmek, istediğince coşabilmek var. Var ama bunlar da susmak, sakin durmak gibi öğretilmiş şeyler. Benim rahat söyleyiş biçimim tabulardan çok, ezbere yaşanan duyguların baskısıyla ilgili. Örneğin özgür olmak baskısına karşı bir köle olmak istiyorum. Ve şiirimde köleysem eğer, özgürlüğü anlamaya daha yakın olduğumu hissederim. Başkalarının ya da toplumun yarattığı yaygın tabulardan daha büyük tabular yaratabiliyorum kendime; şiir onları yıkmak, kendime karşı çıkmak için de bir uğraş aslında.
Benim rahat söyleyiş biçimim şununla ilgili olabilir; gündelik hayatta kullandığımız iletişim dilinin hiç de rahat olmayan, kasıntı bir dil olduğunu düşünüyorum. Yanlış bir sözcük, yanlış bir cümle, birbirlerini çok seven insanların iletişimlerini bile bir anda koparabiliyor. Bu çok korkunç değil mi? İnsan galiba yalnızca ama yalnızca kendisiyle iletişim kurabiliyorken sorun çıkmıyor. Dolayısıyla insanın bir başkasıyla kurduğu iletişim dilinin dizge yapısıyla kendi kendine konuşurken kurduğu dizge yapısı çok farklı. Ben şiirde kendi kendimizle baş başa kaldığımızdaki o rahat söyleyişi arıyorum, çünkü orada baskılar, önyargılar, yanlış anlaşılmalar, düşleri ya da fantezileri baskılayan hiçbir şey yok. Benim rahat söyleyiş biçimim bu anlamda bir isyan mı, evet! Duygularını, düşüncelerini, arzularını, korkusuzca dile getiremeyen iletişim dilimize karşı bir isyan, ama bunun çok da toplumsal baskılarla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Belki toplumsal baskı değil de, insan baskısı.
Ben de sana şunu sormak istiyorum: Kargo Kültü başlığının arkasındaki kavramı hemen hemen şöyle tanımlamıştın: “Eşit güce sahip olmayan, farklı kültürlerin karşılaştığı an meydana gelen travmatik etki.” Lady Papa’nın arka planındaki kavram ne peki?
Fatma Nur Türk: Lady Papa’ya biçimsel yönden bakarsak bir deformasyon. Bir anlam aşındırması ya da genişletmesi. Burada bir parodi var; normalde biliyorsunuz, papalar kadınlardan seçilmiyor. Kadınlara yasaklanmış bir alana bu şekilde şiir yoluyla müdahale etmek, yasağı delmek... Bir başka boyutu da şu: Kitap dediğimiz şey ruhban sınıfının toplumu kontrol etme araçlarından en önemlisiydi. Her şeyden önce söz vardı diye ifade edilir. Bu kitap ve söz üzerindeki temellükü, hegemonyayı kırmak, oradan rol çalmak istedim. Bu da “Hakikiyat Daneleri” şiirimle bağlantılı. Orada hikmetli sözün parodisini yapıyorum. Lady Gaga’nın ikonikliğine bir gönderme de var tabii.
Sude Öztürk: Kendi şiir yapımdan farklı bulduğum, hem realistik hem ütopik esintilerle yazdığın şiirlerin mevcut. Bu nefis kurgusal ve düşsel imgeleri yakalamak bence büyük yetenek. Şiir dışında kurgusal eserler de verebileceğini düşündürüyor bana. Böyle bir düşüncen var mı Elvin? Ya da zaten eyleme döktün mü?
Elvin Eroğlu: Benim iki tür şiir kurma biçimim var. Birinin nasıl olduğunu bilmiyorum, zınk diye geliyor. Şiire benzeyen bir şey olduğunu anlıyorum ve çalışmaya başlıyorum. Bu aniden oluyor. Düzenimi bozuyor. Ama çok heyecanlı bir çalışma. Çünkü çok derinlerde, çok özel bir bilginin peşindeymişim, onu yakın zamanda keşfedecekmişim gibi hissettiriyor. Ama benim asıl sevdiğim şiir çalışma biçimi fantastik düşler kurmak. Market alışverişinde, kuaförde, dişçide, derste, yoga yaparken, her an kendimi bir fantezinin içine atarım. Her fantezim şiire olanak tanımıyor tabii. Ama bazen, “ya işte bunu şiir biçiminde yazabilirim” diyorsam, o zaman oturup fantastik bir öykü kuruyormuş gibi fantastik bir şiir kuruyorum. En keyif aldığım çalışma böyle şiirlerde oluyor. Çünkü şiirin olanakları zaten o kadar sonsuz ki, ayrıca fantastik bir alanın içine girdiğimde kendimi istediğim gibi kaybedebiliyorum. Eğer hayatta başka şeyler yapmak zorunda olmasam sadece böyle fantastik düşler kurarak yaşayabilirim ve çok da zengin bir yaşamım olduğumu düşünürüm. Gerçekler Orhan Duru’nun da dediği gibi çok sıkıcı. Şu sıralar kısa öyküler yazmaya başladım. Acımasız Çocuk öyküleri yazıyorum. Ama asıl, her zaman yapmak istediğim sanat sinema.
Fatma Nur Türk: Sınırı Geçmek Üzereyim’i ailene ithaf ettin. Nasıl bir tepki aldın ailenden? Şiirlerini takip ediyorlar mı? Şiirinin sosyal ve fiziki çevrenle ilişkisinden bahseder misin? Edebiyat dışında beslendiğin kaynaklar nedir Sude?
Sude Öztürk: Evet, ailemle bütünsel bir kitap Sınırı Geçmek Üzereyim. 20 yaşındayım, onlarla yaşıyorum. Hayatımda etkisi en çok görülen kişiler onlar; olaylar onlarla alakalı belki de. Kitaba tepkileri beklediğimden de muhteşemdi. Gururlu ve mutlular, kitabı ellerinden düşürmüyorlar pek şu sıra. Şiirlerimi takip ettirmiyordum açıkçası. Elvin’in sorusunda da açıkladığım gibi, paylaşmak benim için büyük bir adımdı. Şiir yazdığımı biliyorlardı ama her yazdığımda koşup onlara okutmuyordum. Sosyal çevremde pek şiirle ilgilenen yok, o yüzden dediğim gibi pek muhabbetini ettiğim bir konu değildi. Edebiyatın başka kollarını seven insanlar; modern şiirle sayemde tanışıyor çoğu diyebilirim. Bunda sosyal medyanın etkisi tartışmasız çok büyük. Yakın arkadaşlarım sağ olsunlar çok destekleyici ama ondan ayrı olarak beklemediğim mesajlar da alıyorum. Şiirlerimi okuyup geri dönüş yapan, tahmin etmediğim kişiler de olabiliyor. Çok mutlu oluyor insan. Edebiyat dışında beslendiğim kaynak da müzik. Küçüklüğümden beri bir şey düşüneceksem, dikkatimi toplayacaksam müziğe koşarım. Okul hayatımda da yeri çok büyüktü, şiir hayatımda da. Ortaokulda birkaç sene keman eğitimi de aldım ama akademik hayatıma daha fazla önem verdiğim için devam edemedim.
Ben de senin kitabın hakkındaki düşüncelerimden bahsetmek istiyorum. Lady Papa’da resmen şiire bir ressam edasıyla şekil vermişsin. Her şekilde şiirle karşılaşıyoruz kitabında. Uzun şiirler, kısa şiirler, iç içe geçmiş şiirler... Hepsi hem çok eğlenceli hem çok güzel. Bunu yapmak bence çok zor ve saygıdeğer. Beni her sayfa çevirişimde heyecanlandırdı ve bence kitabın bu kadar sürükleyici olmasını sağlayan en önemli unsur bu çeşitlilik. Büyük bir merakla, kitabı nasıl bitirdiğimi anlamadan, sular seller gibi bitirdim iki günde. Sen bu konuda ne diyorsun? Bilinçli olarak yaptığın bir çeşitlilik miydi bu?
Fatma Nur Türk: Tespit ettiğin gibi becerebilmişsem çok teşekkür ederim Sude. Bunları senin gibi genç bir şairden duyduğum için çok mutlu oldum. Anladığım kadarıyla şunu söylemek istedin; şiirde biçimsel olarak çeşitliliğe vurgu yapıyorsun, buna katılıyorum. İç içelikten kastın farklı biçimsel alanlara girip çıkmaksa, bunu yapmaya çalıştım, teşekkürler. Modern şiirde zaten olması gereken iç içeliktir. Şiirsel yönelimlerin iç içe geçmesi, farklı disiplinlerin yoğrulması, vs.
Sude Öztürk: Şiirlerin okunuyor, özellikle kitaplar bu okuyucu olgusunu daha da etkileyen bir unsur. Bilinmek hakkında ne düşünüyorsun Elvin? İnsanların görüşleri hakkında nasıl bir tutum gösterdiğini soruyorum, çünkü şu sıralar sosyal medya kaynakları dolayısıyla fikir belirtmek, eleştirmek, laf söylemek çok çok kolaylaştı. Hepimiz karşılaşmışızdır içi boş birçok tavırla. Bunlar hakkında ne düşünüyorsun, kısmen yeni şiir yayımlamaya başlayan şairler olduğumuz için beklentiler ve önyargılar daha çok oluyor gibime geliyor.
Elvin Eroğlu: Bilinmek kolay, şiir yazmak zor. İyi bir şiir yeter düzeyde bilinirlik getirir diye düşünüyorum. Bütün iyi şairler ve şiirleri öyle ya da böyle bize ulaştığına göre, biz şiire çalışalım yeter. Çok can sıkıcı tipler var, evet. Ama her yerde onlar. Kaçış yok. Korunma var. Onlara en ufak diyalog olanağı vermemek gerek.
Sude Öztürk: Biz şiire nasıl başladık, kimlerden esinlendik, bunları konuştuk. Seninkini de çok merak ediyorum açıkçası Fatma Nur. Çok okuyan biri olduğunu düşünüyorum zaten ama seni şiir yazmaya iten neydi? Bana olur, bazı şiirler “Bunu keşke ben yazsaydım” dedirtir. Bunun adı kıskançlık mı, hayranlık mı, bilmiyorum. Sana oluyor mu, ne dersin bu konuda; yoksa şair midir şaire şiir yazdıran?
Fatma Nur Türk: “Bunu keşke ben yazsaydım” dediğim şiirler tabii ki oluyor. Arkasından “Keşke o dönemlerde yaşasaydım” da diyorum bazen. “Elhân-ı Şitâ” benim yazdığım bir şiir olsun isterdim mesela. Emily Dickinson’ın, Lale Müldür’ün bazı şiirleri için de böyle düşünürüm. Herhalde hayranlık ya da imrenme diyebiliriz. Sevdiğim şiirler, bağ kurduğum şiirler, iyi şiirler, ilk defa okuduğum bir şiir... Hepsi şiir yazma hevesi uyandırabilir, yazma isteğimi tetikleyebilir. Beni yazmaya iten şeylerin ne olduğunu bilmiyorum. 6. sınıfta okul kütüphanesinde Nâzım Hikmet’in şiirlerini görmüştüm ve okuduğum şiirlerin çoğunu anlamasam da etkilendim onun şiirlerinden. Yakın çevremde bir şair ya da evde şiir okuyan kimse yoktu ama o rastlaşmadan sonra şairlere saygı duymaya ve şiiri önemsemeye başladım. Şiire yer açıldı hayatımda.
Elvin Eroğlu: Sude, merak ettiğim bir şey var. Kitabının başlığını taşıyan bir şiir yok şiirler içinde, belki bir şiirinde sadece sınırdan bahsediyorsun. Hangi sınırı geçmek üzeresin?
Sude Öztürk: Kendime çizdiğim sınırı... Diğer sorularınızda bahsettiğim gibi, şiir yayımlatmaya çok uzaktım ergenlik dönemlerimde. Şahsi alanımdı. Kendime çizdiğim, ihlal edilmesini istemediğim, içsel bir sınır vardı. Şiir yazmak uzun süreler bu anlama geliyordu benim için. Sonra şiirlerimi yayımlatma kararı almam ve şimdi kitap olması... Dosyayı hazırladım, ismi yazdım; “Sınırı Geçmek Üzereyim”, kitap yayımlandı ve birazcık sınırı geçtim.
Elvin Eroğlu: Benim kitabımda sanıyorum bütün şiirlere nüfuz eden tek bir şiir var; “Dünyayı İkiye Yaran Atlar”. Bu şiirden önce yazdığım şiirler de, sonra yazdığım şiirler de aslında hep bu şiirin içinden çıkmış gibi. Bana kendini çok kolay yazdırmış bir şiirdir. Senin de kitabında böyle merkez kuvveti güçlü olduğunu düşündüğün, diğer şiirleri de beslediğini düşündüğün bir şiirin var mı Fatma Nur?
Fatma Nur Türk: Merkez kuvveti güçlü olan tek bir şiir yok bence. Şiirsel yükün eşit olarak kitaba dağıldığını düşünüyorum.
Elvin Eroğlu: Susan Sontag günlüklerinde bir yerde “Bir öykü okurun kalbini kırmalıdır” diyor. Bir şiir sence ne yapmalı Sude?
Sude Öztürk: Anlatmalı. Bunu yapmayı çok sevdiğimi söylemiştim. Bunu okumayı da çok seviyorum. Herkesin anlatma şekli farklı, kullandığı kaynaklar farklı. Şiirde ise bunun sonsuz yolu var belki de. Anlatmayan şiirleri sevmiyorum maalesef. Anlatmaya muhtaçlıkla anlatmalı şiir, anlama şartı aramadan. Anlamak zorunda değilim her şiiri. Bazı şiirler öyledir. Ama anlattığını bilirsiniz, yine de büyük keyif verir.
Fatma Nur Türk: Yer, kıta, Arabistan, Romantika mağarası, Arap çölü, geniş bir bahçe, Pamukkale, dışarı, bulutların arası, deniz, ada, Bizansiyya’da bir ev, yengecin evi, okyanusun ortası, şiir yazdığın oda. Şiirlerinin çoğuna mekân bildiren ifadelerle giriş yaptığını fark ettim. Elbette genel olarak şiirin mekânla ilişki kurması çok olağan ancak senin şiirlerinde ilk dizelerden itibaren dikkat çekiyor bu. Kitabının ismi de bununla paralel nitekim: Roma Benim Kalbim, Yak. Şiirlerindeki mekânlarla ve şiire mekânla giriş yapmanla ilgili ne dersin Elvin?
Elvin Eroğlu: Çünkü şiiri bir bilinç düzeyinden başka bir bilinç düzeyine taşınma olarak görüyorum. Ayaklarımın bastığı yerden taşınma değil tabii bu. Kafamın içindeki taşınma. Duygularım ve düşüncelerim yer değiştirmeye başladığında hemen şiir yazmak isterim. Ancak şiir kafamın içindekileri bir yere taşıyabilir. O zaman doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım diye sorunlarla daha az uğraşıyorum. Zor bir soruymuş. Belki de içimde sürekli bir kaçış yaşadığım için, şiirde kendime önce bir mekân tasarlıyor olabilirim. Orada yaşamak için değil, oradan, yani kurduğum hayalî mekânlardan kaçmak için de yapıyor olabilirim bunu. Teşekkür ederim, üzerine düşünmesi çok güzel bir soru.
Fatma Nur Türk: Sude, karşılaştığın şiir ortamı hakkında ne düşünüyorsun? Ne umdun, ne buldun? 160. Kilometre bir genç şaire ne vaat ediyor sence?
Sude Öztürk: Gerçekten çok yabancı olduğum bir ortamdı, ki böyle bir ortamın bilincinde bile değildim, umduğum bir şey yoktu. Modern şiiri şiir yazdıkça öğrendim, okudum diyebilirim. Belki günümüz şairlerini daha önceden araştırıp tanısaydım gelişimimi daha hızlı gözlemleyebilirdim. Hâlâ kesin hükümler veremiyorum. Bazıları yakın arkadaş, bazıları birbirlerini ismen tanımasına rağmen şiirini övmekten çekinmiyor. Bir isim bir ismi çağrıştırıyor, kümülatif bir topluluk gibi de aynı zamanda. Ben çoğu ismi 160. Kilometre ile tanıdım. İlk okuduğum güncel şairler bile sizler olabilirsiniz. 2019’da 8 Mart için yayımlanan şiirler benim için unutulmayacak bir başlangıçtı, o kadar yeniyim yani bu ortamda. O yüzden herkese objektif bakıyor, güzel şiirin güzelliğinin övgüye değer olduğunu düşünüyorum. Bunun sizin tanışıklığınızla veya kaç senedir birbirinizin okuru olduğunuzla alakası olmamalı. Ahbaplık etmek güzel; sonuçta aynı şeyle ilgilenen bir grup insanız. Yalnız garip gelen tek şey şiirin tek doğrusu olduğuna ve bunu yazanın da sadece kendi çevresinde olduğuna inananlar. Şiirin direnmesini isterken buna karşı çıkagelen saldırganlıkları, taşkınlıkları pek anlayamıyorum. Şiir benim için bu değil; ne amaç ne araç olarak bu değil. 160. Kilometre ayaklarımı daha sağlam basmamı sağlıyor. Genç bir şair olmam, daha önce kitabı olmayan, şiirleri belli platformlarda yayımlanmamış bir şair olmam baştan sona önemsiz detaylardı. Yalnızca güzel şiire önem veren bir oluşum 160. Kilometre. Bunu en yakından gördüğüm için çok mutluyum. Öyle bir ortam var ki çünkü, ilk başlarda ismini duyduğum birkaç dergi/fanzin şiirlerimi yayımlamak istemedi. Ne zaman ki 160. Kilometre’de şiirlerim yayımlandı, o zaman benden şiir istediler. Ne acı! İsme şiirden çok önem vermek ne acı! Böyle böyle sentezlemeye çalışıyorum bu çevreyi. İyi ki 160. Kilometre diyorum bu yüzden de.
Fatma Nur Türk: Nasıl bir okuma alışkanlığın ve planın var? Okumak istediğin eser ve tür önceliğini temelde ne belirliyor? Yakın dönemde (2000’ler ve 2010’lar) çıkan şiir, inceleme ve eleştiri kitaplarına okuma programında nasıl bir yer veriyorsun? Biraz bahseder misin?
Sude Öztürk: En büyük problemim belki de bu; plan yapmak. Yapamıyorum... Ne zaman yapmaya kalkışsam okul programımın yoğunluğuyla aksatıyorum. Ne plana ne okumaya heves bırakıyor bu bende. Kendimi şartlamadan, canım ne zaman isterse bazen günde iki kitap bitirdiğim, bazen bir ay kitap yüzü görmediğim, dengesiz dönemlerim oluyor, şiiri ayrı tutarsak. Çok okuduğum ve çok çok ezber yaptığım bir bölümde okuyorum. O yüzden maalesef lisede okuduğum kitaplar şimdikinden fazladır diye düşünüyorum, özellikle inceleme ve eleştiri kitaplarını baz alırsak. Her gün şiir okuyorum. Günün yoğunluğuna göre ya birkaç şiir ya tüm kitap. Bu dediğimi de geç uyuma alışkanlığım olduğundan, her gece yapabiliyorum. Okuma isteğimi çevremdekilerin önerileri, internette gördüğüm makaleler çok etkiliyor açıkçası. Bir kitapçıda dolaşıp kitap arkası okuya okuya kitap seçmek en sevdiğim aktivitelerdendi. Son zamanlarda kitap fiyatları malum… Öğrencilik de işin içine girince internetten alışveriş yapıyorum. Hep klasiklere önem verir; Shakespeare, Edgar Allan Poe, Turgut Uyar, Hugo, Sylvia Plath okurdum. Şimdilerde modern şiir okuyorum. Özellikle son bir senedir…
Fatma Nur Türk: Farklı şiirlerinde alıntıladığın şu sözler: “yaralayan şeyler öğreticidir” ve “kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz”. Bu ikisini sentezlersek, yirmimizde yüreğimize sıktığımız kurşun bizi yaralıyor ve kırkımızda öldürüyor. O arada da öğrenmiş oluyoruz birçok şeyi. Şiirlerinde seni yaralayan şeyler onları okuyan bir başkası için de öğretici olabilir. Şiirin bu işlevini nasıl değerlendirirsin Elvin, yaralanma ve öğrenmeye dair?
Elvin Eroğlu: Herhalde yarasız bir şair yoktur. Belki vardır, bilmiyorum ama ben şairleri her zaman “yaralı iyileştiriciler” olarak gördüm. Şiiri tek bir işleve indirge dersen bana, “iyileştirsin yeter” derim. Dünya döndükçe mi, yoksa ben yaş aldıkça mı, bilmiyorum, her geçen gün daha çok yaralayan bir şeye dönüşüyor. Şiirin içindeki bilgi bize alternatif bir düşünme ve duygulanma biçimini öğretir. Öğretmeden öğretir. Tam boğulacakken (yara) keşfettiğin (öğrenme) bir oksijen alanı gibidir.
Orada sadece derin nefesler almazsın, başka bir solumanın mümkün olduğunu görürsün. Bu tüm sanatlar içinde bana en çok şiirde mümkünmüş gibi gelir.
Sude Öztürk: Bazen çok yoğun olduğum günlerde, sınav haftalarımda, vs. şiir yazmak isteyip vakit bulamadığımda içimde büyük bir sıkıntı oluşur. Böyle hissettiğimde kendime hemen zaman yaratmaya çalışır, bundan kurtulmak istediğim için alakasız yerlerde telefonumu çıkarıp notlar kısmına bir şeyler yazmaya başlarım. Sen de yaşıyor musun bu hissi Elvin? Yoksa ortam ve şartların uygunluğu mu sana şiir yazmak için bir zemin hazırlıyor?
Elvin Eroğlu: Bir şiir bir süreç. Hangi koşulda ve ortamda olursam olayım, şiir geldiyse ben de onu yakalamaya, zapt etmeye uğraşıyorum. Aklıma gelen dizeleri kafamda çalışırım gün içinde.
Bazen tek bir dize günlerce içimde şiir olmak için bekler. Bilirim yani onun bir şiire dönüşeceğini. Ama en son, bir şiir içimde yazılacak denli geliştiyse, ya da yazıp yazıp değiştirdiğim bir şiir, “artık yeter, bitir beni” demeye başladıysa, o son çalışmam mutlaka gecenin geç bir saati olur. Benden başka herkesin uyumuş olması gerek. Gündüzün sessizliğiyle gecenin sessizliği aynı değildir.
Sude Öztürk: Daha önce yine 160. Kilometre’den kitabı olan bir şairsin. İkinci kitabın bu sefer Gulyabani serisi içerisinde çıktı, bizim kitaplarımızla birlikte. Ben yalnız kendi kitabım için değil, serideki her kitap için ayrı heyecan, ayrı mutluluk yaşadım sanki. Sen nasıl hissettin Fatma Nur, hiç tereddütte bulundun mu bu teklifi kabul ederken?
Fatma Nur Türk: Gulyabani dizisinde yer almaktan ben de senin gibi mutluyum. 2021’in en heyecan verici gelişmelerinden biri bu seriden çıkan şiir kitapları. Direnme ve dayanışma açısından da oldukça anlamlı bir arada olmak. Teklifi kabul ederken bu yüzden tereddüt etmedim.
Elvin Eroğlu: Risklerden bahsetmiştin Fatma Nur, risk derken şiiri bozabilecek herhangi bir öğe var mı şiir bozucu risk taşıyan? Örneğin Ahmet Güntan, B.O.K’u (Büyük Ortadoğu Karmaşığı) yazarken, oradaki bok betimlemeleri birer risk miydi şiir için? Şiirin alamayacağı bir risk var mı?
Fatma Nur Türk: Ben risk derken aslında biraz da kulvar değiştirerek yazıyor oluşumu kastetmiştim. Şiirde her zaman risk vardır ve alınmalıdır diye düşünüyorum. B.O.K örneği de doğru.
•