Hasine Şen Karadeniz: Bir romanı çevirmeden önce onu dikkatle okuyup inceliyorum. Metnin içinde kendimi rahat hissetmeliyim, beş altı ay boyunca içinde yaşayacağım mekânım olacak sonuçta
27 Haziran 2019 10:00
Bulgar yazar Georgi Gospodinov’un Hüznün Fiziği ve Doğal Roman adlı kitapları başta olmak üzere, Alek Popov’un Bulgar Kondüktör’ünün ve Köpekler Alçaktan Uçar’ının, Ludmila Filipova’nın Aramızdaki Duvar’ının, Zdravka Evtimova, Petır Çuhov, Mirela Ivanova, Blaga Dimitrova gibi Bulgar yazar ve şairlere ait çeşitli öykü ve şiirlerin çevirmeni. İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde profesör. Anadili olan Türkçeyi Bulgaristan’da Türkçe konuşmanın yasak olduğu bir dönemde yetiştiği için sonradan öğrenmiş bir Bulgaristan Türkü. Amerikan edebiyatının yanı sıra Bulgar edebiyatı ile Bulgaristan Türklerinin edebiyatı üzerine çalışmalar yapmaya devam eden değerli ve üretken bir akademisyen. Arada kalmışlık hissi sebebiyle çeviriye yönelen, göçmen kimliğiyle Bulgar edebiyatının Türkçede daha çok okunmasını istediği için bu alanda çeviriler yapmaya başlayan biri. Aynı zamanda Aslı Erdoğan’ın Kabuk Adam romanını Bulgarcaya kazandıran çevirmen. Hasine Şen Karadeniz.
Söyleşi boyunca Bulgarca ile Türkçe arasındaki ortaklıkları, kültürel alışverişi, etkileşimleri konuştuğumuz gibi, bunların çeviri sürecine yansımalarından da bahsettik. Bulgaristan tarihini edebiyat tarihiyle birlikte sunan Hasine Şen Karadeniz, Doğal Roman ve Hüznün Fiziği adlı romanları üzerinden Georgi Gospodinov’un bu tarihteki yerini de çağdaşlarıyla kıyaslayarak anlattı.
Ayrıca çeviriye başlamadan önceki hazırlık ve araştırma sürecinden de bahseden Şen Karadeniz, editör ve çevirmen ilişkisinden bahsederken “Bir insana hatasını söylemek kolay değildir; ölçü, adap gerektirir,” diyerek editörle çevirmen arasındaki sağlıklı iletişimin ne olduğunun yanı sıra ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor.
Hasine Şen Karadeniz çeviriyi sadece dillerarası bir aktarım değil, kültürlerarası bir iletişim aracı, edebiyatlar arası bir etkileşim mecrası olarak gördüğü için çeviri sürecini çeviriye başlamadan önceki okuma ve araştırma süreçleriyle bir bütün olarak değerlendiriyor; çevirinin sadece sözlüklerle değil, başka kitaplarla, başka kaynaklarla, ön okumalarla, referanslarla, kısacası araştırmalarla yapılabileceğini anlatıyor. Genç çevirmenlere ve öğrencilere de çevirmenin öncelikle bir okur olduğunu hatırlatıp çok iyi bir okur olmalarını öğütlüyor. Siz de çevirmen ve akademisyen Hasine Şen Karadeniz’in hayat hikâyesine ve çeviri macerasına bir kulak verin isterim, keyif alacağınızın taahhüdüyle...
Önce sizi tanıyalım isterim. Bulgarca anadiliniz mi, sonradan mı öğrendiniz?
Ben Bulgaristan Türküyüm, anadilim Türkçe. 1989 yılında Todor Jivkov hükümetinin Bulgaristan Türklerine uyguladığı zorla Bulgarlaştırma politikaları nedeniyle yoğun bir göç yaşanmıştı. Türkiye’ye ailemle birlikte o dönemde geldim. Bulgaristan’da Türkçe konuşmanın yasak olduğu bir dönemde yetiştiğim için anadilimi sonradan öğrendim desem daha doğru olur. İlk geldiğimde değil çeviri yapmak, günlük hayatımı sıkıntı yaşamadan sürdürebilecek kadar bile Türkçe bilmiyordum. Telaffuz ettiğim kelimelerin Bulgarca olmadığından emin olduğum durumlarda da nedense insanların yüzünde hafif bir tebessüm beliriyordu. Bu sadece aksan ve şive ile ilgili bir durum değildi, sosyalizm döneminde Bulgaristan Türklerinin Türkiye ile olan bağları tümüyle kesildiği için biz dildeki gelişmeleri de takip edemedik, ilk geldiğimizde de yoğun Bulgarca kelimelerle birlikte teyyare, mektep, muallim, bıldır gibi sözcükler kullanıyorduk. Bu nedenle Türkiye’ye uyum sürecim anadilimi öğrenmekle, bildiklerimi güncellemekle başladı.
Eğitim süreciniz nasıl etkilendi peki bu durumdan?
Türkçemin zayıf olması beni İngilizce eğitim veren bir üniversite bölümüne yönlendirdi. İstanbul Üniversitesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Mezun olduğum bölümde araştırma görevlisi olarak işe başladığımda Türkiye’ye ilk defa duyduğum aidiyet duygusuyla birlikte içimde susturmaya çalıştığım Bulgaristan özleminin yükseldiğini de hissettim. Beni çeviriye iten, göçmen kimliğimin getirdiği bu arada kalmışlık hissiydi. Beni sürekli bu iki ülke, iki dil, iki kültür arasında tutabilecek bir uğraş bulmam gerekiyordu. Bir süre Bulgar edebiyatı alanındaki gelişmeleri takip ettikten sonra Bulgar edebiyatının Türkiye’de çok iyi tanınmadığını gördüm, bu boşluğu elimden geldiğince kapatmaya karar verdim.
Çeviriye de böyle başladınız. İlk çeviriniz hangisiydi peki?
Alek Popov’un öykülerinden oluşan ilk çeviri kitabım Bulgar Kondüktör 2007’de basıldı. Aynı yıl Popov’un Köpekler Alçaktan Uçar romanını da çevirdim. Onu Georgi Gospodinov’un Doğal Roman ve Hüznün Fiziği takip etti. Farklı edebiyat dergilerinde Zdravka Evtimova, Petır Çuhov, Mirela Ivanova, Blaga Dimitrova gibi Bulgar yazar ve şairlere ait öykü/şiir çevirilerim basıldı. Çevirdiğim metinler arasında Bulgaristan’ın popüler isimlerinden Ludmila Filipova’ya ait bir kitap (Aramızdaki Duvar) da yer alıyor. Ara dilden çeviri konusuna biraz tereddütle yaklaşsam da Bulgarca üzerinden Venko Andonovski, Aleksandır Prokopiev, Nenad Veliçkoviç, Simo Maoviç, Svetislav Basara, Mirça Kartaresku gibi Balkan yazarlarına ait metinler de çevirdim. İngilizceden çevirdiğim birkaç öykü dışında Aslı Erdoğan’ın Kabuk Adam romanını Bulgarcaya çevirdim.
Ellerinize sağlık, liste epey uzun. Bulgarcanın yapısını konuşalım mı biraz?
Bulgarca farklı cümle yapısına, isim cinsiyetleri ve küçültme takısı gibi çeviride göz önünde bulundurulması gereken kendine ait özelliklere sahip bir dil. Türkçede yüklem cümlenin sonunda yer alırken Bulgarcada öznenin hemen arkasından geliyor. Sözlü çeviriyle uğraşanlardan bu farklılığın simultane çeviri esnasında çok sıkıntı yarattığını biliyorum. Edebiyat çevirisindeyse, cümle ögelerinin bazen kaynak metindeki sıralamaya göre yerleştirilmesi gereken durumlar oluyor. Böyle durumlarda asıl mesele bu tür cümlelerin tespit edilmesi. Aklımda kalan bir örnekle somutlaştırmaya çalışayım. Doğal Roman’da “Çocuk büyüdü, beş santimden sekiz santim oldu,” cümlesi vardı. Bu cümleyi Bulgarca cümle yapısının mantığına sadık kalarak çevirseydim “Çocuk, beş santimden sekiz santime ulaştı/büyüdü” demem gerekecekti ama böyle yapsaydım cümlenin yarattığı etki kaybolurdu. Bulgarcada yüklemin hemen özneden sonra gelmesi (“Çocuk büyüdü”) okura bir önceki cümlede anne rahminde tasvir edilen çocuğun artık doğup büyüdüğüne dair (yanıltıcı) bir işaret veriyor ama cümlenin devamında -“beş santimden sekiz santime”- yazar ustalıklı bir sözcük oyunuyla büyümenin rahim içinde devam ettiğini açıklıyor. Ben de bu nedenle cümleyi ikiye bölerek Bulgarcada olduğu gibi yüklemin özneden hemen sonra gelmesini sağladım. İsimleri küçültme takısı (-cık, -cağız) Türkçede de kullanılır ama Bulgarcada kullanım alanı çok daha geniş. Bazen günlük bir konuşma tamamen bu tür isimlerden oluşabilir, özellikle de çocuklarla ilgili olduğu durumlarda: “Çorapçıkların nerede? Hadi gömlekçiğini giyelim, çantacığını hazırlayalım, sütçüğünü içtin mi?” Bu nedenle Türkçeye çevirirken bu tür “-cik”, “-cık” takılı kelimelerin yerini ve sıklığını bu takıların Türkçenin kullanım alanına göre ayarlamak önemli.
Bulgarcayla Türkçenin ortaklıkları var mı peki? Doğal Roman’da “kenef” kelimesinin etimolojisi üzerinden Bulgarcayla Türkçenin akrabalığından bahsediliyor mesela. Böyle başka kelimeler ya da deyimler var mıdır?
Bulgarca, Makedonca, Sırpça, Hırvatça, Slovence ile birlikte Güney Slav dil ailesini oluşturur. Kiril alfabesini kullanan bir Slav dilidir. Bu anlamda Türkçe ile akrabalığı yoktur ancak beş asırlık Osmanlı egemenliği Türkçe ile ortak çok sayıda deyim ve atasözünün kullanılmasına neden olmuş: zorla güzellik olmaz, denize düşen yılana sarılır, akacak kan damarda durmaz, bıçak kemiğe dayandı, kuyruk acısı gibi. Kelime düzeyinde bu ortaklıklar çok daha fazla. Osmanlı mutfağının Balkan ülkeleri arasında en çok Bulgar mutfağını etkilediği söylenir. Bu kendini dil düzeyinde de ifade ediyor zira Bulgarcada çorba, sarma, dolma, börek, sütlaç, helva, ayran, boza çok yaygın yemek/içecek isimleridir, son ziyaretlerimde pek duymadım ama çocukluğumda imambayıldı bile yaygındı. Tabii, tüm bu yiyeceklerin pişirilmesinde ve sunumunda kullanılan ortak araç gereç isimleri de var: kazan, kepçe, tepsi, çini, fincan gibi. Bulgarcada kat, kapı, çarşı, sokak, kaldırım gibi sözcüklerin kullanılması ortak bir fiziksel alanın paylaşımına işaret ederken, bu dile kurban, bahşiş, kısmet, bereket, merak gibi isimlerin; nazlanmak, kandırmak gibi fiillerin de sızmış olması, Bulgarlarla Türklerin iç dünyalarında da kesişme alanlarının olduğunu gösteriyor. Buna Bulgarların Terzievi, Bahçecievi, Abacievi, Kasabovi, Nalbantovi gibi meslek kökenli veya Uzunovi, Güzelevi, Karagözevi, Karabaşevi gibi nitelik belirten kelimelerden oluşan soyadları kullanmasını da dâhil edebiliriz. Günümüzde Bulgaristan’ın Türk dizilerinin en rağbet gördüğü ülkelerden biri olması, bu ortaklıkların en somut göstergesi. Bu ortaklıklara benzer aile yapısını ve benzer mizah anlayışını da dâhil edebiliriz.
Bulgarcadan Türkçeye çeviri yaparken kültürel ortaklıkların işinizi kolaylaştırdığı oluyor/oldu mu?
Çevirmenin işi sadece kelimelerin karşılığını bulmak değildir, bu nedenle kültürel ortaklıklar işimi tabii ki kolaylaştırıyor. Gospodinov, söyleşilerinde Hüznün Fiziği romanının başlığında yer alan “tıga”(hüzün) kelimesinin çeviri açısından zor bir kelime olduğunu sürekli vurgular, aynen kendisinden önce Vladimir Nabokov’un Batı dillerinin Slav hüznünün (“toska”) tüm renklerini tam olarak yansıtamadığını belirttiği gibi. Çeviri sürecinde hüzün, melankoli, yas, depresyon gibi kavramlar üzerinde düşündüm ama romanın başlığı konusunda bir tereddüt yaşamadım. Bulgarcada ve Türkçede ortak kullanılan kelimeler listesine bir de komşu, dert, keyif, maytap, cümbüş, rezil, rahat, aman, canım, eyvallah gibi sözcükleri eklersek, yoğun bir duygudaşlıktan söz edebileceğimizi de görüyoruz. Bu açıdan “hüzün” ile “tıga” kelimelerinin de yansıttıkları duygu yelpazesi açısından birbirine çok yakın komşu olduğunu düşünüyorum.
Bulgar edebiyatının Türkçede çok iyi tanınmadığından bahsettiniz biraz önce. Biraz daha açalım isterim bunu. Bulgar edebiyatında hangi isimler öne çıkıyor?
Çevirdiğim eserler totaliter rejimin yıkılmasından sonra yazılan “Geçiş Dönemi” Bulgar edebiyatının örnekleri. 1989 sonrası Berlin Duvarı’nın yıkılması, hayatın tüm diğer alanlarında olduğu gibi, Bulgar edebiyatı için de bir dönüm noktası oldu. Totaliter dönemde hâkim olan edebiyat anlayışını açıklamak için suç bilimine “Bulgar şemsiyesi” terimini kazandıran bir olayı anmak yeterli olacaktır sanırım. 1960’larda, egemen ideolojinin baskısından kurtulmak için birçok Bulgar yazar Batı ülkelerine kaçar. Bu yazarlardan biri İngiltere’ye yerleşen Georgi Markov’dur. Markov totaliter rejim karşıtı söylemini buradan da sürdürmeye devam edince Londra’da ucuna zehirli madde yerleştirilmiş bir şemsiyeyle saldırıya uğrayarak susturulur. Bu ortam Bulgar yazarını, 1944’ten 1989’a kadar süren komünist yönetimi boyunca, sosyalist gerçekçiliğin sınırlarına hapsetmiş, bazı durumlarda da onu doğrudan Parti çığırtkanlığına zorlamıştır. Tabii ki sadece Parti propagandası yapılmamıştır bu dönemde. Yoğun baskı ve denetim en incelikli türden bir sanat anlayışını da geliştirir. Bu anlamda, sosyalist dönemde Ivaylo Petrov, Emiliyan Stanev, Pavel Vejinov, Yordan Radiçkov, Nikolay Haytov gibi isimler birçok değerli eserler üretmişlerdir. Bu listeye Ivan Vazov, Aleko Konstantinov, Elin Pelin, Yordan Yovkov gibi mili yazarları da dahil ettiğimizde 1989 sonrası Bulgar yazarının köklü bir geleneğinin takipçisi olduğunu da görüyoruz. Benim için ilginç olan Bulgar yazarının 1989 sonrası seçeceği yoldu. Bulgar yazarı sırtındaki totaliter dönem yükünden nasıl kurtulacak veya onu bir sermayeye dönüştürecek mi? Yazma serüvenine Georgi Gospodinov gibi yeni dönemde başlayanlar Bulgar edebiyatına nasıl bir yön verecek? Geçiş Dönemi Bulgar yazarı yakın tarihi eserlerine nasıl yansıtacak, hangi konular işlenecek? Bu sorular beni Alek Popov, Georgi Gospodinov, Deyan Enev, Zdravka Evtimova gibi yazarların eserlerine götürdü.
Bulgaristan’ın yakın tarihi edebiyata yansıyor mu peki? Hangi konular daha çok işleniyor dersiniz?
1989 sonrası dikkatimi çeken birkaç gelişme oldu. Her şeyden önce çok sayıda anı kitabı yayımlandı, toplumsal hayatta önemli bir rol oynadığına inanan herkes totaliter rejimi kendi gözünden anlattı. Bu eğilim bir taraftan toplu bir “günah çıkarma” görevini üstlendi, diğer taraftan birbirinden farklı yaşam öyküleri kapsamlı bir tarihyazımı mecrasına dönüştü. Bunun dışında, Julia Kristeva, Maria Todorova, Tzvetan Todorov gibi Bulgar kökenli aydınların kitapları ülkelerine dönüş yaptı ama bu isimler Bulgaristan’a artık totaliter dönemde ülkelerini terk eden Bulgar aydınları olarak değil, günümüz düşünce akımlarının şekillenmesine katkı sağlamış dünyaca ünlü düşünürler olarak dönüş yaptılar ve yapısalcılık, yapısalcılık sonrası, postmodernizm gibi kavramların Bulgaristan’a “yerel” kaynaklardan girmesini sağladılar. Bir de 1989 sonrası yaşanan göçten söz etmek gerekiyor. Bu dönemde Bulgaristan’ın en temel sorunlarından biri ülkenin insansızlaşmasıdır. Günümüz Bulgar edebiyatının ana konularından biri de budur; köylerin, kasabaların ıssızlaşması, insan ruhunun ıssızlaşması ve bundan doğan ahlaki çöküş, belirsizlik, çözümsüzlük.
Peki, komünizmin çöküşü...
Evet, komünizmin çöküşünden sonra Bulgaristan’ın temel sosyal olgularından biri de haraç çeteleri oldu. Üyelerine mutra adı verilen bu çeteler güvenlik, sigorta, fuhuş, uyuşturucu, çalıntı araba sektörü gibi alanlarda etkindi. Toplumsal olgulara işaret eden bu tür kavramlar çeviride insanı zorlayabiliyor. Mutra kelimesi bir metinde karşıma çıktı ama Allah’tan yazarın kendisi bu kavramı dipnotla ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı. Açıklamada mutra adı verilen çete üyelerinin birçoğunun eski güreşçi, boksör veya vücut geliştirme şampiyonu olduğu, güneş gözlüğü, altın zincir ve yüzük gibi bol miktarda takı kullandıkları, saçlarını usturaya vurdukları, pahalı arabalara bindikleri, Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne girmesinden sonra dâhil oldukları çetelerin yasal işlerle uğraşmaya başladıkları uzun uzun anlatılmıştı. Yazar notu olmasaydı büyük bir ihtimalle yine dipnot kullanırdım ama yapacağım açıklama, yazarınkinden daha kapsamlı olsa bile, Bulgarcadaki mutra olgusunu ne derecede kapsardı, ondan pek emin değilim. Karşılığını aradığım bir kavram değil; tarihî, toplumsal, kültürel boyutu olan, sınırları belirsiz olgu sonuçta. Yine de böyle bir eksiklik veya tamamlanmamışlık hissine kapıldığımda fazla telaşlanmam zira çevirdiğim metin, bütün olarak, bu tür kavramları aydınlatır.
Yavaş yavaş Georgi Gospodinov’a gelelim... İki romanını Türkçeye çevirdiniz. Önce Doğal Roman’ı konuşalım. Sıradan insanların öyküleri, başka başka hayatlar, bir boşanma hikâyesi... Ama roman boyunca tuvalet güzellemesinden tarihine, sigaraya, kedilere, sineklere, doğa bilimine değinen pek çok metin de karşımıza çıkıyor. Bir söylem cümbüşü gibi. Bu dili ve üslûbu Türkçeye taşımak nasıl bir deneyimdi?
1999’da ilk yayımlandığında Doğal Roman bu sıraladığınız özelliklerden dolayı hem içerik hem üslûp açısından belirli bir kalıba uygun romanlar sunan tutucu Bulgar edebiyat çevreleri tarafından pek kabul görmedi. “Tuvalet güzellemesi” de zamanında Marcel Duchamp’ın “Çeşme” başlığı altında sergilediği pisuarın yarattığı şaşkınlığa benzer bir tepkiyle karşılandı. Ben bu romanı bu niteliklerinden dolayı Geçiş Dönem Bulgar edebiyatının ilk özgün eseri olarak gördüğüm için Türkçeye çevrilmesi gerektiğini düşündüm ve 2010’da küçük bir yayınevi tarafından sınırlı sayıda basıldı. O dönemle ilgili aklımda kalanlar maalesef çeviri sürecinden çok kitabın yayımlanması ile ilgili. Yayınevlerinin tanınmayan yazarların eserleriyle ilgili kendi haklı tutumları ve uygulamaları var. Bu konularda okuryazarlık edinmek de zaman alıyor. Çeviri sürecinin kendine ait heyecanlarını ilk olarak Hüznün Fiziği ile yaşadım. Bunda Metis temsilcilerinin de çok önemli katkısı oldu.
Bu heyecanları anlatmanızı isterim. Tabii Metis’ten ve editörlerinden de bahsederek...
Bir kitabın çevrilip yayımlanması birçok kişinin dâhil olduğu bir süreç. Metis’te bu sürece katılan herkes kendi görevinin sorumluluklarını yerine getirdiği için çevirmen de işine odaklanıp çeviri uğraşının okuma, çözümleme, araştırma, kelime seçimi gibi kendi sorunlarıyla ilgilenebiliyor.
Editörlerle nasıl paslaştınız peki?
Çevirmenlerin editörlerle farklı sorunlar yaşadığını biliyorum fakat ben bu konuda herhangi bir sıkıntı yaşamadım. İşi gereği belirlediği aksaklıkları, yeri geldiğinde hataları bildiren bir kişi olduğu için editörün meslekî yetkinliği kadar bireysel özellikleri de önemli. Bir insana hatasını söylemek kolay değildir; ölçü, adap gerektirir. Ben bu anlamda çok şanslıydım çünkü romanların editörlüğünü yapan Duygu Gürkan işini bilen son derece zarif bir insan. Duygu Hanım kendisine gönderdiğim metinleri romanların İngilizce çevirileriyle kıyaslayarak değerlendirdi. Bu arada her iki kitabın da İngilizce çevirisinin son derece başarılı olduğunu belirtmek gerekiyor zira editörlüğün ara dilden yapıldığı durumlarda çevirinin kötü olması ek sorunlara neden olabilir. Duygu Hanım İngilizce çeviri ile benim çevirim arasındaki uyuşmazlıkları, saptadığı diğer pürüzleri, “çeviri kokan” ifadeleri ve önerilerini bana gönderdi, son düzeltmelerimi onun görüşleri doğrultusunda yaptım.
Doğal Roman’da öykü içinde öykü, roman içinde roman, diyaloglar, mektuplaşmalar derken anlatımın içinde öne çıkan hikâyeleri nasıl yorumlarsınız? Onları bir araya getiren nedir?
Doğal Roman, Geçiş Dönem Bulgar edebiyatının ilk üstkurmaca örneklerinden biri olarak da tanımlanabilir: metin, başka metinler yazan karakterleri anlatıyor ve anlatı devam ederken yazma süreci ile ilgili yorumlar, farklı metinlere göndermeler içeriyor. Hüznün Fiziği’nde de aynı yöntem öne çıkıyor. Yansıttıkları dönemlerle birlikte -1960’lar, 1970’ler, 1980’ler, Berlin Duvarı’nın yıkılması, demokrasiye geçiş- bu eserler geçiş dönemi yazarı olmanın sıkıntılarını da anlatıyor. Eski devrin kapanmasıyla Bulgar yazarı kendini aniden sonsuz bir özgürlük alanı içinde bulur. Artık klasik Bulgar edebiyatı örneklerinden beslenebildiği gibi Batı’ya ait eserlerden de faydalanabilir. Doğal Roman’daki başlangıç cümlelerinin bileşimine dayalı roman fikrini ele alalım. Orada Bulgar edebiyatının ana yapıtları Savaş ve Barış ile Robinson Crusoe gibi farklı geleneklerle harmanlanıyor. Anlatıcının da belirttiği gibi, bu sayısız başlangıçlar sonsuz eşleşmeye gebedir. “Doğal Roman” olarak isimlendirilen bu yeni edebiyat ürününün temel özelliği ise esnekliktir. Bu esnekliği romanın sinekler ve tuvaletler gibi sıradışı konu seçiminde de anlatımın öykü, şiir, liste, yemek tarifi gibi birçok alanda özgürce dolaşmasında da görebiliyoruz. Onu oluşturan öyküleri bir arada tutan ise öykü anlatma dürtüsünün kendisidir. Hüznün Fiziği’nde bu soruya daha doyurucu bir cevap veriliyor. Orada Binbir Gece Massalları’na yapılan göndermeyle öykü anlatma dürtüsü hayatta kalma isteğine bağlanıyor.
Buradan devam edelim. Dediğiniz gibi sıradışı konu seçimleri var bu romanda ve keza Hüznün Fiziği’nde. Bu roman özelinde ve genelde siz çeviri sürecinizi nasıl geçiriyorsunuz, araştırmalarınızı nasıl yapıyorsunuz?
Bir romanı çevirmeden önce onu dikkatle okuyup inceliyorum. Metnin içinde kendimi rahat hissetmeliyim, beş altı ay boyunca içinde yaşayacağım mekânım olacak sonuçta. Bu işi asıl görevimin yanında bir ek faaliyet olarak sürdürdüğüm için, çeviri süreci bana nefes aldıracak bir zaman dilimi olmalı. Metin seçiminde bunlara dikkat ediyorum. Okuduğum metni çevirmeye değer gördüğümde ve çeviriyi üstlenebileceğime karar verdiğimde metni ikinci kez okuyorum. Yapısal özellikler, anlatıcı, bakış açısı gibi özelliklerini daha yakından inceledikten sonra çeviri açısından beni zorlayacak alanları da tespit ediyorum.
Tam olarak bir ÇAMÇ (Çeviri Amaçlı Metin Çözümlemesi) çalışması örneği sunuyorsunuz aslında. Farklı metin türleri ve söylemleri yoğun olarak var romanda. Onlar için de bir ön hazırlık yapmak gerekiyor elbette.
Hüznün Fiziği’nde örneğin hayvan kesimi yöntemleri ve bu konu ile ilgili makine tasvirleri var. Çeviri sürecine bu gibi bilgi sahibi olmadığım alanları araştırıp netleştirdikten sonra başlıyorum. Metne tam hakimiyet kurduğuma dair inanç ancak okuma sürecinde zihnimde oluşan tüm sorular cevaplandığında oluşuyor. Hüznün Fiziği romanında epigraflar arasında Borges, Az. Augustinus, Eliot, Hemingway gibi yazarlarla birlikte Gaustin diye bir kişinin adı da göze çarpıyor örneğin. Bu ismin gerçek bir kişiye ait olmadığını, Gospodinov’un okuru için kurguladığı incelikli oyunlardan biri olduğunu bilmenin çeviriye de yansıyacağına inanıyorum çünkü kulağa eski çağlara ait bir kişi adı gibi geliyor, oysa kendisine atfedilen sözler son derece çağdaş. Çeviri sürecinde tam istediğim ifadeyi yakalayamadığım durumlarda söz konusu yerin altını çizip devam ediyorum. Aradığım ifade bazen daha bir sonraki cümlenin sonuna ulaşmadan aklıma geliyor, bazen de zihnimi kurcalamaya devam ettiği için birkaç gün sonra hiç ummadığım bir anda aniden beliriyor. Altı ayda bitireceğim bir metin için genelde sekiz on aylık bir süre talep ediyorum çünkü çeviriyi bitirdikten sonra bir süre bekleyip metni son bir kez daha okuyorum. Böyle bir “soğuma” aralığından sonra kaynak metnin baskısı altında kaldığım yerleri daha iyi tespit edebiliyorum.
Bir yandan bu “soğuma” sürecinin ardından metne bir editör gözüyle de bakmaya çalıştığınızı ve çevirinizi kaynak metinden bağımsız Türkçe bir metin gözüyle tekrar değerlendirdiğinizi söyleyebilir miyiz?
Evet, yapmak istediğim tam olarak bu ama dışarıdan bir gözün bu konuda çok daha yetkin olduğuna inanıyorum. Çevirmen ne kadar uzaklaşmaya çalışsa da bir ayağıyla sürekli kaynak metinde kalıyor, bu nedenle de editörlük işini önemsiyorum.
Doğal Roman’da da Hüznün Fiziği’nde de öykü yazmak, öykü satmak, öyküleştirmek, yani kısacası insanların öyküsü ön planda. Romanları okurken yazarın kim olduğunu sorguluyoruz sürekli. O metni üreten mi, yoksa yaşayan mı? Yani öyküyü satan mı, satın alan mı? Sizce hangisi?
Hem satan hem satın alan, daha doğrusu ikisinin işbirliği çünkü bir metin yazar ve okurun ortaklığıyla hayat bulur. Ama okur bu süreç boyunca “öykü tüccarının” şartlarına uymak zorundadır, alışveriş sözleşmesinin şartlarını, oyunun kurallarını belirleyen yazardır. Çevirmenin de bu kuralları iyi analiz etmesi gerekiyor, metinde okur için hazırlanan “tuzaklar” saptanmalı, aksi takdirde yazarın planladığı oyunun erek metne aktarılmasında sıkıntılar oluşabilir.
Tam da buna paralel olarak metinde sineklerin dillerini çözmeye çalışan karakter, onları dinleyip aktarmak ister ve bize çeviriye dair bir ipucu verir: “Onları gözlemledim. Şimdi tercüme etmeye çalışacağım. Hem kelimesi kelimesine, hem de anlama göre. Çeviri esnasında mutlaka bir şeyler kaybolur.” (s. 130) Sizce peki, çeviride kayıplar olur mu?
Burada yazarın da aslında bir çevirmen olduğu vurgulanıyor sanki. Yazar yaşadığı bir olayı, gördüğü bir resmi, hayal ettiği bir ortamı, duyduğu bir melodiyi sözcüklerle, belirli bir dilin imkânlarıyla yeniden oluşturur. Daha sonra çevirmen de yazarın yarattığı evreni bambaşka bir dilin olanaklarıyla tekrar inşa eder. Diyelim ki Gospodinov zihninde oluşan bir resmi “Açık mavi bir at arabası değirmenin önünde durdu,” cümlesiyle ifade etmeye karar verdi. Burada bu tasvirin dışında kalanlardan vazgeçmek çok ciddi bir seçme, eleme, değiştirme, ödün verme sürecini gerektiriyor. Bu anlamda belki yazarın “çevirmenlik” süreci çok daha ciddi kayıplarla doludur. Ama yazma sürecinde kelimenin düz anlamıyla çeviri yapan yazarlar da var. Almanca yazan bazı Türkiyeli yazarların Türkçe deyimleri ve atasözlerini eserlerine birebir çevirerek dahil ettiğini görüyoruz. Bu yöntem Meksika kökenli Amerikan yazarları tarafından da sıkça kullanılır. Normalde bir çevirmenin uygulamaması gereken bu yöntem, bir yazarın eserinde kayıplara değil, özgün bir dil yaratarak yeni kazanımlar da sağlar. Fakat çeviriyle uğraşan bir kişi olarak beni asıl heyecanlandıran konu, çift dilli bu yazarların eserlerine yansıyan dillerarası deneyimlerin çevrilebilirliğidir. Bulgarcadan çevirdiğim metinlerde dillerarasılıktan söz edilemez ama bir yazarın üslubuna renk katan Türkçe kelimelerin çeviri esnasında “erimesi” kayıp duygusu yaşamama neden olabiliyor. 1944 öncesine ait edebiyat metinlerinde Türkçe çok daha etkin bir rol oynamıştır. Sosyalizm döneminde Bulgar hükümeti Türk kültürünün izlerini tamamen silmeye yönelik bir tutum içinde olduğu için Türkçe, günümüz Bulgar yazarlarının eserlerinde çok daha az hissediliyor. Hüznün Fiziği’nde Türkçe kelimeler var ama Gospodinov onları kendisi gibi 1968 doğumlu olan yazar karakterine değil, onun babasına ait bir dilin öğeleri olarak sunuyor. Baba Almanya’da yaşayan oğlunu ziyarete gidince kendini en rahat Türk çarşısında hisseder, zira orada arkadaş, çok selam, aferin, maşallah, eyvallah gibi birçok “Bulgarca” kelime duyar. Türkçe kelimeler yabancılaştırma etkisiyle sunulduğu için ana metinden zaten ayrılmış durumda, çeviride de kaybolmak yerine daha da öne çıktılar. Bazen ayrı kelimelerin çevirisinde kaynak metinden uzaklaştığım anlar oldu fakat bu durumlarda bile anlam kaybı kaygısı yaşamadım. Örnek olarak “Koyungözünün gözünden” başlıklı bölümü gösterebilirim. Kaynak metinde bitki ismi farklı ama ben onu değiştirmekte bir sorun görmedim çünkü içinde geçtiği öykünün de romanın genel anlamına da hasar vermiyor. Romanın temel sorunsallarından biri insanın hayatın merkezinden kaldırılması. Savaşlarda ölen insanların istatistiği tutulurken hayvanların umursanmaması veya bir kırlangıç yavrusunun ölümüne sinek larvalarının ölümünden daha fazla üzülmemiz sorgulanıyor mesela. Sürekli tekrarlanan “Hiçbir hayvan bunu yapmaz,” cümlesi de insanın aslında insanlıktan ne kadar uzak olduğuna işaret ediyor anlatı boyunca. “Koyungözünün gözünden” bölümünde de insanmerkezci anlatım sorgulanıyor. Aynı bölümde örneğin Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz eserinin balık tarafından anlatılması öneriliyor. Dolayısıyla başlıktaki “koyungözü” bitkisinin yerine “kuzukulağı” da gelebilirdi ama “göz” sözcüğünün tekrarından doğan etki yüzünden “koyungözü” sözcüğünü seçtim. Romanın başka bir bölümünde bulutlar üzerine bulut yansıtma projesinden söz ediliyor. “Koyungözünün gözünden” de dil düzeyinde benzer etki yaratıyor.
Romandaki “Aramızda yaklaşık altmış yıl ve onun yirmi beş yaşında hatırladığı, benimse birkaç ay önce seksen iki yaşında uğurladığım bir adam var.” Ve birbirimize her şeyi söyleyebileceğimiz bir dilimiz yok,” (s. 37) cümlesi geliyor aklıma, burada da bahsedildiği gibi dilde dönemsel bir farklılıktan söz edilebilir mi peki?
Bu sahnede çizgisel zamanın kırıldığı, iki farklı dönemde yaşayan iki kişinin karşılaştığı bir an tasvir ediliyor. “Ve birbirimize her şeyi söyleyebileceğimiz bir dilimiz yok” cümlesi, sözlü iletişimin dönemsel ve dilsel farklılıklardan etkilendiği mesajını veriyor. Roman boyunca anlatıcının dilin hem olanaklarıyla hem de yetersizlikleriyle ilgilendiğini görüyoruz. Bu nedenle dilsizlik ve dil dışı iletişim de öne çıkıyor. Andığınız bölümde anlatıcı yaşlı kadın ve oğluyla konuşmuyor, yine de beden dili, gözyaşları ve kahve ikramı gibi toplumsal törenler sayesinde birbirini “anlıyorlar”. Konuş(a)mayanı anlama konusu, romanın Minotor miti üzerine kurulu ana öyküsü ve sürekli vurgulanan insan-hayvan karşıtlığı ile de vurgulanıyor.
Bende Minotor’a gelmek istiyordum. Hüznün Fiziği’nde yarı insan-yarı boğa bir canlı olan Minotor’un, empati aracılığıyla insanların bedenlerine girmesine, anılarına ortak olmasına şahit oluruz. Anı anı dolaşırız, dolaşırken sesler, söylemler, karakterler değişir. Ama bir yandan anlatıcı -ana karakter Georgi- sabittir. Bu dilin esnekliğini, çeşitliliğini nasıl korudunuz?
Roman özünde çoksesli bir türdür, çeviride de bence dikkat edilmesi gereken temel konulardan biri. Şoför Malamko’nun öyküsü, örneğin, kendi ağzından verilmiş, onun argo konuştuğu belli olmalı; Juliet roman boyunca sadece birkaç cümle telaffuz ediyor fakat onun zihinsel dengesizliği cümlelerine de yansımalı. Yine de bu romanda söylem farklılığını yaratan unsur, karakter zenginliği değil aslında, öykünün büyük bir bölümü dediğiniz gibi romanın anlatıcısı da olan ana karakter tarafından sunuluyor. Bu anlatıcı romanın yazarı gibi 1968’de doğan, onun gibi Georgi adını taşıyan, sıradışı bir empati kurma yeteneğine sahip bir kişi. Bu özelliği sayesinde Georgi herkesin bedenine veya öyküsüne girebiliyor ve kendi veya başkasının bedenindeyken yaşadıklarını kaleme alıyor. Daha sonra bu aşırı empati kurma yeteneğini kaybedince yazar, kendi deyimiyle “öykü tüccarı” oluyor. Romanın başında Georgi dedesinin bedenine yerleşip onun öyküsüne sızıyor, daha sonra babasının bedenine taşınıyor, bir sülüğün bedenine yerleştiğine de şahit oluyoruz ama anlatı boyunca en rahat ettiği yer dedesinin öyküsündeyken gördüğü çocuk Minotor’un bedeni. Roman boyunca anlatılan öyküler aslında giriş bölümündeki “Ben varız,” cümlesini meşrulaştıran örnekler olarak okunabilir. Dil esnekliği, düşünce esnekliği, türler arasında geçişkenlik, tüm bu fikirler bu ifadede gizli. Bu kilit cümlenin kendisi de bir minotor, dil düzeyinde bir minotor örneği sunuyor. Bu nedenle “Ben varız,” üzerinde daha fazla düşündüğüm cümlelerden biri oldu. “Ben varım” ile “Biz varız” cümlelerinin harmanlanmasından elde ettim. Kaynak metinde bu ifade aslında olmak fiilinin birinci tekil ile birinci çoğul hallerinin, “benim” ve “biziz” kelimelerinin birleşmesinden oluşturulmuştu. Bulgarcada bu ifadeler ikişer kelimelik olduğu için onların birleşmesinden de iki kelimelik bir cümle doğuyor. Ama Türkçede bu eşleşmeden “beniz” kelimesi doğdu, bu ifadenin belirsizliğinden dolayı “Ben varız” cümlesinde karar kıldım.
Ve tabii romanın “Ben vardık” cümlesiyle bitmesi ayrıca anlamlı. Bu romanda da yine bolca metin türü, bolca söylem var. Zor muydu çevirisini yapmak?
Evet, Hüznün Fiziği “Roman, safkan bir tür değildir” düşüncesini öne sürüyor ve böyle bir roman örneği sunuyor. Bunu da farklı yazın türlerini bir araya getirerek elde ediyor. Romanda gazete haberleri, ‘80’lere ait bir TV programı akışı, yemek kitabı bölümü, başka eserlerden alıntılar, masallar ve acemi birliğine girerken askerin yanında bulundurması gereken eşyaları, teknolojinin yenilgisine uğrayan cihazları, kalıcı olmayan şeyleri, terk edilen çocukları ve başka birçok şeyi sıralayan bol sayıda liste yer alıyor. Her karakterin kendi diline sahip olduğu gibi, tüm bu türlerin de kendine ait talepleri oluyor. Görünmez mürekkeple yazılan boş sayfa, romana dahil edilen fotoğraflar ve çizimler de düşünülürse, Hüznün Fiziği geleneksel roman tanımına başkaldıran deneysel bir eser. Buna farklı anlatım üsluplarını da dahil edebiliriz. Bebek ticareti yapan kadının öyküsü gerçekçi anlatım türünü yansıtıyor örneğin, romanın başındaki minotorlu panayır sahnesi büyülü gerçekçilik örneği, çılgın proje olayları absürt ve fantastiğin karışımı, sosyalizmin canlandırmasını amaçlayan canlı müze projesi de sürrealist bir anlatı örneği. Roman ayrıca otobiyografik özellikler taşıyor ama otobiyografi olarak tanımlanamaz. Tüm bu zenginlik çeviriyi tabii ki zorlaştırıyor. Tür, söylem çeşitliliği ve metnin sunduğu tüm diğer sorunlarla baş etme konusunda güvendiğim temel bir yöntemim var, farkındalık. Çeviri esnasında alınan kararlar, ancak bilinçli alındığında doğru olur.
“Gel vatandaş geel, piton yılanını görmeye gel...” (s.17) gibi bir seslenişe de şahit oluyoruz bu panayır alanında. Bu çokça bizden bir dil, bize bizi hissettiren. Farklı söylemlerden bahsederken bunu da kastetmiştim, burada kültürel karşılığı aktardığınızı görüyorum. Mesela “Nine ben öleceğim mi?” (s. 29) cümlesi var, bu bozuk dil, bilinçli olarak bozulmuş bir dil, değil mi?
Evet, romanın temel konularından biri normdan sapmak olduğu için bunu dil düzeyinde de görebiliyoruz. Çocuk dili bunun örneklerinden biri. Deli Juliet ve Çingene Malamko’nun kullandığı dille de aynı etki amaçlanıyor fakat çocuk-dil ilişkisine çok daha güçlü bir vurgu yapılıyor kitapta. Hüznün Fiziği’ni bir yazarın oluşum sürecini anlatan bir roman olarak da inceleyebiliriz. Anlatıcı daha çocukken dile karşı hassasiyet sergiliyor, daha sonra “öykü tüccarı” olduğunda çocuklarla dil arasında özel bir ilişkinin kurulduğunu dile getiren birçok öykü de anlatıyor.
İki roman için de soruyorum, en çok hangi durumlarda zorlandınız çeviri sürecinde?
Çeviriye başlamadan önce kısa, basit cümlelerle, günlük konuşmanın yalınlığını yansıtan bir dille yazılan bir eserin çeviri açısından pek de zor olmayacağını düşünüyordum. Georgi Gospodinov’un üslubunu da bu şekilde tanımlayabiliriz. Ama çeviri sürecinde beni en çok zorlayan bu yönü oldu, en basit olanı ifade etmek de karmaşık bir düşünceyi yansıtmak kadar zor. Doğal Roman’ın “Çağdaş bir Fransız düşünür” imzalı epigrafı ile roman metni arasında bu açıdan bir uçurum var. İlk başta oradaki Çağdaş Fransız düşünürün de Gaustin gibi Gospodinov’un sayısız kimliklerinden biri olabileceğini düşündüm ama alıntının üslubu ve verilen ipucu beni Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler eserine götürdü. Foucault’nun tek bir cümlesiyle uğraşmak bile ciddi bir serüvendi fakat Gospodinov’un basitliği de bir o kadar zorlayıcıydı.
Okura da sesleniyor anlatıcı Hüznün Fiziği’nin “Mola Yeri” bölümünde: “Hadi dalgın okurların ruhlarını burada bekleyelim. Belki birileri bu farklı zamanların koridorlarında kaybolmuştur. Herkes savaştan döndü mü? Peki 1925 panayırından? Birini değirmende unutmuş olmayalım? Şimdi nereye gidelim?” (s. 45) Bir tür üstkurmaca olduğunu söylediğiniz bu romanda nasıl bir anlatıcı var karşımızda?
Okuru da metne dahil etmeye çalışan, ona daha etken bir rol yükleyen bir anlatıcı var karşımızda. Bu, hem metnin üretiminde yazarla okurun işbirliğini vurgulayan hem de kurgu ile gerçek arasındaki sınırları sorgulayan bir yöntem. Farklı kişilerin öykülerine dahil olan anlatıcı okuru da benzer bir deneyim yaşamaya teşvik ediyor sürekli.
“Görünmez Mürekkep” bölümünde yazılanların görünmediği bir boşluk var sayfada. Anlatıcı ve/veya yazar oyun da oynuyor aslında, kurmaca düzlem birden gerçek düzleme taşınıyor, sayfalarda “görünmezliği” görüyoruz. Biraz konuşalım mı bu oyunları?
Anlatıcı ve/veya yazarın kurmaca düzlemini gerçek düzleme taşıma çabası bu romanın en belirgin özelliklerinden biri. Bu, bazen, sözünü ettiğiniz örnekte olduğu gibi, içeriğin üslupla örtüşmesiyle elde ediliyor, bazen de okur öykünün kurmaca dünyasına davet ediliyor, verdiğiniz bir önceki örnekte olduğu gibi. Bu anlatım yöntemiyle karşılaştığımız temel bir alan daha var, kitabın kapak sayfasında gördüğümüz yazar ismi, Georgi Gospodinov, ve aynı adı taşıyan yazar/anlatıcı karakteriyle kurulan oyun. Bu oyun sayesinde okur sadece roman karakterlerinin değil, “gerçek” Georgi Gospodinov’un gerçekliğini de sorgulamaya başlıyor. Kurmaca düzlemin bu kaygan zemininde ilerlemeye çalışan okur bir noktadan sonra yaşadığı dünyanın gerçekliğini de sorgulamaya başlıyor.
Hüznün Fiziği’nde şiirsellik de öne çıkıyor. Bu bölümleri çevirirken nelere dikkat ettiniz?
Şiirsellik imgelerle yaratılmışsa çevirisi daha rahat oluyor. Örnek olarak Ağlamak, korkunun uzun sesli bir nefes verişidir; Ölüm, bizim yokluğumuzda olgunlaşan kiraz ağacıdır; Labirent, birisinin fosilleşmiş tereddüdüdür gibi aforizma değerindeki cümleleri gösterebilirim. Gospodinov, yazarlık serüvenine şair olarak başlıyor ve dile bir şairin duyarlılığıyla baktığını sürekli belli ediyor. Söyleşilerinde sıkça romanın başlığındaki “tıga” kelimesinin ses değerini vurguluyor. İstanbul’da Uluslararası Edebiyat Festivali kapsamında düzenlenen etkinlikte de dinleyicileri “tıga” kelimesini telaffuz etmeye davet etti örneğin. Kelimenin telaffuzunda gırtlaktan gelen “g” sesinden dolayı oluşan yutkunmayı ve yarattığı etkiyi vurguladı: “tıga” kelimesi telaffuz edilirken sanki bir şeyler söylemekten çok bir şeyler saklanmaya çalışılıyor aslında. Ben Gospodinov’un romanlarını okurken de seslerin gücünden yararlandığını hissediyorum. Bunu Türkçede ne kadar yansıttığımı bilemiyorum ama türler arasındaki sınırları sorgulayan bir roman çevirdiğimi unutmamaya çalıştım. Bir kelimenin ses etkisi, müzik gücü, bu kelimenin anlamını pekiştirebilir çünkü. “Hüzün” de, barındırdığı çift “ü” ile güçlü etkiye sahip. “Güz” romanda sıkça kullanılan kelimelerden biri, “sonbahar” değil de çoğunlukla “güz” kelimesini seçmem, romanın atmosferini belirleyen “hüzün” ile ses düzeyinde de uyumlu. Elde ettiğim etkiden tatmin olduğum yerler de var romanda, örneğin “Hüznün Ekmeği” bölümünde yer alan şu cümle: “Gözyaşları yanaklarından, yanaklarımdan süzülüyor, yüzümdeki unla karışıyor – su, tuz ve un – ve hüznün ilk ekmeği yoğruluyor.” (s. 26)
Kaynak metinde Minotor’un savunması epik destan türünün ölçülü dizelerini taklit ediyor. Ben bu bölümü anlama sadık kalarak aa, bb, cc kafiye düzenine uyarak aktarmaya çalıştım. Romanın başka bölümlerinde yer alan “şiirlerin” çevirisinde de aynı yöntemi kullandım. Kaynak metindeki tam kafiyeleri de yalancı/yarım kafiyeye dönüştürdüğüm yerler oldu. Örneğin panayırda satıcılar “Horoz şekerlerine geel… Anlayan anlar, buraya uğrar” ve “Bıyıklara boya, aptallara sopa” diye bağırıyor. Böyle durumlarda “uğrar” ve “sopa” kelimelerinin seçiminde “anlar” ve “boya” ile olan uyumu gözettiğim için, kendime kaynak metindeki kelimelerden sapma özgürlüğü tanıyorum. Hatırladığım kadarıyla ilk cümle kaynak metinde “Anlayan anlar, burada durur veya nefesini burada alır,” anlamı taşıyordu.
Sadece dilsel açıdan değil, konu ve anlatım açısından romanda mizah de hissediliyor. Bir mahkemede “mööööö” sesinin duyulması mesela. Siz bu mizahı nasıl aktardınız?
Türklerle Bulgarların kültürel ortaklıkları yakın bir mizah anlayışını da doğurmuş. Bu, benim işimi kolaylaştıran çok önemli bir unsur. Gospodinov mizahın farklı türlerinden yararlanıyor. Doğru aktarılması için çevirmenin mizahı doğuran unsurların farkında olması gerektiğine inanıyorum. Romanın girişinde panayırda anlatılan minotor öyküsünde, örneğin, mizah Yunan mitinin yerelleştirilmesine dayanıyor, dolayısıyla klasik miti bir Bulgar öyküsüne çeviren isimler ve kültürel öğeler öne çıkmalı. Sözünü ettiğiniz mahkeme sahnesinde ise mizahı sağlayan unsur birbiriyle uyuşmayan öğelerin bir araya getirilmesi. Bu nedenle benim çevirmen olarak etkim öncelikle “mööööö” sesinden önce epik şiir taklidi formunda sunulan savunmanın bu türün özelliklerine göre aktarılmasına bağlı. O bölüm ne kadar azametliyse takip eden “mööö” sesiyle oluşturduğu tezat da o kadar güçlü olur.
Ve mitoloji... Çeviri süresince mitolojik hikâyelerden ne kadar yararlandınız, neleri tekrar hatırladınız, neleri araştırdınız?
Hüznün Fiziği bildiğim bir mit üzerine kurulu, bu nedenle bu alanla ilgili özel bir araştırma yapmadım fakat roman yeniden yazılan metin örneği sunduğu için çeviri öncesi yakın okuma sürecinde klasik mitten sapma noktalarını tespit ettim. Böyle metinlerde anlatının merkezinden uzak tutulan, araçsallaştırılan, susturulan karakterler yeniden yazılan metinde söz sahibi oluyor, olaylar onların gözünden aktarılıyor. Gospodinov Girit Kralı Minos, karısı Pasiphae, Ariadne ve Theseus’un öyküsünde ürkütücü bir varlık olan Minotor’u mercek altına alıyor, onu canavar maskesinden kurtarıyor ve terk edilen, korumaya muhtaç zavallı bir çocuk olarak tasvir ediyor. Anlatıcının kendisi de, 1970’lerin tüm çocukları gibi, annesiyle babası işteyken kasvetli bir odada yalnız bırakılıyor. Böylece yeniden yaratılan bu Minotor imgesiyle anlatılan dönemin eleştirisi de yapılıyor.
Anılarda dolaşırken 1970’ler, ‘80’ler, ‘90’lardan geçiyor okur, bir bakıma Bulgaristan’ın tarih panoramasıyla da karşılaşıyor sanki. Siz de böyle yorumlar mısınız bu öykülemeyi?
Gospodinov romanın anlatıcısı gibi 1968 doğumlu, ben 1971 doğumluyum, dolayısıyla beni bu romanda en çok heyecanlandıran konulardan biri dönem tasvirleriydi zira benim çocukluğum ve ergenlik yıllarım da 1970’lerde ve ‘80’lerde geçti, totaliter rejimin çökmesinden sonraki ekonomik krizi de göç sonrası Bulgaristan ziyaretlerimde gözlemledim. Gospodinov’un belli bir yılda doğanların kişisel özellikleriyle birlikte dünyaya ortak bir bakış açısı geliştirdiklerine dair açıklamaları var. Romandan yola çıkacak olursak, Gospodinov ile aynı dönemde benzer şartlarda yetişmiş olmam, onun bu görüşünü doğruluyor çünkü kitabın birçok sahnesini anlatıcının benim öyküme de sızmış olabileceği hissiyle okudum. Bizim neslimiz her şeyin belirli bir düzen ve mutlak öngörülürlük içinde, kesin kurallar çerçevesinde yaşandığı bir çocukluk geçirdi. Romanda da belirtildiği gibi anneler ya üniversitede 1, 2, 3. sınıf öğrencisi ya da 1, 2, 3. vardiya işçisi olduğu için çocuklar anneye değil, babaanneye sahipti. Hafta sonları ve yaz tatilleri kural olarak babaanne ve dedenin yanında geçirilirdi. Haftanın belirli günlerinde okul yemekhanesinde hep aynı yemek çıkardı, cuma akşamı saat 20.00’de televizyonda Rusça haberler başlardı, insanların çoğu yurtdışına çıkmadıkları için yabancı ülke gören kişilere neredeyse uzaya gitmiş gibi bakılırdı. 1981’de Bulgaristan’ın kuruluşunun 1300. yılı kutlamaları, döneme damgasını vuran Asparuh filmi, Brejnev’in ölümünden sonra okullarda düzenlenen törenler gibi romanda yer alan birçok sahne benim zihnimde yer eden olaylarla örtüşüyor. Tüm bu eşleşmeler arasında beni en çok heyecanlandıran askeri eğitim kampında gaz maskesi takma taliminin tasviri oldu. Bizim öğretmenimiz de maskeyi “eksi zaman” içinde, 17 saniye içinde takmamızı beklerdi ve bunu yapamayanları romanda tasvir edildiği gibi defalarca “ölü” ilan ederdi.
Anılar, anlar, tarihler derken Hüznün Fiziği’nin asıl dertlerinden biri zaman. Zamanı muhafaza etme, zamanı durdurma, bir kapsüle sığdırma... Ve bu kitap da Bulgaristan’ın tarihini sayfalara sığdırıyor sanki.
Tüm bu sıraladıklarınızla birlikte romanın zaman kapsülünde geçici olanlar, tarihi önem atfedilmediği için tüm sınıflandırmaların dışında kalan olaylar ve kişiler de yer alıyor. Anlatıcı kendini öykü tüccarı olarak tanıtırken “Ben geçmiş satın alan bir kişiyim,” diyerek öykü ile geçmiş/tarih kavramları arasında eşdeğerlik kuruyor. Romanda öne çıkan insan-hayvan karşıtlığı ve hüzün teması ile birleştirilince bu cümle bana Nietzsche’nin tarihi melankoliyle ilişkilendirmesini hatırlatıyor. Nietzsche melankoliden söz ederken insan-hayvan kıyaslaması yapar ve insanın, hayvanlardan farklı olarak, tarihsel bir varlık olduğunu, bu nedenle de sürekli geçmişinin ağırlığı altında yaşadığını belirtir. İnsanın melankolik bir varlık olması da düşünüre göre, geçmişle bağ kurabilme, anılar biriktirme, unutamama özelliğinin bir sonucudur. Ama roman aynı ölçüde unutulanlarla, hafızaların mahzenine kilitlenenlerle de ilgili. İlk bölüm “tarihin mahzeni” kavramını sunuyor, geçmişle, bellekle ilişkilendirilen mahzen imgesi de anlatı boyunca öne çıkıyor. Roman aslında zihnimizin mahzenine gömdüğümüz olaylarla tarihin karanlık koridorlarına işaret ediyor. Bu hem kişisel hem toplumsal bellek olarak düşünülebilir. Kitaptaki 1968 vurgusu da Gospodinov’un tarihi zaptetme eğilimiyle açıklanabilir. Bu yıl anlatılırken art zeminde “Prag’daki Yaz” ve “Çekoslovakya’daki kardeş birlikleri” resmediliyor, böylece dünyada siyasal açıdan çalkantılı bir dönem yaşandığı ima ediliyor. Buna karşılık 1968’de Bulgaristan’da hiçbir şey olmuyor. Dünya tarihine damga vuran 1968 yılı Bulgaristan’da olaysız, eylemsiz, direnişsiz geçiyor. Gospodinov bir ülkenin veya bir insanın tarihinde gerçekleşmeyen olayların, gerçekleşen olaylar kadar önemli, hatta belki daha da önemli olduğuna inanıyor. Böylece siyasi açıdan Bulgar tarihinde boş geçen 1968 yılının altını çizmek Gospodinov için etkin bir eleştiri ve kendi nesli adına bir günah çıkartma eylemidir.
Kitaptaki görsellerin anlatıma nasıl bir katkısı olduğunu düşünürsünüz?
Gospodinov bir söyleşisinde Hüznün Fiziği’ni bir kitapçıda bilimsel kitapların bölümünde gördüğünü anlatmıştı. Kitabın oraya sızmasına içinde bulunan görsellerin de katkısı olduğunu düşünüyorum. Kullanılan çizimler ve fotoğraflar eseri geleneksel roman kurallarından uzaklaştırıyor ve deneysel boyutunu görsel özelikleriyle de destekliyor. Ayrı ayrı ele alırsak, her birinin anlatıma katkısı farklı: “Minotorlu Madonna”, örneğin, bir resmin ayrıntılı bir tasviri olarak kaleme alınmış. Kesim öncesi hayvan şoklama çizimleri ise anlatılan eylemin bir mecaz veya dolaylı anlatım meselesi olmadığını, okura somut hayvanlardan bahsedildiği hatırlatarak olayın dehşet boyutunu vurguluyor. Acemi askerden talep edilen malzeme listesi, televizyon akışı gibi belgelerin farklı puntolarla bağımsız metin birimleri gibi sunulması, romanı hazır metinlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan, kolaj özelliği taşıyan bir yapıta dönüştürüyor. Her görselin de ayrıca sanat kataloğu, bilim dergisi, biyoloji kitabı gibi farklı alanlara işaret etmesi, “Roman safkan bir türdür değildir,” düşüncesinin altını bir kez daha çiziyor.
Et yeme de önemli bir mesele Hüznün Fiziği’nde. Bu da kitabın kapsülüne yerleştiriliyor, öldürme hakkıyla birlikte. Peki veganlık, vejetaryenlik Bulgaristan topraklarında ne kadar yaygın?
Veganlık ve vejetaryenlik Bulgaristan’da 1989 öncesi pek bilinen olgular değildi. Hayatın diğer alanlarında olduğu gibi beslenme konusunda da Sovyetlerin benimsediği normlar geçerliydi. Vejetaryenlik felsefe olarak Rus kültürüne Leo Tolstoy’un çalışmalarıyla giriyor ancak Ekim İhtilali’nden sonra bu konu ile ilgili çalışmaları reddediliyor ve okurlarla buluşmaları engelleniyor zira resmî ideoloji otçul beslenmeyi bilimsellikten uzak bir burjuva şımarıklığı olarak tanımlıyor. Veganlık ve vejetaryenlik gibi yaşam felsefeleri Perestroyka döneminde yeniden canlandı. Bulgaristan’a 1989 sonrası giren bu akımlar günümüzde gittikçe yaygınlaşıyor.
“Sokrates Trende” bölümünün diyalogları muazzam. Bunların çevirisi eminim çok keyifli olmuştur ama bir o kadar zorlamıştır diye düşünüyorum. Diyalog çevirisiyle ilgili neler demek istersiniz?
Diyalog çevirisinin zor yanı anlatıcının “dedi öfkeyle,” “diye sordu şaşarak” gibi karakterlerin ifadelerine getirdiği yorumların aktarılması. Buradaki sorun Bulgarcada ve Türkçede nicelik zarflarının farklı şekilde türemesinden kaynaklanıyor. Bazen de anlatıcının sahneden tamamen çekildiği, sadece karakterlere ait repliklerden oluşan bölümler oluyor. Böyle durumlarda karakterlerin kendilerine ait dilsel kimliklerinin saptanması ve korunması önem taşıyor.
Çevirinin dışında nelerle uğraşıyorsunuz? Akademisyen olarak hangi alanlar üzerine çalışıyorsunuz?
Yüksek lisans ve doktora tezlerim edebiyata yaklaşım olarak Georgi Gospodinov ile çok ortak noktası olan iki çağdaş Amerikan yazar ile ilgili: John Barth ve Paul Auster. Daha sonra “sınır edebiyatı” olarak tanımlanan Meksika kökenli Amerikalı yazarların eserleri üzerine yoğunlaştım, son çalışmamın odağında da Amerikan romanında dilsizlik/sessizlik kavramı yatıyor. Amerikan edebiyatı dışında Bulgar edebiyatı ve Bulgaristan Türklerinin edebiyatı ile ilgili çalışmalarım var. Göç, ilgi duyduğum temel konulardan biri.
Hasine Şen Karadeniz nasıl bir okurdur peki?
Okuduğum kitapları genelde üzerinde çalıştığım konular belirliyor. Örneğin Hüznün Fiziği’ni çevirmem Julia Kristeva’nın depresyon ve melankoli ile ilgili görüşlerini gözden geçirmek ve Victor Pelevin’in Dehşet Miğferi’ni okumak için bir fırsat oluşturdu. Pelevin’in bu romanı da Theseus ve Minotor mitini günümüze uyarlayan metinlerden biri. Okuma listeme bu süreçte Steven Sherrill’e ait The Minotaur Takes a Cigarette Break (2000), Ruth Rendell’a ait The Minotaur (2005) ve David Eliott’a ait The Bull (2017) gibi aynı mit ile ilgili birkaç eser daha eklendi.
Ve son olarak, çevirmen olmayı düşünen öğrencilerinize, gençlere neler söylemek istersiniz?
Çevirmen öncelikle bir okurdur, bu işin bu yönünü vurgulamak isterim. İyi çevirmen olmak için çok iyi bir okur olmak gerekiyor. Bir metni farklı bir dilde yeniden yazabilmek için sadece kelimelerin, cümlelerin, ayrı metin birimlerinin çevrilmesi yeterli olmuyor. Çevirmen, metnin farklı öğelerini bir arada tutan omurgasını saptayabilmeli, ancak o zaman erek dilin ve kültürün özellikleri doğrultusunda yeni bir metin oluşturabilir.