Hayat denilen o ülkede, ölmüşler tomurcuklanıyor, taşlar çiçek açıyor...
08 Mart 2016 13:00
“Anlatmak istiyorum seni,
kırmızı toprakla ya da altınla değil,
mürekkeple elma ağacı kabuğundan.”
Rainer Maria Rilke
Bembeyaz suskuyla çerçevelenmiş matem yazıları. Gri-kara mürekkep, yeniyetme yapraklarıyla yanan elma ağacının kabuğu. Kırmızıya boyanan toprak.
Ilık bir kasım gecesi. Kiminin “pastırma,” kiminin “Kızılderili” yazı dediği, uzun bir kıştan önceki son, yalancı yaz. Karardıkça kararan, bitmez tükenmez bir yokuşa benzeyen gecelerden biri. Yürüyorum, sokaklar, çamurlu kaldırımlar, çıkmazlar boyunca, dolambaçlarından, yol ayrımlarından geçip gidiyorum gecenin, yakında diyor Rilke, yakında o ülke... Adımlar, yollar, mesafeler... Bir koridor uzanıyor kuşatılmış kente doğru, genç bir kadın dikenli teller boyunca yürüyor, elinde çocuk giysileri, yakında diyor Rilke, hayat denilen o ülke... Paketler, paltolar, tankların, topların kuşattığı kentin çocukları için kışlık botlar, bombalar yağıyor dört yandan, alevler yutuyor koca koca mahalleleri, toprak sarsılıyor. Bir adım, bir adım daha, çemberlerinden, dehlizlerinden yürüyüp gidiyorum gecenin, korkunç bir ağırlığı sürüklüyorum sanki peşimsıra, bir tabut gibi, sonsuza dek kaybedilmiş, benden ve dünyadan koparılmış bir şeyin ağırlığı büyüdükçe büyüyor, mesafeler açılıyor, karanlık geçit vermiyor, yürümelisin sadece, diyor Rilke... Bir başına yürüyüp durduğun yılankavi bir yol, kader... Yirmi sekiz yaşında bir kadın yürüyor alevlerin ortasında, bombalanan kente doğru, paketler taşıyor, akşam kızıllığı vuruyor yanaklarına, bir namlu dikkatle ufku tarıyor, saçları rüzgârda uçuşuyor.
Issız ve kalabalık yollar boyunca yürüyorum, suni ışıklar ve sahici karanlıklar, yitip gitmiş her şeyin adına sesleniyor, çağırıyor, bir tabuta girercesine girdiğim gece, içimde bastırıyor, yürümelisin sadece, diyor şair, özlemlerin bittiği yere, başı sonu olmayan, ıssız bir yoldan başka bir şey değilim. Adımlar, yollar, adımlar ve ötesi, çıplak, çorak bir ülke. İşte burası sınır, kilometrelerce dikenli tel, genç bir kadın geçip gidiyor günbatımından, küçük bir tepede nöbet tutan tüfekli askerler, mayınlı arazilerin ötesi, kimseye ait olmayan topraklar... Bomboş beyaz kâğıtlar, bir ölüm, bunca ölüm terk edilmişliğinde, bir adım, bunca adım, hayat... Yakında, diyor Rilke, yakında, belki bir sözcük dalga gibi kabarır da, ya da taze yapraklarını uzatır bir dal, taşıyıp bırakırlar seni, hayat denilen o ülkeye... Kim yaşıyor, diye soruyor şair, yürüyoruz sadece büyük, bitimsiz yollarında dünyanın, rüzgârlı üç yol ağızlarında, kıyılarında, gri-kara dikenli teller gibi birbirine dolanmış yollarında yürüyüp duruyoruz yüreğin, özlemlerin bittiği bir yere... Bir sözcük, bir sözcük daha, sonsuza doğru, adım adım ve sonsuzdan buraya, ölümün şaşmaz kılavuzluğunda...
Yirmi sekizinde bir kadın kararlı adımlarla yürüyor yanan kente doğru, bombalar, kurşunlar yağıyor çepeçevre, toprak titriyor, yanaklarında bir akşam kızıllığı, saçlarında saydam yapraklar... Gün batıyor, uzaktan, çok uzaktan sesleniyor, çağırıyor, alevden bir çember şimdi ufuk, dumanlar sarıp sarmalıyor vurulan kenti, sargı bezlerinin arasından sanki kan sızıyor. Yakındaydı, diyor Rilke, sahi kimin bu hayat denilen ülke, belki bulurdun bir kereliğine... Kimin değil ki? Bir sözcük, bunca sözcük ve ötesi, o muhteşem, bilinmez ülke... Uzaklar sesleniyor, çağırıyor, som altın rengine, batan güneşin rengine bürünüyor ufuk, bir namlu dikkatle tarıyor uzakları, uzaklara açılan yolları, sanki unuttuğu bir sözcüğü arıyor, gez, göz, arpacık, buluyor orada, sonsuzda, çıplak, çorak toprakta, gün bitiyor, tam alnında, karanlık çöküyor bütün sahiciliğiyle, çepeçevre karanlık... Bir sözcük, bir adım, kader. Alın yazısı, dumandan bir yazı. Bir kadın yürüyor gecede, bir kadın, bir kadın daha gidiyor onun peşisıra ayak izlerinden, aynı gecede yürüyor, taşların arasında, kanın yalnızlığında, dikenli teller gibi birbirine dolanan görünmez yollarında yüreğin, tam oradan, yürekten sökülüp koparılmış bir sözcük adımlarıyla birleşiyor, bir kadın, bir kadın daha geçip gidiyor, acıların ve sonların ötesine, batmış bütün güneşlerin izinden, o bittiği yere özlemlerin...
Issız ve çorak topraklar, kimseye ait, isabet alıyor, taşlar, taşlar, kavrulmuş bir ağaç, yol yol kararan, yırtılan kâğıt, külden yağmuru sözcüklerin, bir duman cümlesi... Genç bir kadın geçip gidiyor günbatımının içinden, emin adımlarla yürüyor kendine doğru, toprak yarılırcasına açılıyor, özlemlerin bittiği yere, ismiyle çağırıyor onu, taştan ve külden, susmuş bir ülke, saçları kırmızıya boyanıyor. Paketler, paltolar, çocuklar için kışlık botlar. Gece derinleşiyor, yaralı bir sözcük, orman yangınında kalmış bir kaplumbağa gibi sığınıyor kendi kabuğuna, yakında, diyor Rilke, bir ağaç yetişiyor çığlığına, çıplak, kararmış dallarına uzatıyor –hayır, altından değil bu ağacın elmaları, kırmızı toprak ve alev ve özlem– yakın diyor, yürümelisin sadece, gökyüzünün sonu kadar, kaderin olan o ülke bir adımda gelir bulur seni de, kendi gözlerinde, bulur ve avuç avuç örter, yürüyoruz bizler de, adım adım, sözcüklerin yanmış kabuğundan bir tabut örüyoruz, belki bembeyaz yapraklanan bir dal uzanır ve taşıyıp bırakır bizi, özlemlerin bittiği yere... Yürüyoruz sadece, gün batarken ve doğarken, yürüyor ve suskun çıkıyoruz gecenin içinden. Adımlar, yollar, sözcükler ve ötesi, son, boş bir ülke.
Hayat denilen o ülkede, ölmüşler tomurcuklanıyor, taşlar çiçek açıyor.