Hiçbir kurgu, hukukî kurgudan daha kurgusal olamaz, zira doğruluk ve hatta evrensellik iddiasındadır. Hukuk, adalet anlayışı, toplumsal mutabakat, hepsi de Penelope’nin dokuduğu kumaş gibidir, durmaksızın dokunur, beri taraftan sökülür...
07 Mayıs 2015 15:00
Cemal Bâli Akal ve Yalçın Tosun tarafından derlenen Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar, editörler de dâhil olmak üzere toplam on iki yazarın on altı yazısından oluşuyor. Alt başlıklara ayırma ihtiyacı duyulmaksızın ve belli bir sırayı izliyor izlenimi vermeksizin tüm yazılar birbiri ardına sıralanmış. Ancak hepsi de edebiyat ve hukuk ilişkisine dair farklı bir bakış açısı ve yeni yaklaşımlar öneriyor. En temel anlamıyla hukuk deyince ilk anda akla gelen, adalet, vicdan, eşitlik, suç, ceza, sorumluluk gibi kavramlar, [iyi] edebiyatın da birincil meseleleri olduğundan çoğu yazıda varoluşa dair bu ana meseleler karşımıza çıkıyor. Edebiyatın konusu insana ilişkin bilgi olduğuna göre, Bâli’ye göre bu bilgiye sahip olunabilecek en iyi yer mahkeme salonlarıdır (s. 152).
Kitabın başlığında genel bir kavram olarak "edebiyat" kullanılmış. Buna istinaden birkaç yazı hukuk edebiyat ilişkisini soyut düzlemde tartışırken, belli örnekler üzerinden ilerleyen yazıların neredeyse hepsi roman türünden örneklere değiniyor. Elbette burada da şaşıracak bir şey yok. Milan Kundera’nın dediği gibi roman ‘dünya denen kafesteki’ insan hayatının keşfidir. Roman realiteyi incelemez, varoluşu inceler ve varoluş olan- bitenle ilgili değildir. Varoluş insani olasılıkların hepsidir. Bu yüzden, roman ‘sadece bir romanın söyleyebileceklerini’ söylemelidir. İnsanlık durumu hakkında hiçbir sosyolojik ya da politik tartışmanın söyleyemeyeceklerini söylemelidir. Sırf bu yüzden George Orwell’in 1984’ünün iyi bir roman olmadığını düşünür Kundera. Dönemi anlatan iyi bir inceleme olarak değerlendirilebilir, ama realitenin kopyası olduğu için iyi roman sayılamaz.
Edebiyat derken çoğunlukla romandan bahseden/ beslenen yazarlar, "hukuk" derken de çoğunlukla medeni hukuk ve ceza hukuku çerçevesinde yazmışlar. Birçok yazıda yargılama, mahkeme salonu, yargıç gibi figürler üzerinden sanatsal örnekler karşılaştırılıyor. İki alan insan ve toplum çerçevesinde kol kola girdikleri için bunda şaşılacak bir yan yok. Şirketler hukuku, birleşme-devralma, haciz gibi teknik hukukî meseleler insana dair varoluşsal konularda ne kadar fazla şey söyleyebilir emin değilim. Yine de sınırları esnek tutmalı, bilişim hukukunun 21. yüzyılda insani varoluşa dair söyleyecek bir dünya şeyi olduğunu kim yadsıyabilir?[1]
Akal’ın kitabın başındaki “Edebiyat ve Hukuk Dersini Kim İcat Etti?” başlıklı yazısında altını çizdiği gibi hukukilik ve sosyallik arasında sıkı bir bağ vardır. Yasalar ve mitoslar özdeşleşmiştir, her ikisinin de kaynağı toplumdur, ikisi de onu anlatır (s. 13- 14). Din için de aynı şeyi rahatlıkla tekrarlayabiliriz. Kutsal kitapların birer yasa kitabı olduğu aşikârdır, öte yandan bu kitaplar son derece edebi metinlerdir. Sosyallik ve toplumu anlamak bağlamında sosyal bilimcilerin bu iki tür bilgiye yaklaşımları da aralarındaki benzerliği ortaya koyabilir. Alternatif kaynakların olmadığı durumlarda bir toplumun yaşantısını ve temel özelliklerini anlamak için hukuk metinlerine bakmak yaygın bir yöntemdir. Durkheim’ın da altını çizdiği gibi sosyologlar belli bir toplumu incelemeye hukukî kurallardan başlayabilir. Toplum tipleri arasındaki farklılıklar böylece tespit edilebilir (s. 158). Aynı sebeple edebî eserler de sosyal bilimciler tarafından, toplumun aynası olma potansiyeli taşırlar. Özellikle olgusal hakikatin bastırılmaya çalışıldığı ve tarihin devlet kurumlarınca çarpıtılarak dayatıldığı toplumlarda edebiyat, iktidarın– çoğunluğun da işbirliğiyle– yaşananları unutturma, çarpıtma, bastırma çabalarına bir direniştir. Edebiyatçı bir sosyologdan ya da tarihçiden daha hakiki gözlemler ortaya koyabilir (s. 145, 177).
Behçet Çelik’in “Hukuk ve Edebiyatın Yakınlığı/ Uzaklığı” makalesinde belirttiği edebiyat ve hukuk arasındaki bariz farkları da ciddiye almalıyız elbette. Hukuk insanın neyi neden yaptığının değil, ne yaptığını ve bunun ne gibi sonuçlar doğurduğunu inceler. Edebiyat ise insanı yargılamak yerine anlamaya çalışır (s. 49). Holokost çerçevesinde yazılmış Hannah Arendt, Primo Levi, Theodor W. Adorno, Bernhard Schlink gibi filozofları ve yazarları tartışan makalelerin de temel sorunsalı olan anlamak, yüzleşmek, affetmek, yargılamak kavramları kitapta çokça karşımıza çıkıyor. Bir suçu anlamak, faili de anlamayı gerektirir. Faili anlamak ise onunla özdeşleşmek anlamına gelebilir. Peki anlamadan mahkûm etmeye hakkımız var mı?
Modern ceza hukuku bireyseldir ve fail sadece kendi fiilleri kapsamında yargılanır. Fiili işleyen faildir ve devlet kurnazca ortadan kaybolmuş gibidir. Hâlbuki devletin niyeti ve desteği, sistematik planlama ve devlet bürokrasisi olmasa soykırım da olmayacaktır.
Yalçın Tosun’un Truman Capote’nin meşhur romanı Soğukkanlılıkla hakkında yazdığı yazıda da benzer bir anlamak/ meşrulaştırmak ikilemi karşımıza çıkıyor. Gerçek bir cinayeti bir gazeteci gibi araştıran Capote neticede en iyi yüz roman listelerine girebilen bir edebiyat ürünü ortaya koymuştur.[2] Romancının gerçekle kurgu arasındaki sınırla flört ettiği eser, ceza hukukunun temel kavramlarını– kusur, suç, ihmal, yakalanma, tutuklanma, yargılanma, hüküm giyme, vb.– kullanır. Ancak Capote tarafsız bir tutum almaz. Cinayeti işleyenlerden Perry Smith’e bariz bir sempati beslediği ve suçluya ‘kazıyın, altından insan çıkar’ tarzı bir iyimserlikle yaklaştığı açıktır.
Cansu Muratoğlu’nun “Bernhard Schlink Işığında Anlamak, Anlatmak ve Yargılamak” makalesinde Holokost bağlamında altını çizdiği gibi suçu işleyenlerin gözü dönmüş caniler, insanlık dışı varlıklar olmadıklarını görmek gerekir (s. 165). Kitapta bu konuya değinen bir yazı bulunmuyor, ancak özellikle büyük katliamlar ve soykırım tartışılırken kullanılan patoloji dili (örneğin, ‘hasta herifler’, ‘psikopat katiller’ demek) aslında bilerek ya da bilmeyerek bir hafifletici neden yaratmakta, suçluların gerektiği gibi yargılanmasını da engellemektedir. ‘Soykırımın failleri de sizin benim gibi sıradan insanlardır’ bilgisi son derece rahatsız edici olduğu için kolay benimsenmez. Bu varsayım bizim de, bazı durumlarda, korkunç şeyler yapabileceğimizi kabul etmek demektir. Behçet Çelik’in altını çizdiği gibi, edebî yapıtlar nelerin insanı insanlıktan çıkardığını, karakterlerin nasıl aşındığını, farkında olmadan nasıl bir dünya görüşünü içselleştirmeye başladığımızı görmek isteyenlere kılavuzdur ve olacaktır (s. 56- 57).
Öte yandan, pogrom, toplu katliam, soykırım gibi halkın çoğunluğunun müdâhil olduğu şiddet eylemleri söz konusu olduğunda, suçun şahsiliği ve failleri tek tek yargılama prosedürü, devletin bir şekilde kendini görünmez kılmasını sağlar. Modern ceza hukuku bireyseldir ve fail sadece kendi fiilleri kapsamında yargılanır. Fiili işleyen faildir ve devlet kurnazca ortadan kaybolmuş gibidir. Hâlbuki devletin niyeti ve desteği, sistematik planlama ve devlet bürokrasisi olmasa soykırım da olmayacaktır (s. 166).
Kıvılcım Turanlı Yücel, “Edebiyatın İyi Kötü Tanıklığı” yazısında, yaygın insan hakları ihlallerinin yaşandığı durumlarda devletin, iktidarların tanık bırakmak istemediğinden ve tanığı itibarsızlaştırdığından söz ediyor. Travmatik durumlarda tanıklık o kadar zordur ki, ilk ifadeyle sonrakiler arasında fark olur. Tanığın kafa karışıklığı her yeni soruyla biraz daha artar, nihayetinde pek çok durumda tanık kendinden şüphe etmeye başlar. Tanık tereddüt ettikçe, yalan söylediği iddia edilir, üstüne gidilir (s. 146).
O yüzden, edebiyat tarihi açısından, travmanın boyutunu esas açık eden, anlatılanlar kadar anlatıl(a)mayanlardır. Türkiye’nin yakın geçmişte yaşadığı pek çok travmatik olayın ve hak ihlallerinin – Ermeni soykırımı, Dersim katliamı, Varlık Vergisi, 6- 7 Eylül, 12 Mart, Maraş- Çorum katliamları, 12 Eylül, Madımak, vb. - edebiyatta fazla yer almaması travmanın büyüklüğüyle ya da tanıklığın imkânsızlığıyla ilişkilendirilebilir. Hüseyin Günal’ın Primo Levi’den hareketle tartıştığı gibi insanlıktan çıkma durumlarında dilin sınırları yetersiz kalır. Kelimeler kifayetsizdir. Dilimiz bir insanın böylesine yok edilmesini anlatacak sözcüklerden yoksundur (s. 213).
Holokost’un hakikatine ihanet etmeyecek tek edebiyat türünün anılar/ tanıklık olduğunu öne sürenler vardır. ‘Mağdurların aziz hatırasına’ saygılı tek yazının anı olduğu iddia edilir (s. 169). Öte yandan, Schlink’in romanı Okuyucu’nun ana karakteri Michael’in de belirttiği gibi hayatta kalmayı başarmış olanların yazdıklarında her şeyi sıradanlaştıran bir uyuşmuşluk vardır (s. 179). Yaşamaya devam edebilmek için insanın duygularını, acılarını, gördüklerini bastırması, adeta sinir uçlarını uyuşturması gerekir. Adorno’nun insanı ürperten iddiası gibi, Auschwitz’den sağ kurtulmak için kişinin burjuva kayıtsızlığı kuşanmış olması gerekir (s. 171).
“Kurgu ve Hukuk” yazısında edebiyatı ‘gerçek olmamakla’ itham edenlere bir cevap veren Akal, özünde bütünüyle kavramlara dayanan hukukun kurgu nosyonuna ne kadar muhtaç olduğunu gözler önüne seriyor. Tüm soyutlama biçimleri, kavramsallaştırma çabasının bütünü aslında kurgudur. Dolayısıyla kurgular olmaksızın bilim yapılamaz. Bu felsefe için de böyledir, tarih için de, fizik için de. Hukuk bilimine bakacak olursak, ‘hukuki kişilik’ kavramı gibi, ‘egemenlik’ ve ‘ulus’ kavramları da birer kurgu, toplumsal olarak rıza gösterilen varsayımlardır. Akal’a göre hiçbir kurgu modern hukukumuzun tüm gücünü aldığı hukuki kurgudan daha kurgusal olamaz, zira doğruluk ve hatta evrensellik iddiasındadır (s. 77). Hukuk, adalet anlayışı, toplumsal mutabakat, hepsi de Penelope’nin dokuduğu kumaş gibidir, durmaksızın dokunur, beri taraftan sökülür...