Hüznengiz Bir Arabesk'in karakterlerinden Refik Çelebizade konunun özüne bir türlü gelemiyor. Bunun, İbrahim Yıldırım’ın roman anlayışında yapısal bir özellik olduğunu düşünüyorum...
29 Haziran 2017 13:50
İbrahim Yıldırım’ın roman karakterlerinin birbirleriyle yakın- uzak akrabalıkları var; onların bir kısmının da bence Hayri İrdal ile akrabalığı var. Refik Çelebizade biraz böyle bir akrabalığın içinde; Çelebizade ile “yakınlık kurmak isteyen” Hüseyin de daha uzaktan olsa gerek. Bu iki karakter Yıldırım’ın son romanı Hüznengiz Bir Arabesk’in1 “oyuncu”ları!
Aslında bu iki karakter birbirinin karşıtıymış gibidir önce. Birincisi yazılı kültürün temsilcisi, ikincisi sözlü kültürün. İlki evinde de, misafirlikte de ayakkabılarını çıkartmayan, hatta bu yüzden kız istemeye gidemeyen ve evlenemeyen, ötekiyse bir bakıma sokakların çocuğu. Refik kitabını yazarken, Hüseyin sokaklarda hikâye anlatıyor; bu yüzden dayak yiyor, o başka. Ancak her ikisi de bir gelenekçi. Hüseyin, bayrağı Refik’in bıraktığı yerden alıyor, onun yarım kalmış romanını tamamlamaya çalışıyor.
Arada epeyce yaş farkı var. Hüseyin daha küçük ama romanın anlatı zamanında (günümüz) da atmışlarında. Hüseyin yıllar önce Refik ağbisini tâkip etmiş, izlemiş, ayrıksı –ancak kibar– kişiliğini saptamış, sonunda dostluğunu, arkadaşlığını kabul ettirmiş. Dolayısıyla ikisi de “edebiyatçı”, biri sözlü, biri yazılı da olsa; ikisi de öteki, ikisi de nevi şahsına münhasır! Başka akrabalıklar da kurulabilir.
Roman “İki Uzun Öfke” altbaşlığını taşıyor. İki metin de günlük biçimde kaleme alınmış; biri Refik’in romanı, öteki, üstadın başına gelenlerden sonra onun kaldığı yerden devam ya da Hüseyin’in romanı. Bunlar bilgisayarda yazılıp kısa da olsa karşımıza anlatıcı olarak çıkan “yazar”a ulaştırılıyor; bu kez e-postayla. Bu anlatıcı yazar da bazen araya girerek, söz konusu olan öfkeli metinleri bize aktarıyor! Yıldırım’ın öteki romanlarında gördüğümüz biçimsel özelliklerinden biri. Öyla ya, şu veya bu biçimde okura birisinin anlatması, aktarması gerek.
Yıldırım’ın romanları, hikâyeleri, bunu denemeleri için de söyleyebilirim, sözcük sayısı açısından zengindir. Doğrusu tek tek saymadım ama özellikle Hüznengiz Bir Arabesk’te bu düşünce iyice pekişti. Zâten öteki romanlarında da okuduğumuz, özellikle de Refik Çelebizade’nin ağzından (anlatımından) bizim şu ünlü “dil meselesi”ni de az çok ele alır. Aslında zengin bir dağarcığımızın olduğunu düşünüyorum ama görünürde böyle değilmiş gibi. Özellikle Farsça’dan, Arapça’dan gelen sözcükleri hasıraltı yapmak yâni. Aşk sözcüğünün karşılığı niye sevdâ olsun, aşk varken. Sevdâ da kullanılır, o ayrı. Sesletmeye- yazılıma uygunsa (girmişse, dönüşmüşse) bence sorun yok. Ama rüya’ya düş, hayâl’e de düş dersek, olmuyor işte. (Ayrıca bir de “düş” var.)
Neyse, Çelebizade’ninki de benzer bir sorun. Bir de “yeni çıkan” yabancı sözcükleri olduğu gibi yazıp, o dilde sesletmek! Yıllarca, bir yayınevinde özenle, disiplinle, özveriyle çalışmış, sonra emekli olmuş, olmak zorunda kalmış. Yaşadığı günlerin inişli çıkışlı, kavgalı dövüşlü, anlamlı anlamsız oluşundan dolayı da kitabının başına oturmuş. Eylemi ve de geçmişi, ister istemez bilgiçlik taslayan yâni malumatfuruş “anlatıcı”yı (karakter) ortaya çıkartıyor. Bu da Yıldırım’ın bile isteye seçtiği bir tarz. Bu bağlamda “yaratım” sözcüğünü de eklemeliyim.
Buradan şu noktaya geliyoruz: dil- mekân. Hayri İrdal romanın büyük bölümünde surların içinde dolaşıyordu, oradaki yaşamı anlatıyordu geçmişiyle birlikte. İbrahim’in karakterleri de çoğunluk sur içidir. Dışı da vardır, Taksim, Nişantaşı ama bu roman sur içi; odak noktası da bugünkü Aksaray, sonra Lâleli. Yaşanılan, nesnel gerçeklikteki sosyolojik durumun romanda eleştirel ele alınışı. Bir sorunsallık olarak ele alınış ki İstanbul’un sorunsallığı. Ne var ki, öteki metinlerde olduğu gibi bu romanda da son derece eğlenceli anlatılıyor. Onlarca milletten yurttaşın toplanması meselesi, Yıldırım’ı Bâbil Kulesi metaforuna götürüyor. Konuşulan dillerin Aksaray havasını nasıl etkilediğini bir düşünün! Ardından mafyoz ilişkiler. En öne çıkanı da kiracıyı evinden edip, fuhuş oteli, evi olarak çalıştırmak!
Unutulmuş bir İstanbul beyefendisi olan Refik Çelebizade de bu meseleye tostlayacak; sözcüklerini pek anlayamadığı iri kıyım tipler, onu evinden dışarı atmak isteyecek ama o yılmayacak, her şeye karşın mücadele edecek. Bunun için de tüm önlemlerini alacak. Alır da. Öncelikle, bir süre yetecek erzak alır, kedisini de unutmaz tabiî ki! Seksenindeki bu korkusuz redaktör, yazar adayı kapıyı sağlamlaştırmak için de gerekli malzemeyi unutmamıştır. Ev âdeta, onun izinden giderek söylersek “vatan yahut Silitre” gibi bir istihkâm hâline getirilmiştir. Hüseyin, ne kadar kendisine taşınması konusunda ısrar etmiş olsa da mevzisini kanının son damlasına kadar savunacak, evinden asla çıkmayacaktır! Kuşkusuz Hüseyin’in hâl ve davranışlarının çoğunun Refik’in zevzeklik olarak tanımladığını da belirtelim! Dolayısıyla başına gelenleri yazıp şu, romanın bir başında bir arasında görünen “anlatıcı” olan yazar’a gönderecektir. Ama gününü yazarken, ayrıntılarla örecek örecek, anılara inecek inecek; âdeta Proust...
Bir başka özellik de, nasıl desek, Çelebizade hoş sohbet yazıyor ama ayrıntılara girdikçe giriyor, oradan bir türlü çıkamıyor, çıkmıyor; yâni yayıldıkça yayılıyor. Konunun özüne, eskiden denildiği gibi sadede bir türlü gelemiyor. Aslında gelmiyor! Ne var ki, bunun bir biçem özelliğinden çok, artık bugün, Yıldırım’ın roman anlayışında yapısal bir özellik olduğunu düşünüyorum. Hem de olmazsa olmazı. Bu yana yana doğru gitme serüveninde metin de iyice oyunbaz bir hâl alıyor. Öteki romanlarında da görürsünüz ama her romanın kendi oyunbazlığı vardır doğrusu.
Hayri İrdal ile kurulan akrabalık öncelikle hiciv. Berna Moran Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile ilgili makelesinde “hiciv yöntemi”ni şöyle açıklıyor: “Hiciv, gerçekte olan durumla, olması gereken durum arasındaki farkı belirtmek için yapıldığından, bu yöntemi seçen yazarlar, içinde yaşadığımız toplumun alıştığımız, kanıksadığımız bozuk ve kötü yanlarını bize taze bir bakışla sunmak, bizde bunları sanki ilk kez görüyormuşuz duygusunu uyandırmak isterler.”2
Yıldırım da romanlarında kendi sesiyle, kendi metniyle bunu yapıyor. Onun romanları biraz hoplamalı zıplamalı, bu özellik de metne başka bir okuma hazzı katıyor. Hüznengiz Bir Arabesk dediğimiz gibi Aksaray odaklı; ordan genişleyen daha büyük bir semt haritasının bugünkü durumu! Dil ve ırk açısından Bâbil Kulesi gibi. Yirmi yıl öncesine göre, otuz yıl öncesine göre “şimdi”yi anlamak pek olanaklı değil. Ancak bu odaklanma, genelden ne kadar uzak; dolayısıyla İstanbul’dan. Sanki pek değil! Kuşkusuz roman adının imlediği anlam katlarının peşinden de gidebiliriz.
Berna Moran aynı yazıda Northrope Frye’ın hiciv tanımı olan “militan mizah”ın dolayısıyla hicvin bir “saldıraya geçiş” olduğunun altını da çiziyor.3 Bunu da Yıldırım’ın romanlarında görürüz. İronik olan –ya da tersinden bakalım–, Refik Çelebizade’nin daha çok da Hüseyin’in ha bire saldıraya uğraması. Roman içerik olarak değerlerin, anlayışların, semt kültürünün, toplumun, şehrin, dilin vb.nin yitişini –eleştirel olarak– ele alıp hicveder. Kuşkusuz Moran başka bir şeyin altını çiziyor ama ben de onu başka bir düzleme çekiyorum. Yıdırım’ın karakterleri de “militan”dır! Çelebizade, kendi düşüncesinin, haklılığının militanı olmuştur, seksenlerinde de olsa; altmışlarındaki Hüseyin de öyle. Dokuzuncu Haşmet’te4 de benzer bir durumla karşılaşmıştık.
“İki Uzun Öfke” yalnızca Aksaray’ın, Lâleli’nin yeni demografik özelliğini içermiyor kuşkusuz; bir cinâyet meselesi var ki öykü için önemli, benzer şekilde her iki karakterin “yaşanmamış” aşkları da. Birbirinden farklı bu iki tema, olay örgüsüyle sarmaş dolaş bir leitmotif olarak karşımıza çıkıyor. Her iki karakterin anılarındaki aşk ki bir türlü unutulmamıştır, alışık öykülerin dışında, yine onlara özgüdür.
Son’a gelince yâni son’dan söz ederken kuşkusuz okuma eylemini “şimdilik” önceden belirleyen olmamalıyız 5, yerleşik olan bu; ben de yerleşik olandan yola çıkarak son’a kısaca değineyim. Burada iki son varmış gibi; iki öfke ya. Ne var ki, ister istemez metnin bir tek sonu oluyor. Yine de iki “final” diyebiliriz. Refik ile Hüseyin’in sonları (bir de kedi!), aslında çok farklı görünse de sanki benziyor: Yaşanması olanaksız bir evde, sokakta, mahallede, semtte, şehirde, ülkede, bireyin, kendisini en yüksek düzeyde gerçekleştirerek “özgürlük”üne kavuşması.
Kendini en yüksek düzeyde gerçekleştirme, kuşkusuz her bireyin yaşadığı ortama, kültüre göre olacak; benzer şekilde gerçekleştirme biçimi de. Ancak kendini, şu veya bu şekilde –üstelik tüm olumsuz koşullara karşın– en yüksek düzeyde gerçekleştiriyorsa, o zaman birey, gerçek anlamda özgürdür... Ne var ki, bazen büyük bir cesâret ve kararlılık ister. Refik ile Hüseyin’de de bu cesâret ve kararlılık epeyce var.