İkinci Cinsiyet devrimi

"Çoğu büyük yapıt gibi Beauvoir’ın yapıtı da hak ettiği asıl kavrayışa ulaşamadı, yalnız kaldı, Batı’da daha hızlı, dünyanın çeperlerinde fazlasıyla yavaş yol aldı."

12 Mart 2020 18:00

20. yüzyılın tam ortasında bir kitap çıktı ve çok temel, çok eski bir kavramı kökünden değiştirdi. Adı İkinci Cinsiyet, yazarı Simone de Beauvoir olan bu kitap sonraları insanlığın cinsiyet boyutundaki devrimin “kutsal kitabı” olarak anılacaktı[1]. Beauvoir bu çalışmasında o zamana değin “doğal” kabul edilen kadınlık ve erkeklik olgusunu “doğal” değil, toplumsal bir olgu olarak yeni baştan kavramlaştırıyordu. Cinsiyet gerçekliğinin bu yeni kavranışına göre “doğal” olan yalnızca bedendir. Kadınlık ve erkeklik dediğimiz ise, toplumların tarih boyunca duruma göre biçimlendirdiği hiyerarşik cinsiyetler...

Dünya ortak kültürünün çoğu başyapıtı gibi İkinci Cinsiyet’in başına da İngilizcesi ve Türkçesi dahil ilk çevirilerinde bazı talihsizlikler gelmiş. Şimdi elimizde kitabın, adı dahil bütününün Gülnur Acar Savran’a borçlu olduğumuz yeni ve sağlam bir Türkçesi var. Gerçi kitapta çevirmenin adını bulmak için hayli çaba harcamak gerekiyor. Yayınevinin, bu her açıdan ağırlıklı yapıtı Türkçeye taşıyan kişinin temsil hakkını asgari ölçülerde bile yerine getirmemiş olmasını anlamak mümkün değil. Üstelik çevirmen, Türkiye’nin önde gelen düşünür ve yazarlarından biriyken.[2]

Kadın mücadelelerinde düşünsel düzlemdeki ilk büyük çıkışın İkinci Cinsiyet olmadığını biliyoruz. Beauvoir da kitabının ilk cildindeki “Tarih” bölümünde, gelmiş geçmiş yazı ya da tavır sahibi kadınlara yer veriyor, o arada Fransızcanın Christine de Pisan (1364-1430), Marguerite de Navarre (1492-1549)[3] ve Louise Labé (1524-1566) gibi önde gelen şairlerini, Emma Goldman (1869-1940) gibi Fransız olmayan yazar ve öncüleri de anıyor. Zihnim, Beauvoir’ın giyotinle idam edilmiş öncü yazar Olympe de Gouges’dan (1748-1793) söz etmeyişini biraz da İkinci Cinsiyet’in İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından yazılmış olmasıyla ilişkilendiriyor: Ne de olsa bilinçdışımız belleğin o tazeliğinde eski korkunçlukları ayıklamayı seçebilmektedir. Her durumda diyebiliriz ki dolaylı ve dolaysız yaratılarıyla cinsiyet devrimini hazırlamış sayısız tarihsel çıkış söz konusu.

Gülnur Acar Savran, Beauvoir’ın kitabın hem yazılış sürecinde hem de yayımlanmasının ardından bir tür yalnızlık içinde olduğuna değiniyor:[4] Yazar ile çevirmeni arasında bir ortak yön daha! Çünkü Savran’da da rastlarız aynı yalnızlığa: 2004’te yayımlanan Beden Emek Tarih: Diyalektik Bir Feminizm İçin adlı kitabının “Teşekkür” sayfasında, “... bu kitabın ana yazıları yoğun bir yalnızlık içinde kaleme alındı” der Savran. Peki ama, 20. yy gibi bir uçtan bir uca devrimlerin katettiği bir çağda cinsiyet devriminin zihni neden o kadar yalnızdır? Üstelik, İkinci Cinsiyet daha ilk çıkışından itibaren (1949) çoksatar olduğu halde?

İkinci Cinsiyet’in çağdaşı olan ve daha sonraki –bu satırların yazarı dahil– dizi dizi muhalif kimseler ve akımlar, bu yeni kuramın devrimselliğini uzun süre kabul etmediler. Reel sosyalist akımlara göre feminizm[5], sınıfı ve sosyalist güçleri kadın-erkek diye bölmeye yarardı. Gerçekte İkinci Cinsiyet sosyalizme yekten muhalefet etmez. Ancak, odak noktasında sınıf değil, cinsiyet meselesi vardı ve bu nitelik bile o zamanki sosyalistleri uzak tutmaya yetiyordu.

Üstelik, “cinsiyet” kavramının anlam alanındaki ‘cinsel hayat’ kısmı da Beauvoir’ın kitapta  hiç çekinmeden uzun uzadıya ele aldığı bir konudur, hani şu, özellikle bizimki gibi toplumlarda yanına kolay yanaşılamayacak, nerdeyse poşet içinde saklanacak yayınlara özgü konulardan...

Dolayısıyla çoğu büyük yapıt gibi Beauvoir’ın yapıtı da hak ettiği asıl kavrayışa ulaşamadı, yalnız kaldı, Batı’da daha hızlı, dünyanın çeperlerinde fazlasıyla yavaş yol aldı. Yaygınlaştıkça da, magazinelleşti(rildi) ve gündelik hayatın serbest aşk uygulamaları civarında anlaşıldı. O çerçevede, 1960’ların ve 68’in devrimsel etki alanından kaynaklanıyor gibi görünen “cinsel devrim” sözü ve onun etrafında oluşan bütün bir şamatanın asıl cinsiyet devrimini dikkatlerden uzaklaştırmaya ya da dikkatleri asıl devrime çevrilmekten alıkoyan bir yanı vardı.

Beauvoir ve daha başka feministlerin hem yazdıklarında hem de kendi hayatlarında böyle bir “serbest aşk” boyutu yok değildir. Ancak bu, hem magazinelleştirilen biçimdeki ve içerikteki bir boyut değildir, hem de İkinci Cinsiyet’in asıl devrimselliği, var olan toplumların temellerini sarsan bütünsel çözümlemeler ortaya koymasından kaynaklanır: Bu çalışmayla tarihte ilk kez olmak üzere, “doğal” ya da biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet aynı şey gibi görülmekten kurtulmaya başlamıştır. Beauvoir cinsiyet alanını gündelik hayatlarımız kadar, kültür ve edebiyat dahil toplumun hemen tüm boyutlarındaki etkileri ve yansımalarıyla eleştirel bir okumadan geçirmiştir. Ortaya serdiği, toplumsal cinsiyetin işleyişindeki hegemonik ayrımcılık olgusudur. Kendisinin bir ad vermeyip kadınlığa “ikinci cinsiyet” demekle yetindiği bu ayrımcılık türüne bugün, 1960 ve 70’lerde kullanılmaya başlanan adıyla “cinsiyetçilik” diyoruz. Cinsiyetçilik, yani var olan cinsiyetlerden birine üstünlük tanıyıp diğer(ler)ine madunluk dayatan zihniyet ve sistem. Cinsiyet devrimi, kökleşmiş ayrımcılığı söküp atmaya çalışan devrim: Nesnel durum ile bilinç arasındaki mesafeyi cinsiyet açısından görmeye, göstermeye ve çözüm üretmeye çalışan hareketlilik.

Beauvoir 1986’da, 78 yaşında öldü. Feminizmle ilgili önyargılarımızın yıkılmaya başlaması için, önce –1970’lerin sonlarına doğru– reel sosyalizmin ideallerimize o kadar da yakın olmadığını anlamaya başlamamız, 1980’lerin sonlarından itibaren de feminist hareketin kendini bizzat ve yeniden ortaya koyması gerekti.

İkinci Cinsiyet’in ikinci cildi, tıpkı Fransızca aslındaki gibi canım Kierkegaard’ın bir sözüyle başlıyor: “... kadın olmanın en büyük talihsizliği, bunun bir talihsizlik olduğunu anlamamaktır”. Bu sözün üzerinde durmamak olmaz. Talihsizliğimiz belli: Madunlardan olmak. Bu, mevcut nesnel durumumuz. “Anlamamak” sözü ise öznel durumumuza işaret ediyor: Öznel durumumuz, özne olamamakla, kadınlık durumunu kaynaklandığı temellerden itibaren adını koyup bilince çıkarmamakla ilgili. Bu noktayı özellikle vurguluyorum, çünkü sözgelimi “kadın yazar / kadın şair” gibi kavramların kullanılmasına karşı çıkan erkek ve kadınların, bu ‘nesnel durum / öznel durum’ farkını dikkate almadan konuştukları kanısındayım. Çok rastlanan mantık şöyle: “Kadınla erkek eşittir, dolayısıyla kadın-erkek diye ayırmamak gerekir. ‘Erkek yazar’ demediğimiz gibi, ‘kadın yazar’ dememiz de gerekmez. Böyle dememiz kadınları daha aşağı bir kategoriye sokuyor...” Kadın-erkek diye ayıran, feministler değil, Beauvoir’ın ince ince anlattığı toplumsal işleyişin gerçeği. Gerçeği bilince çıkarmak ya da çıkarmamak, işte bütün mesele!

İkinci Cinsiyet’i, söylemesi ayıp, 1970’li yıllarda Fransızcasından “okumuştum”. Buradaki tırnak işaretini, bazı okumaların yetmezliklerle ve önyargılarla yaralı olduğunu belirtmek için kullanıyorum. Reel solun bir mensubu olarak ben de feminizmle ancak 1980’lerin sonlarında barıştım. O yıllara kadar feminizmi burjuva ideolojilerinden biri olarak görenlerdendim. Bu önyargıya göre, “kadın sorunu” diye bir sorun vardı ama, söz konusu sorun, kadın-erkek eşitliği, kreş hakları vb. özgül haklar için verilen mücadelenin konusuydu. Beauvoir’ın yapıtını benim bu “okuyuşum” gibi ikna olmamak kararlılığıyla, yarım kulak okumuş olanlar, hatta hâlâ öyle okuyan ya da okumamayı seçenler hiç az değil tabii.

Feministlerden çok şey öğrendik. Ancak aynı süreçte, kulaktan dolma –klişeleşmiş– olana da az maruz kalmadık. Kişisel olarak, ne zaman “erkek egemen”, “kadın duyarlığı” ve benzeri klişelere rastlasam, neredeyse içgüdüsel bir sıçramayla kaçmak istiyorum oradan. İkinci Cinsiyet’in yeni çevirisini bir de bunun için kutluyorum, kaçacaklara gardiyansız kapılar açtığı için.


[1] Bkz. ünlü feminist yazar Benoîte Groult’nun (1920-2016) İkinci Cinsiyet’in 1990 tarihli Fransızca basımına (Edition Gallimard) yazdığı önsöz.

[2] İkinci Cinsiyet’in felsefi önemini ve yerini ortaya koyan uzunca Önsöz’ün yazarı Zeynep Direk’in adı da hiç değilse İçindekiler bölümünde ya da Önsöz başlığının altında belirtilmeliydi. Umarım bütün bunlar ikinci baskıda hakkıyla düzeltilir.

[3] Popüler sinema yüzünden bizim buralarda daha çok kraliçeliğiyle, “Kraliçe Margo” adıyla bilinen şair.

[4] Bkz. Yeşim Dinçer’in söyleşisi. Ve bu söyleşide sözü edilen diğer söyleşi...

[5] Gerçi Beauvoir’ın kendisi “feminizm” kavramını kitabın yayımlanmasından sonra (1972’de) üstlenmiş ama, kavram 19. yüzyılın ortalarından beri kullanımdaydı.

 

EDİTÖRÜN NOTU

 

Koç Üniversitesi Yayınları, İkinci Cinsiyet’in ilk baskısıyla birlikte, “ilk baskıda editoryal süreçte yaşanan bir karışıklık nedeniyle kitaba dahil edilemeyen” ve ikinci baskıda kitapta yer alacağı belirtilen “çevirenin notu”nu da K24’e gönderdi. Kendilerine teşekkür ederek metni yayınlıyoruz.

 Çevirenin notu ve teşekkür

Le deuxième sexe’i Türkiyeli feministler bugüne dek hep İkinci Cins olarak andı. [Kitabın bundan önceki çevirisinde adı Kadın’dı. (Çev. Bertan Onaran, Payel Yay., 1970.)] Oysa Türkçe’de “genre/gender” kavramının karşılığı olarak toplumsal cinsiyet, “sexe/sex” kavramının karşılığı olarak ise cinsiyet sözcükleri yerleşmiş durumda. Cinsiyet toplumsal – cinsiyet tartışmalarında bu kavram ikiliğini reddeden ve toplumsal cinsiyet kavramına ihtiyacımız olmadığını savunan feministler de var: Bu feministlerin bir bölümü cinsiyetin de toplumsal olarak inşa edildiğini, dolayısıyla ayrı bir toplumsal cinsiyet kavramına ihtiyacımız olmadığını ileri sürüyor (örneğin Monique Wittig, Stevi Jackson, Linda Nicholson); diğer uçta ise toplumsal cinsiyetin salt baskı ve hiyerarşiyi imleyen bir kavram olduğunu, oysa kadınlığın (cinsiyetin) gelecek perspektifi açısından çeşitli potansiyellerinin olduğunu savunanlar yer alıyor (örneğin Rosi Braidotti). Radikal bir toplumsal inşa kuramını benimseyen ama bu kavram ikiliğinden bir çırpıda kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyenler de var (örneğin Christine Delphy): Yapılması gereken toplumsal cinsiyetin imlediği kavramsal alana sahip çıkıp cinsiyetin kuruluş sürecini açıklayarak geleneksel anlamını sarsmaya çalışmaktır.

Kitabı bu tartışmalardan önce yazan Simone de Beauvoir için ise “sexe” doğal olanla toplumsal olanın diyalektik birliğini ifade eder: Zaten Le deuxième sexe’de anlatılan da bu birliğin tarihsel olarak oluşma sürecidir.

Böyle olunca, uzun tereddütlerden sonra cinsiyet kavramını tutarlı biçimde kullanmak adına kitabı alışageldiğimiz şekilde değil de İkinci Cinsiyet olarak çevirmeyi seçtim.

Şiirlerin çevirisi için Erhan Acar’a ve tüm yardımları için Nesrin Demiryontan’a, ayrıca çevirinin son haline gelmesinde büyük emeği geçen editörüm Emine Sarıkartal’a teşekkür ederim.

Gülnur Acar Savran