Okan Urun ve Zinnure Türe'nin oyunculuklarıyla, Onur Karaoğlu'nun yazıp yönettiği Işık Teorisi, günümüz gerçekliğini bir kazıya ve anıya dönüştürürken, gitmek ve kalmak üzerine çok da kolay olmayan sorular soruyor...
08 Mart 2018 13:35
Bu yazıyı okumaya başlamadan, gözlerinizi kapatıp telefonunuza ya da bilgisayarınıza gömülmeden önce gördüğünüz son ânı hatırlamanızı isteyeceğim. Gözünüzü kapatın ve evinizdeki, iş yerinizdeki ya da yazıyı her nerede okuyorsanız orada gördüğünüz son şeyi gözünüzün önüne getirin. Birlikte yaşadığınız insan ya da hayvan, evinizdeki eşyalar, karşınızda oturan iş arkadaşınız ya da oturduğunuz kafenin dekoru gözünüzde canlanıyor mu? Sık sık gözünüzün önünde olan o mekân, nesne ya da kişi bilincinizde nasıl bir yer işgal etmiş? Bu yazıyı okumaya başlamadan önceki o son ânı hatırlıyor musunuz? Ya da daha temel bir soru sorarsak, o son gördüğünüz anda çevrenizdeki nesnelerin ya da canlıların, yani çevrenizdeki bilginin ne kadarını algıladınız?
Biz küçük bir algı gücüne sahipken etrafımızda sonsuz bilgi dolaşıp duruyor. Sınırlı bir gerçekliği anlıyoruz; çünkü beynimiz dünyayı daha büyük ölçekte anlayacak kadar gelişmeye yeni yeni başladı.
Onur Karaoğlu'nun yazıp yönettiği Işık Teorisi bu soruları sorarak başlıyor. Yüzlerce yıllık zaman dilimi içinde İstanbul'u merkeze alarak ilerleyen oyun nesnelerin, kişilerin ve anların üzerinden unuttuklarımızın, hatırlamaya çalıştıklarımızın, geçmişimizin ve bugünümüzün arkeolojik kazısını gerçekleştiriyor.
Işık Teorisi, Black Mirrorvari bir atmosferde açılıyor. Günümüzden yaklaşık 400 yıl sonrasında Feraye (Zinnure Türe) adında bir arkeolog “Işık Bilgisi Teorisi” ismindeki yeni teknolojiyi kullanarak günümüzün kalıntılarını görüntülemeyi nasıl başardıklarını anlatıyor. Evrendeki her madde ışık ve renk bilgisini saklama kapasitesine sahiptir. Maddenin sahip olduğu son ışık bilgisini, bir fotoğraf gibi önümüze getiren cihaz 2019 yılında Paris'e gitmeyi planlayan Kaan'dan kalan bir bavulun ışık aldığı son anda gördüklerini bize göstermeyi vadediyor. İstanbul 2019 yılında büyük bir yıkıma uğramış, neredeyse yok olmuştur. Aslında izlediğimiz oyun, İstanbul'un 2019 yılında karşılaşacağı büyük yıkımdan kalan son birkaç görüntüye ulaşmaya çalışan arkeologların kazısının bir parçasıdır.
Kaan (Okan Urun) bize hem kendi hikâyesini, hem de İstanbul'da yaşamış ve sonra oradan gitmek zorunda kalmış iki kişinin hikâyesini anlatır. 1453'te İstanbul'dan kaçan Anna ve Suriye'den kaçıp 2013 yılında İstanbul'a gelen Feraye. Üçü de gitmek üzeredir, araftadır. Işık Teorisi bugün neredeyse hepimizin aklında dolaşan gitme, terk etme fikrinin derinlerine iniyor. Gitmenin, gitmek zorunda olmanın, gitmeyi tercih etmenin ya da etmemenin, yanına alacaklarına karar vermenin, geride bırakılanlarla cebelleşmenin halet-i ruhiyesini dinliyoruz Kaan’dan. “Unuttuğum bir şey var mı”, sorusunun cevabını arıyoruz.
Anna 1453’e kadar bugünkü Laleli'de bir evde yaşamaktadır. Farklı dillerdeki kitapları arasında geçirdiği İstanbul yaşamına son verip Floransa'ya doğru bir gemiyle yola çıkar. Kaçarken de yanına hangi kitaplarını alacağını düşünür. Birkaç bavula İstanbul’daki hayatının ne kadarını sığdırabilir? Çok sevdiği yatağını yanında götürebilir mi mesela,ya da yatağına düşen güneşi? Feraye ise Rakka'dan yola çıkıp İstanbul'a gelmiştir. Doğup büyüdüğü şehrin yıkılırken ardında bırakıp yeni bir yaşama başlamıştır. Kaan da Anna ve Feraye'yle birlikte kendi gidiş sürecini anlatır. Tiyatrocudur, her bağımsız tiyatrocunun yaşadığı maddi ve manevi sorunları yaşar. Daha önce üniversite eğitimi aldığı Paris'e gitmek üzere hazırlıklarını yapmaktadır. Yaşadığı aşkların, dolaştığı sokakların, umutlu olduğu tek günün, daha önce gidenlerin ve burada kalanların muhasebesini yapar oyun boyunca.
İlk başta karmaşık gelen bu yapı Kaan karakterini oynayan Okan Urun'un oyunculuğu ve hikâyeleri ince noktalardan birbirine sımsıkı işleyen Karaoğlu'nun metniyle takip etmesi kolay bir anlatıya dönüşüyor. Bir karakterin düşüncesi, hissi ya da hareketi başka bir karaktere bağlanıyor, Anna'nın, Feraye'nin ve Kaan'ın hikâyesi iç içe geçiyor. Farklı gitme saikleri, yüzlerce yıllık tarih içinde kesişen düşünceler art arda hikâyeler şeklinde birleşip karşımıza geliyor. Takip etmesi kolay dedim, ancak anlatılanlar hiç de kolay değil. Yüzlerce yıllık zaman dilimine yayılan insanlar ve onların kişisel hikâyeleri yaşadığımız coğrafyayla olan etkileşimimizin ne kadar derin köklere sahip olduğunu yüzümüze çarpıyor.
Işık Teorisi, evet bir yandan çarpıcı bir oyun. Anna'nın yola çıkarken hangi kitapları seçeceğini, Feraye'nin şehrinden ayrılırken yanına alamadığı fotoğrafları, Kaan'ın geride bıraktığı ailesinden kurtulmuş olmayı dilemesini dinlemek o kadar kolay değil. Ancak Karaoğlu'nun metni usul usul akan bir metin. Büyük laflar etmiyor, karakterlerine hazır kimlikler yapıştırmıyor ve en kıymetlisi de gündelik jestler ve düşünceler üzerinden izleyiciye gitmenin, gitmek zorunda kalmanın ağır travmasını yüklüyor. Aynı zamanda ışık ve ses tasarımı da izleyiciyi oyuncunun içine hapsediyor.
Işık Teorisi arkeoloğun kalıntıyı bulma sürecini anlattığı prolog, Kaan'ın anlattığı hikâyeler ve sonrasında yine arkeoloğun kazı sonuçlarını anlattığı epilog bölümlerinden oluşuyor. İlk bölümden sonra başlayan hikâyede bir yandan Kaan'ı izlerken bir yandan da saydam ve düzenli olarak karakterlere referans veren fotoğrafların yansıtıldığı perdenin arkasında arkeoloğu, daha doğrusu onun kazı sürecini izliyoruz. Kaan'a göre daha mekanik bir oyunculuğu olan arkeolog aslında Kaan'ın hikâyesini kazımakta, onun yapmış olabileceği hareketleri hayal etmeye çalışmaktadır. Hikâyeye kendini kaptırıp Kaan'a odaklanan izleyici arada bir gözü kayıp da arkeoloğu gördüğünde tüm anlatının en can vurucu yerini fark ediyor. Kaan günümüzde (aslında tam tarihe göre günümüzden de birkaç ay ileride) yaşayan bir karakter olsa da aslında onun ölümünden sonrasını izliyoruz. Günümüz gerçekliği bir kazıya ve anıya dönüşüyor. Arkeoloji sözlük tanımıyla eskinin, eskide kalanın bilimini yapmak demekse, Işık Teorisi geleceği gömerek bir anlatı kuruyor.
Onur Karaoğlu şu âna kadar Mark Raso, Ali ile Ramazan ve Minority Stress gibi performans ve tiyatro arasında salınan işlerinde içinde bulunduğu dünya ile onun üzerinden yarattığı dünyalarla bir anlatı ördü. Karaoğlu'nun çalışmaları incelikli akan metinleriyle, ambiyansıyla ve izleyiciyle kurduğu etkileşimin gücüyle öne çıkıyor.
Işık Teorisi'nden baktığımızda Karaoğlu'nu tanımlayan en net görüntü kuşağını anlatan bir yazar olması. Kaan karakteri bir yandan sadece Kurtuluş'ta yaşayan ve Paris'e yerleşmeye çalışan bir tiyatrocu. Ancak Kaan asıl olarak, ülkesiyle bağları kuvvetli ancak gitmeye bir adım uzaklıktaki günümüz queer toplumunun hikâyesini anlatıyor. Işık Teorisi Bilgisi, bundan 400 yıl sonra bir arkeoloğun eline geçtiğinde elde edeceği görüntü bizim hikâyemizin parçalarını oluşturacak.
Arkeolog, oyunun başındaki anlatısında sınırlı bir gerçekliği anladığımızı, etrafımızda bizim görebildiğimizden çok daha fazlası olduğunu, yani gerçeklik deneyimimizin biyolojimizle sınırlı olduğunu vurgular. Ve sorar, burada sıkışıp kalmak zorunda mıyız?
Işık Teorisi Anna'nın, Feraye'nin ve Kaan'ın düşüncelerini, hareketlerini, hikâyelerini, benliklerini sıkışıp kaldığı zaman diliminden çıkarıp yeni bir fotoğraf oluşturuyor. Oyunun sonuna sakladığı umut da bütün bu hercümerç içinde bizi kendimize getiriyor.