Hangisi olursa olsun, sizin kitaplarınızı okuyup bitirdiğim zaman bir roman veya öykü kitabı okuyup bitirmişim duygusu yaşıyorum. Arkeoloji bilimi edebiyatla nasıl oluyor da örtüşebiliyor?
İnsan en azından dili kullanmaya başladığı andan itibaren bir anlatının içine düşmüştür. Fizik dünya ve arkeolojinin ilgi alanına giren maddi kültür kalıntıları da bu dilsellikten azade değildir. Onlar da dilden ibaret bu anlam örgüsünün bir yan ürünü olarak ortaya çıkan iktidar etrafında ve onun gramerine uygun biçimde dizilerek kendi üstlerine atanan anlamları taşımakla görevlendirilmişlerdir. Geçmişi çalışmasının zeminine yerleştiren arkeolog hangi zaman dilimine temas ederse etsin, kendi döneminin anlam metninin üzerine düştüğü kadarını taşıyan arkeolojik nesnelerle karşı karşıya kalır. Bu, binlerce yıl öncesinin sosyo-kültürel, inanç ve iktidar mefhumlarının etkisi altında yüklenen anlamın bir parçası olan arkeolojik nesne ile günümüzün zihinsel kodlarıyla düşünen, hareket eden arkeoloğun karşılaşmasıdır. Kısacası ortada dil etrafında dönen bir hikâye var, her arkeolojik nesne bundan bir parçayı günümüze taşır. Arkeoloğun sorumluluğu eski eserin binlerce yıl önceki bağlamından yola çıkarak taşıdığı hikâyeyi anlamak ve diğerlerinin de anlamasını sağlamaktır. Bu ilişkiyi bir çeşit “okuma” ya da “tercüme” eylemi olarak da görmek mümkündür. Kitaplarımda kendi birikimim, yaklaşımım ve ideolojim çerçevesinde binlerce yıl öncesinden anlamlar taşıyan arkeolojik kalıntıları okumaya ve anladığımı aktarmaya çalışıyorum. Burada elbette dil önem kazanıyor, neyi nasıl anladığınız ve nasıl anlattığınız öne çıkıyor. Bu yüzden farklı düşünme biçimlerini içeren dil deneyimlerinden yararlanmak anlatımınıza büyük katkı sağlıyor. Dilin sınırsız imkânlarını içeren edebiyat bir yana, diğer disiplinlerden ve dil kullanımlarından da yararlanarak bir metin ortaya koymaya çalışıyorum. İçinde yaşadığımız dünyanın ve anlamının hangi zaman dilimlerinde nasıl inşa edildiğini, bizi çevreleyen dilin nerelerden geldiğini daha iyi anlayalım diye.
Homo Narrans, Sanatın Mitolojisi ve Uygarlaşan İştah; bu üç kitabınızı düşündüğümüzde sizce nasıl bir uygarlık içinde yaşıyoruz? İnsan düşlediği uygarlığa kavuştu mu?
Söz konusu üç kitabımda da “uygarlığın” farklı yönlerini farklı bağlamlarda ele aldım ama üçünü de okuyanlar fark edecektir ki, aslında iskelet aynı, dönüp dolaşıp bir söylemi tamamlıyorlar. İçinde “uygar” insanın tüm kibrini taşıyan “uygarlık” kavramından kastımız, Akdeniz (Göbeklitepe, Tarım, Şiddet, İnanç…) Uygarlığı’dır. Yaklaşık 10-12 bin yıl öncesinde küçük bir grup insanın yaşamındaki bir kırılmadan söz ediyoruz. Uygarlık öncesi atalarımız doğanın içinde sürekli devinerek besin devşiren, güvenlik ve cinsellik gibi doğal ihtiyaçlar çerçevesinde yaşamlarını kuran canlılardı. Uygarlık, sadece midelerini doyurma derdini taşıyan bu insanlara doldurmaları gereken çuvallar, depolar, silolar verdi, çünkü iktidar hep daha fazlasıyla birlikte geliyordu. Aza sahip olanların toplumdaki yerini çoğa sahip olanlar belirliyordu ve ipler iktidarın elinde toplanıyordu. Dahası, yaklaşık 10 bin yıldır, ağına düşürdüğü toplumların ve bireylerin zihnine “sürekli ilerlemenin, gelişmenin” mümkünlüğünü ve uygarlığın yanlış yapmayacağını raptediyordu. Bir yandan da tüm toplumu canlı olmanın sınırları dışına çıkarıp bireyleri türlü kimlikler içine mahkûm ederek sabitliyor, ihtiyaçlarını ve arzularını göz ardı ediyordu.
Tatminsiz bırakılan canlıların gözü doymaz hale gelmesinin nedeni buydu. Aranan tatmin sınıflı sosyal yapının içinde uygun kimliklerle konuşlanma çabasındaki Özne’likte bulunmuştu. Bu yüzden insanın olumlu atıflarla kodladığı uygarlığın sürdürülebilir bir yaşam açısından yoldan çıktığı, insana umduğunu vermediği söylenebilir.
“…, insan, ilerlemeci bir yanılsamayla geride bıraktığı geçmişi ‘İlkel’ olarak yaftalayarak kendi gelişmişliğine olumlu bir pay çıkarmıştır.”Uygarlaşan İştah’taki bu alıntıya dair şunu soracağım: Uygarlaştığımız “yanılsaması içinde” mi yaşamımıza yön verdik?
Adaletsiz, eşitsiz bir sömürü düzeni içinde, temiz suya ve gıdaya erişimin çok mümkün olmadığı, küresel ısınma, iklim değişimi, sera gazı, pandemi ve şiddetin kol gezdiği, uygarlık öncesindeki atalarımızın asla tanık olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Bunu açıkça söylemek gerekir artık: Bizi buraya uygarlık getirdi. Özellikle
devrim olarak pozitif anlam yüklenilen endüstriyel dönüşümün ve insan ve toprak dahil hemen her şeyi sömüren kapitalizmin bu yolculukta payı büyüktür. Tüm bunları görürken “uygarlığa” olumlu bir anlam yüklemem mümkün değil. Özellikle yazılı kültürün başlangıcından itibaren insanların kendilerinden önce yaşayanları daha “ilkel” olarak değerlendirdiklerini görebiliyoruz ve bu büyük oranda bugün de devam ediyor. Binlerce yıl öncesinden gelen bu düşüncenin izlerini
Homo Narrans’ta kısaca özetlemiştim. Bir yandan kendilerini öncekilerden daha “gelişmiş” olarak kodlarken, aynı zamanda yaşadıklarından da memnuniyetsizliklerini dile getiren metinler çoktur. Felaketlerin kol gezdiği günümüzde daha net görüyoruz ki, uygarlık cennet vaadiyle insanı felaketlerin eşiğine taşıyan bir Truva Atı’ymış.
“Karnını doyuran canlıdan gözü doymayan insana” doğru evrimleşip uygarlaşırken “gerçekten olup bitenden ziyade” arzu ettiklerimizi, hayalini kurduklarımızı mı anlattık ve bu yüzden mi doyamadık? Bu konuda bilimin ya da arkeolojinin yapabileceği bir şeyler var mı?
İnsan bu süreç içinde aslında dilinin kurbanı olmuştu; anlattığının peşine düşmüş, gerçeğinden uzaklaşmıştı. Ölümsüzlerin mekânına gidilmek üzere çıkılan yolda kendine yabancılaşarak evdeki bulgurdan, yaşamdan olunmuştu. İnsan mitik bir düş kurdu; dilden oluşan, simgesel, ulaşılması ölümle mümkün olan bir düş dünyasıydı bu. Bütün şeytanlı masallarda olduğu gibi, daha fazlasını elde etmek için bedeninden, yaşamından vazgeçti. Sanırım asıl sorun da burada başladı. Onu candan, bedenden, arzulardan, ihtiyaçlardan ayırıp uzağa sürükleyen bu düş yüzünden açlık midesinden gözüne yükseldi, iştah ve doyumsuzluk temel motivasyonu haline geldi. Bu durumda bilim ve arkeoloji insanı geri getiremez, kaybettiğine kavuşturamaz. Özellikle de bu uygarlığın normlarını şiar edinmiş hiçbir bilim bu sürüklenmenin dışına çıkamaz. Çünkü bilimsel düşünüşün temel paradigmaları da bu uygarlığın bir parçası; ondan güç alıyor, ona hizmet ediyor ve onu yeniden üretiyorlar. Ancak ana akım bilimsel sınırları zorlayarak insanlığı felakete sürükleyen iktidar odaklı uygarlığın ipliğini pazara çıkaran eleştirel arkeolojik yaklaşımlar, nerede yanlış yapıldığını, buraya nasıl gelindiğini, yaşadığımız hayatın hakikatinin nasıl ve ne zaman inşa edildiğini gösterebilir. Normatif yasalara uygun bilimsel düşünüş mevcut düzenin dilini çoğaltarak onu tekrar tekrar üretmenin ötesine geçemez. Dolayısıyla göz ardı edilmiş olanı, başka bir yaşama biçiminin mümkünlüğünü gösterecek eleştirel bilimsel yaklaşımlara, farklı bakışlara, sınır aşan bir sanata ihtiyaç var.
Sanat, sanatın mitolojisi, mitler, masallar bu uygarlaşma iştahına nasıl eşlik ettiler? Mağaraların duvarlarından modern zamanın tuvallerine kadar tüm sanatsal süreci dikkate alarak yanıtlayabilir misiniz?
Sanat bir
metaphoros’tur, uzağa taşıyandır; yaşanandan, deneyimlenen gündelik gerçekten bakışlar yoluyla zihinleri uzağa taşır. Bakılan ile bakan arasındaki mesafe, bakılan göstergenin insafına bağlıdır. Bu uzak yolculuğun sebebi, yaşananla zihinlerde kodlananın uyuşmazlığıdır. Sanat burada devreye girer ve yaşananın gerçekliğine duyulan şüpheyle başlayan hakikat arayışının sonucu olarak insan yaşamına dahil olur. Bu uyuşmazlık, görünenin, yaşananın öte bir anlam taşıdığının, başka bir hakikatin metaforu olarak zuhur ettiğinin kabulüne yol açar. Sanat metafor olarak bakışı ve zihni öte dünyalara taşır, hatta varlık nedeni budur. Bu haliyle de açığa çıkmak isteyenin açıklığı olarak da tanımlanabilir. Paleolitik Dönem’in mağara duvarlarındaki resimler erken atalarımızın çok eski tarihlerden itibaren görünürün ardında başka bir hakikatin yer aldığını düşünmeye ve dile getirmeye yöneldiğinin göstergesi olarak yorumlanabilir. Platon’un “mağara metaforu”nu anımsatan bu düşsel zihinsel yapının örneklerini birkaç yüz bin yıl öncesinden itibaren arkeolojik verilerde de görüyoruz. Ölü gömme gelenekleri, yaşamın sonlanmasının bir ritüele dönüşmesinin, ölümün ikinci ve sonsuz bir yaşamın başlangıcını oluşturduğuna dair düşüncenin/inancın varlığının göstergeleridir.
Sanatın Mitolojisi başlıklı kitabımda etraflıca anlattığım gibi, dilde (mitlerde) çok önceden itibaren kendini ifade eden bu inancın ilk bedenlenmesi, sanata dönüşmesi, sözel/işitsel olanın görsel/bedensel forma bürünmesi yaklaşık 50 bin yıl önce mağaraların karanlık köşelerinde gerçekleşmiştir. Yaşadığından tatminsiz insan, varolmayanı varolanla imleyerek sanatı hayatının bir parçası haline getirmişti. Bu yüzden bu uygarlık aynı zamanda simgesel uygarlık olarak da tanımlanabilir, zihinsel kodlarında hiçbir şey göründüğü gibi değildir, insan ve yaşam dahi ardında bir hakikat taşır. Sanatın bu yüzden bir yakarı, dua olarak varlık alanı bulduğuna ve mevcut uygarlığın türküsünü söylediğine dikkat çekmek isterim.
Lascaux
Peki, o zaman tüm kapsayıcı unsurlarıyla sanat insan uygarlığını nasıl anlattı bize ve ne kadar başarılı olabildi sizce bu konuda?
Sanat insanların zihnine yaşadıklarının ötesinde bir hakikat evreni bulunduğunu ve bunun peşinden gidilmesi gerekliliğini imledi. Sanat elbette içinde doğduğu toplumdan, onun hakikat ve inancından bağımsız değildir. En azından başlangıcı için bunu söyleyebilirim. Sanatın varlığı birey ve onun biricik yaşamı arasına mesafe koyan iktidar ve yasaların girmesine yol açtı. İnsanlar yaşamlarından uzaklaştı, bedensel arzularını değil, dilin simgeselliği doğrultusunda dikte edilen yasaların arzularını deneyimlediler. Gelenek, toplumsal normlar, inançsal ve siyasal iktidarlar bireylerin yaşamı ve tatmini önündeki engelleri oluşturdu. Yaşam bir yaşama deneyiminden çıkıp bir hakikat arayışına, hakikat de bir iktidar üretimine dönüştü. Daha yakın geçmişte mevcut iktidari söylemin ötesinde, biyolojik bir varlık olarak insanın önüne alternatif yaşam önerileri getiren sanatsal faaliyetler, akımlar, ürünler ortaya çıksa da tarihsel süreç içinde ana akım sanat ve sanatçı içinden çıktığı toplumsal normların tanıklığını yapmanın ötesine gitmedi. Sanat bu uygarlığın iktidar ve ideolojisinin en güçlü mücadele ve propaganda alanı olmaya devam ediyor. Uygarlık kendi ideolojisine tabi olmayan hiçbir şeye yaşama şansı vermiyor. Dünya nüfusunun önemli bir bölümünün yaşam, dünya ve evren algısının benzer olduğu düşünülürse, sanatın kendi ideolojisi açısından amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Bu yüzden sanat deyince neyin göstergesi olduğundan kime hitap ettiğine, gücünü kimden aldığına kadar pek çok bilinmeyenle karşı karşıya olduğumuzu düşünür, oyumu temkinli olmak yönünde kullanırım.
Uygarlığın ortaya çıkması bir besin sıkıntısı sonucu mu olmuştu? Her şeyi bilen, sürekli ilerlediğini düşünen günümüz Homo Sapiens’i hâlâ neden gıda kriziyle imtihan oluyor?
Birkaç yerde daha söyledim, “açlık yok, iştah terörü var!” Uygarlığın son noktası olan kapitalizmin insani yaşamı getirdiği son nokta bu. Bugün yapılan araştırmalar da bunu doğruluyor. Lüks tüketime ayrılan bütçeyle açlığı yok etmek mümkün. Dünyanın en zenginleri sıralamasında yüzde beşe girenler toplam enerjinin %58’ini tüketiyor. Tüm bunlara bakınca açlığın, sağlıklı su ve besine ulaşma güçlüğünün uygarlığın merkezindeki sınıfsal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıktığı ve doğal olmadığı kabul edilmelidir. Sömürülen yoksulların ürettiğini ayrıcalıklı azınlık tüketiyor. Artı ürün, biriktirme, gelişme, kazanma gibi mottolarla hareket eden uygarlığın bir sonucu olan yoksulluk, uygarlık öncesinde yoktu, muhtemelen dilde de bir karşılığı bulunmuyordu. Bu yüzden “değişen hiçbir şey yok” diyemeyiz.
Anadolu’da yapılan arkeolojik çalışmalar, uygarlık sürecinin yerleşimlerin kurulmasıyla başladığını gösteriyor. Son buzulların erimesi, insanın çevresiyle (doğa, bitki örtüsü, hayvan ve fiziki dünyayla) ilişkisini yeniden gözden geçirmesine yol açmıştı. İnsanların beslenme sorunları yüzünden yerleşik yaşam biçimine geçtiklerine dair herhangi bir arkeolojik veri yok. İlk yerleşiklerin avcılık ve toplayıcılıkla hayatlarını idame ettirdiklerini biliyoruz. Tarım ve tarımsal üretime başlanması birkaç bin yıl sonra gerçekleşmişti. Şu anda kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, bu radikal değişimin inançla ilişkisi olabileceğini düşünüyorum. Göbeklitepe ve benzerleri (çağdaşları) olan Karahantepe, Nevali Çöri, Çayönü, Sayburc gibi yerleşimler ve mabetler bu dönemin temsilcileridir. Göbeklitepe ve diğer yerleşimlerdeki yuvarlak dikilitaşlardan oluşan yapıların dışarıdan görülmek üzere yapılmadıkları tartışılmaktadır ve işlevlerini yitirip doldurulmalarının da besin sıkıntısıyla bir ilişkisi yoktur. Marshall Sahlins’in yıllar öncesinde yayımladığı Taş Devri Ekonomisi (BGTS Yayınları) kitabında belirttiği gibi, uygarlık öncesi toplumların bir bolluk dünyasında yaşadıklarını (romantize etmeden) düşünmek daha doğru görünmektedir.
Kitaplarınızda yemeğinden kültürüne, masalından mitine kadar antikçağdan bu yana çok kemikleşmiş bir ataerkil sistemin varlığı görülüyor. Uygarlığın en son halkası olan 21. yüzyıl insanından belki de “en uygar olmayan insan topluluğuydu” diye bahsedilecek. Yeni bir mücadeleyle “erk”ten kurtulup yeni bir dünya düzeni oluşturmak mümkün müdür?
Biraz önce de belirttiğim gibi, cinsiyetçilik, feodal ataerkil yapı, şiddetin cinsiyeti gibi unsurlar bu uygarlığın çıktılarıdır. Hemen şunu da eklemem gerekir ki, her kültür kendi yaşam biçimini yaratır ve bireylere dayatır. Tarımsal üretime ve dolayısıyla canlı emeğine (insan, hayvan) dayalı bu uygarlığın öznesi erildi, dolayısıyla türlü toplumsal göstergeler, sosyal değerler ve anlatılarla ataerkil iktidar mefhumu ve onun talepleri karşılanacak şekilde hem zihinlere hem de toplumsal yapıya imlendi. Böylece yasaları koyan, kimlikleri giydiren, cinsiyetçi, sahip olduğu gücü göklerden aldığı iddiasında bulunan, sömüren, gözü doymayan, herkesin bedeni ve yaşamı üzerinde hak iddia eden bir siyasal iktidar modeli normalleşti. Bu cinsiyetçi kültür uygarlığın temel motivasyonu oldu ve her şey bu kabullerden hareketle yaşanır kılındı. Başlangıcından itibaren yaklaşık son 10 bin yıllık süreciyle içinde bulunduğumuz uygarlık bu yüzden eril bir uygarlıktır. Neolitik Dönem’den itibaren bireyler üzerinde ağırlığını hissettirmeye başlayan bu tarımsal eril yaşam biçimi sanayileşmeye kadar baskısını giderek artırdı. Bedenleri iki cinsiyette toplamayı amaçlayan cinsiyet atamalarıyla uygarlık diğerlerini yok sayıp görmezden gelirken, kadın kimliği atanmış insanları evler ve duvarlarla izole edip kamusal mekândan sildi.
Göbeklitepe
Feminizmin ortaya çıkışı ve yükselişinin sanayileşmeyle birlikte olması pek de tesadüf sayılmaz. Çünkü endüstriyel değişimler uygarlık sürecinde bir kırılma noktası olarak ortaya çıktı, tarımsal kültür ve onun etrafında örgütlenen ticarete yeni bir partner oldu, bu yüzden dengelerin değişmeye başlaması kaçınılmazdı. Sanayileşmenin kadın emeğine duyduğu ihtiyaç cinsiyet rollerinde kırılmalara yol açtı, kadınlar iş dünyasında, kamusal mekânlarda görünür ve mücadele verir oldu. Sanayileşmiş coğrafyalardaki cinsiyet rollerinin en azından kadın kimliği açısından tarımsal kültür coğrafyalarına göre farklı olmasının nedeni budur. Çünkü yukarıda da vurguladığım gibi, kültür ve yaşam biçimi kendi değerlerini üretiyor. Şimdi yeni bir dönüm noktasındayız. 20. yüzyılın sonlarından itibaren cinsiyet ve cinsel yönelimlere dair önemli farkındalıklar yaşanıyor. Bazı ülkelerde farklı cinsel yönelimlerin yasal düzlemde de tanınmayı başardığını görüyoruz. Tarımsal kültürün sonuna gelindi, dijital kültür yaşamı başka ve yeni yönlere sürüklüyor, elbette bu da kendi yasalarını oluşturuyor.
Şunu hemen vurgulamalıyım, uygarlık kavramı üç kitabımda da eleştirel yaklaştığım bir konu ve aynı tutumu burada da sürdürmek istiyorum. “Daha uygar” ya da “en uygar” gibi ifadeler bir “olumluluk” ve yanı sıra süreçsellik içeriyor, uygar olmayan dönemleri ve insanları geri sayıyor. Dolayısıyla bu tür ifadeleri kullanmayı sakıncalı buluyorum. Atalarımızın milyonlarca yıl boyunca başka türlerle birlikte yaşadığı doğayı, son 10 bin yılda (hatta sanayileşmeyi baz alırsak son 300 yılda) neredeyse yaşanmaz hale getirenin inanç, iktidar, mülkiyet, hukuk gibi yapıları yüklenmiş uygarlık olduğuna inananlardanım. İklim felaketleri, toprak, su ve havanın kirlenmesi, türlerin hızla azalması ve hatta birçoğunun yok olması, epidemiyolojik salgınlar ve insanlara bir felaket dönemi içinde olunduğu duygusunu hissettiren daha nicelerinin varlık nedeni uygarlıktır. Elbette, uygarlığı terk edip avcı toplayıcı yaşama geri dönelim gibi gerçeküstü bir öneri ve arzum yok ama en azından zihnimizdeki “uygarlık ne yaparsa iyi yapar” veya “uygarlık her şeye çözüm bulur” gibi olumlu ve dogmatik atıflara şüpheyle yaklaşarak başka çıkışlara yönelmemiz gerektiğine inanıyorum.
Bereketli Hilal tanımına hakkını veren bir coğrafyada yaşadığımızı düşünürsek sizce hâlâ uygarlık adına yeni keşifler gerçekleşecek mi? Özellikle Göbeklitepe yerleşkesinin bulunduğu alandave çevresinde…
Bereketli Hilal uygarlığın kuruluşuna ev sahipliği yapan ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerin sınırları içinde (Nur Dağları, Güneydoğu Toros Dağları, Hakkari Dağları ve Zagros Dağları’nın oluşturduğu hilal) arkeolojik açıdan çok zengin bir coğrafya. Göbeklitepe’nin keşfinden sonra bütün dikkatler bu bölgedeki çalışmalara yöneltilmişti ve son birkaç yıldır çarpıcı sonuçlarıyla arkeologları dahi şaşırtmaya başladı. Bölgede bulunan ve kazıları daha önce yapılmış Çayönü, Hallançemi ve Nevali Çöri gibi yerleşimlerde dikilitaşlar, kafatası kültü izleri taşıyan ilginç mimari yapılar, tapınaklar ve eşsiz portreler bölgenin nasıl bir arkeolojik potansiyele sahip olduğuna dair ipuçları sunmuştu. Sonrasında Göbeklitepe’deki tapınakların dikilitaşları ve üzerlerindeki kabartmalar son avcı-toplayıcıların yaşamlarında inancın ne denli belirleyici olduğunu göstermişti. Yerleşimlerin kurulması ve tarımsal üretimin uygarlığın üzerindeki etkileri tartışılırken inanç belki de daha önemli bir faktör olarak ortaya çıktı.
Karahantepe
“Uygarlık” izleri olarak görülebilecek yerleşik yaşam ve mimarinin ortaya çıkmasında inancın ciddi bir rol üstlendiğini düşündürten veriler elde edildi. Geçtiğimiz yıl “Taş Tepeler” olarak isimlendirilen ve Göbeklitepe yakınlarındaki 11 merkezde yoğunlaşan arkeolojik çalışmalar çok daha çarpıcı sonuçlar verdi. Karahantepe’nin fallik taşlarla organize edilmiş binası, heykeller, özellikle de ardında mitik bir öykü barındırdığı hemen anlaşılan, sırtında leopar taşıyan insan heykeli, Sayburc yerleşimindeki insan ve hayvan kabartmalarıyla süslenmiş yapı gibi arkeolojik buluntular Neolitik Dönem üzerine yeniden düşünmemizi sağladı. Buradan çıkarılabilecek sonuçları şöyle özetleyebiliriz:
Uygarlık sürecindeki ilk adım yerleşme olmuş, insanlar kendilerinin kurdukları yerleşimlerde/köylerde yaşamaya başlamışlardı. Bu yaşam alanlarındaki çalışmalardan onların bu kararında tapınaklar ve dolayısıyla inancın belirleyici bir rol üstlendiği izlenimi doğuyor. Göbeklitepe de dahil yukarıda saydığımız tüm dikili taşlı tapınakların etrafında yerleşim yerleri bulunmuş. Yapılan arkeolojik kazılarda bu yerleşimlerin tarım öncesine ait olduğunu, yani kurucularının avcı-toplayıcılıkla yaşamlarını idame ettirdiklerini anlamak mümkün. Bu yüzden de tarım alanı olabilecek düzlükleri değil, kayalık, dağlık alanları tercih etmişlerdi. Üstelik yerleşiklik sınıflı toplum yapısını da beraberinde getirmiş gibi görünüyor, zira bazı ayrıcalıklı insanların, bu görkemli tapınakların yapım ve yönetiminde karar mercii olarak en azından ruhban sınıfının varlığını kabul etmemiz gerekiyor. Öte yandan nedeni tam olarak anlaşılamasa da bu tapınakların belirli bir süre için inşa edildiklerini ve fonksiyonlarını yitirdikten(?) sonra da doldurularak kapatıldıklarını biliyoruz. Göbeklitepe tapınaklarında görüldüğü gibi, yapılar dışarıdan görülmek üzere de tasarlanmamış, bunlar gömük yapılarmış. Yerleşimlerden birkaç bin yıl sonra insan yaşamına dahil olan tarım da bir besin gereksinimi veya kıtlık/kuraklık neticesinde değil, (buzulların erimesiyle) insan-toprak ilişkisinin yeniden kurgulanmasının sonucunda, yerleşimlerden birkaç bin yıl sonra başlamış olmalı. Bu sözünü ettiğim arkeolojik bulgu ve sonuçlar bugün içinde yaşadığımız uygarlığın kuruluş evreleridir ve yine daha başlangıçta, sınıflı, inançlı, iktidarlı ve insanın hem kimliksel, bedensel hem de toplumsal olarak hareketliliğinden, dönüşebilirliğinden rahatsız bir uygarlıktır. Kimlikler dahil her şeyi sabitlemek, dondurmak ve böylece kolaylıkla yönetmek, “terbiye etmek” onun temel işlevidir.
Elbette birkaç yıl içinde dağarcığımıza pek çok farklı arkeolojik bulgu, yüzlerce yeni yerleşim dahil olacak, çünkü bölgenin arkeolojik potansiyeli oldukça büyük ve siz bu satırları okurken, bölgede devam eden arkeolojik araştırmalardan eminim başka yeni bulgular gün ışığına çıkıyordur.
Uygarlaşan İştah sonrası bizleri bekleyen yeni çalışmalarınız var mı?
Çalışmaya devam ediyorum, bugünlerde gençler için yazdığım bir mitoloji kitabının dizgisi yapılıyor. Diğer yandan da eylül/ekim aylarında yayımlanmak üzere Gılgamış’ın yepyeni halinin yayın hazırlığını yapıyorum.