Edebiyat günün birinde bir ayakkabı anlatır: O, Hacı’nın sürüklenen bedeninden dağılan ayakkabıdır. Bir mendil anlatır, üzerine kan bulaşmış; Diyarbakır’da ölen Şeyhmuz’un kanıdır...
05 Kasım 2015 15:30
Her ne hikmetse, sanatçılar içinde bir tek yazar, şu soruyla karşı karşıya kalır: Niçin yazıyorsunuz? Bilmemkaçıncı kitabını yazan pek çok yazarın bu soruyu, aslında belli ki kendisinin de yadırgadığı bir şekilde, kırık dökük cümlelerle ya da daha da fenası, büyük büyük cümlelerle yanıtlamaya çalıştıklarına tanık oluruz. Şahsen ben de birkaç kez bu soruyla karşı karşıya kaldım ve çaresizce cevap vermeye çalıştım. Sonrasında da sözlerim hep gözüme saçma sapan göründü. Oysa bir ressama ya da bir müzisyene asla böyle bir soru sorulmaz. Neden resim yapıyorsun? Ya da neden beste yapıyorsun? Neden heykel yontuyorsun? Neden film çekiyorsun? Yersiz ve densiz sorulardır bunlar, kimsenin aklına da gelmez zaten. Ama yazar sözkonusu olduğunda büyük bir iştahla bu soru gündeme geliverir.
İşin ilginç yanı, yazar da aslında daima bu soruyu kendine sorar. Bu çok meşakkatli işin altına neden girdiğini, yeteneğinin ötesinde bir yerlerde daha derinlerde, ölümle, yalnızlıkla, öfkeyle ya da diğer arkaik duygularla ilişkisinde yeniden temellendirmeye çalışır. İş, psikanalize doğru gitmeye başlar.
Demek ki, yazma eyleminde, insanoğlunun bu kadim sanat etkinliğinde insanları yadırgatan bir şey var. Daha önce yüzlerce sayfa yazmış bir yazara “neden yazıyorsun” diye sordurtan bu şaşkınlık neyin nesidir? Bu bir inkâr mıdır, yoksa hayret midir? Ya da yazarın eserlerinde gizlediği maksadı ortaya çıkarmak için ipucu yakalama çabası mıdır?
Hiçbir zaman tam olarak çözemeyeceğiz bu meseleyi; ama temelde soruyu soranın zihninde hayatı sürdürmeye dair bir sebep yakalama arzusu olduğunu, bu berbat dünyayla baş edebilmek için sevilen, inanılan ve kendisinden çok şey beklenen bir yazarın açtığı izi sürmek, bir kokuyu takip etmek niyeti olduğunu söyleyebileceğim.
Ressamın fırçasına, heykelcinin yontu aletlerine, müzisyenin enstrümanına, sinemacının kamerasına karşılık edebiyat, hayatla aynı aracı kullanır; dili. Üstelik de yaratıcı bir şekilde. Ne var ki, buna rağmen hiçbir zaman hayatın anlamını açıklamaya, etik ile olan derin ilişkisine rağmen ahlaklı bir yaşamı nasıl sürdüreceğimiz üzerine yargılar koymaya yetkin değildir, niyetli de değildir. Bu yüzden de aslına bakılacak olursa politikaya çok uzaktır. Öyle de olması gerekir. Politika zamanı yakalamaya çalışır, edebiyat zamandan uzaklaşır. Tanpınar, “Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanıbaşında, ondan çok daha başka, çok daha derin, takvimle, saatle alakası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedi bir mevsim gibi ayarladığı velût ve yepkare bir zaman”dan bahseder. (Bursa’da Zaman) İşte o edebiyatın da zamanıdır.
Şimdi “gülüp eğlendiğimiz, seviştiğimiz” zamanın yanıbaşında bir felaketler resmigeçidi var: Özel Tim aracının arkasında sürüklenen ölü bir beden, bir annenin on yaşındaki çocuğunun cesedini derin dondurucuda saklamak zorunda kalışı, bombalarla parçalanan, parçaları başkalarının suratına yapışan bedenler, hayatlar... Bu resimleri görüyoruz, bu haberleri işitiyoruz. İstesek de istemesek de bu görüntülere alışıyoruz, kanıksıyoruz. Mecburen hayatımızı normalleştirmeye çalışıyoruz. Vicdanlarımızda açılan yarayı onarmaya uğraşıyoruz; devam edebilmek için. Tarihin ağır çarkları hızla eritiyor bu bilgileri.
Oysa edebiyat günün birinde bir ayakkabı anlatır: O, Hacı’nın sürüklenen bedeninden dağılan ayakkabıdır. Bir mendil anlatır, üzerine kan bulaşmış; Diyarbakır’da ölen Şeyhmuz’un kanıdır. Bir cümle yazar, Ankara’da patlayan Ali Deniz’in hayattaki son cümlesidir. Bir buz tanesi anlatır; Cemile’nin bedeninin günlerce içinde bekletildiği buzlukta üretilmiş. Bir genç kızın sırtındaki kurşun deliğini anlatır; Dilek’in sırtıdır. Yok sayılmaya çalışılan gerçek, edebiyatla direnme imkânı yakalar.
Hayat gelip geçer, sever, yakar, yaratır ve öldürür; edebiyat tortuyu bekler. Zihne ve bedene çarpan güçlü rüzgârlar kelimeleri alıp götürür. Açık yaraları tedavi etmek, sızıyı hafifletmek gerekir birazcık da olsa. Kelimelerin cümle haline gelebilecek gücü bulabilmesi için süreye ihtiyaç vardır. Oysa yazarın vicdanı, olup bitenler karşısında sabırsızlanır. O zaman yazar yalpalar. Süregelen travmanın dışındaki her ifade gözüne anlamsız görünür. Kalemini kulağının arkasına koyar ve ânın çaresizliğine teslim olur. Bu, derin bir çukurdur.
Protesto, yalnız adalet talebiyle ilgili güçlü bir ileti değil aynı zamanda bir sağaltma aracıdır. Çaresizlik ezer, itiraz ruhu güçlendirir. John Berger’ın dediği gibi,
“Her ciddi siyasi protesto mevcut olmayan adalete yapılan bir çağrı ve bu adaletin istikbalde gerçekleşeceğine dair bir umuttur; ancak protestoların birincil nedeni bu umut değildir. Karşı çıkmamak son derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto eder insan. Barikat kurarak, silahlanarak, açlık grevi başlatarak, omuz omuza haykırarak ya da yazarak karşı çıkar; çünkü gelecekte ne olacak olursa olsun, içinde bulunduğu ânı kurtarmaktır derdi. Protesto, sıfırlanmayı ve suskunluğa mahkûm edilmeyi reddetmektir. Bu sebeple, gerçekleşirse eğer, o anda küçük bir zaferdir protesto.” (Bento’nun Eskiz Defteri)
Aslında çaresizlik duygusunu yaratan, adaletin asla gerçekleşmeyeceği bilgisinin, sistemin kadim bir öğretisi olarak bilincimize yerleştirilmiş olmasıdır. Devirler değişir, iktidarlar topyekûn fikir değiştirir ama sistem dönüşmediği sürece failler asla yakalanmaz, adalet yerini bulmaz. İşte bu, kişiler, kurumlar, siyasetler ve iktidarlar üstü olan devlet aklıdır. İkiz kuleler saldırısında, Hrant Dink’in öldürülmesinde, Ankara patlamasında ve dünyanın her yerindeki nice olayda bu akıl vardır. Evvelâ bu aklı reddetmek gerekir.
İmkânsız olanı istedikçe aslında gerçeğe yaklaşırız. Miskinlik yerine hareketin, suskunluk yerine ifadenin, yokoluş yerine varoluşun yoludur bu!
Protesto, yazarak ya da her neyse, bizi iyileştirir. İki anlamda da: Hem sağaltır, hem daha iyi bir insan yapar.