Semih Gümüş: Batılı anlamda roman ile bizim edebiyatımızdaki egemen roman anlayışı arasında bir ayrım var. Apayrı bir kültür içinde yetiştik biz. Eksik ve talihsiz bir hayatın içinden geçerek yürüyoruz. Ben kendimce o açığı kapamak için uğraştım…
Türkiye’de eleştiri dendiğinde akla ilk gelen isimlerden Semih Gümüş. Bugüne kadar sayısı onu aşkın deneme ve eleştiri kitaplarından sonra şimdi bir romanla çıktı okurların karşısına: Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz. Gümüş romanının “hem insan acısının farklı yüzlerini anlamaya çalışarak, mutlu bir aşk nasıl ve nereye kadar yaşanır onu düşünerek, doğanın insan ilişkileri bağlamında nasıl bir yer tuttuğuna bakarak okunmasını dilerim” diyor. Siz nasıl okursunuz bilmem ama benim için merak uyandıran bir okuma serüveni oldu. Bu, hem takip edilen, söylediklerine kulak verilen bir edebiyat eleştirmeninin nasıl bir roman yazdığının merakıydı hem de romanda, hangi izleklerin ruh bularak canlandığını öğrenmenin merakı. Söyleşide de merak ettiklerimizi, bunun yanında aklımıza takılanları sorduk…
Onca yıllık “eleştirmen Semih Gümüş” titrinden sonra bu romanı yazmak, yayımlatmak nasıl bir duyguydu merak ediyorum açıkçası. Yayımlatmaya karar verme süreci nasıl işledi sizin için? Pek çok kimsenin de dediği gibi bunu “cesaret” diye nitelemek mümkün mü? Siz ne dersiniz?
Bir şey denecekse kendime “yazar” dedim Eray. Dolayısıyla sözünü ettiğin gibi bir duyguyu romanı yazdığım zaman boyunca hep taşıdım içimde ama o duygunun bir romancınınkinden pek farklı olduğunu sanmıyorum. Bundan önce yayımlanan on beş eleştiri ve deneme kitabından sonra bir roman yazmaya başlayınca, dediğin gibi, bambaşka bir duygusu da oluyor onun. Daha yoğun bir duygu. Heyecanı da var doğrusu. Yalnızca bir iki arkadaşıma söylemiştim: Onca yıl sonra bir hevesle yazmaya kalkışmadım, sonunda kendim değerlendirirken iyi olmadığını düşünürsem, ortaya çıkarmam. Çıkarmazdım, hiç sorun da etmezdim. Ama iki buçuk yıl boyunca her sabah ve bütün hafta sonları, neredeyse tek bir gün atlamadan çalıştım. En çok o “cesaret”ten söz edildiği doğru ama yaptığım şeyin sözü edilen o anlamda cesaretle ilgisi yok. Bir romancı yazarken ve yazdığını yayımlatmaya karar verirken nasıl bir cesaret gösteriyorsa, benimki de öyleydi, daha farklı değildi.
Şuraya gelmek istiyorum: Bir söyleşinizde “Okumak istediğim gibi bir roman yazmaya çalıştım,” dediniz. Buna benzer bir cümleyi romanınızın kahramanı Sinan da kuruyor. Bu çok iddialı bir çıkış değil mi? Siz bir yazardan bu ifadeyi duysanız nasıl bir duygu uyanırdı sizde?
Tam senin dediğin gibi düşünenler olduğunu görüyorum. Ama bunun üstünde azıcık düşününce görülür ki, sıradan bir sözdür o, iddiası da yok. Dilersen sen benim şu sorumu yanıtla: Okumak istediği gibi bir roman yazmayan romancı, okumak istemediği şiiri yazan şair var mı? Olur mu bu? Benim dediğim de bu anlamda. Üstelik paylaşımcı, yararlılığa inanan bir insan olduğumu tanıyanlar bilir. Yeniden ve yeniden okumak istediğim romanlar ve öykü kitapları hep vardır ve ben onları önüme gelen herkese okutmaya çalışırım. Hem de bir sonraki kuşaktan yazarlarım; Ayhan Geçgin, Barış Bıçakçı, Burhan Sönmez yeni bir roman yazsa da okusam derim. Ferit Edgü yazsa da okusam. Çok yazarım var benim böyle. Yani o söz başkalarına değil, kendime dönüktür. Bizim aynı kuşaktan ve birbirine yakın yazar arkadaşlarımız arasında da “okumak istediğimiz romanı, öyküyü, şiiri yazmak” gibi bir söz kalıbımız çok eskiden beri vardır. Sinan da söylüyorsa, demek ki benimle aynı anlayıştadır.
Yazmak kurtarır mı peki? Bu soruyu, romanın hatırlattığı bağlamda soruyorum. Çünkü Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz, bir diğer anlamıyla yazıya kaçış, yazıyla kendini yeniden var ediş romanı...
Ben o “yazıya kaçmak”, “yazıyla kendini var etmek” gibi sözleri biraz fiyakalı buluyorum. Pek gerçek de değil. Kaçmak istediğim yer yazı değil. Onunla zaten hep birlikteyim. Bir yere kaçacaksam doğaya kaçarım; ne yazıya, ne insana. Sinan da yazıya kaçmak için yazmıyor. Yazmak için zamanı geldiğini, bunun için çok zamanı da olduğunu düşündüğü için yazabileceğini düşünüyor. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz bir anlamda yazıyla kendini var etme romanı mı? Tam değil. Sinan aslında en çok doğanın içinde yaşamak istiyor ama orada da çeşitli sorunlarla karşılaşıyor. Romanda Sinan’ın yazma çabası yalnızca bir izlek, o kadar, bence romanın öne çıkan sorunlarından değil.
Peki, romanı yazarken eleştirmen Semih Gümüş ne kadar masanın başındaydı? Zaman zaman görüyor gibiyiz sanki onu. Kahramanınız Sinan’ın ağzından yazmak ve okumak üzerine birkaç laf edecek güzel bir alan bulmuş gibisiniz...
Sence bir romancı yazdıklarını kendi eleştiri süzgecinden geçirmeden ortaya çıkarabilir mi? Her romancı kendi romanının eleştirmenidir. Aramızda fark yok. Ben öteden beri romanın diline ve biçimine ilişkin anlatım sorunları üstüne fazlaca kafa yoruyorum, o kadarıyla yetinmeyip çözümleyici değerlendirmeler yazıyorum. Anlatım soruları üstüne bizde pek düşünülmüyor da bence. Bu yüzden pek çok sorunlu metin çıkıyor ortaya. Sinan’ın yazmak ve okumakla ilgili ara sıra dile getirdiği düşüncelerinin benzerlerini ben de hep düşünürüm, söylerim. Yazdığım romanla tam anlamıyla bütünleşemeseydim yazamazdım sanırım. Ya da istediğim gibi bir metin çıkmazdı oraya. Romanı okuyanlardan en çok duyduklarımdan biri de, okurken kendilerini romanın parçasıymış gibi hissetmeleri. Benim için harika bir duygu bu, olmasını istediğim okuma biçimi. Hatta okuyanlardan da önce, ben kendim romanın parçasıymışım gibi hissederek, romanın geçtiği yerlerde yaşayarak, Sinan’ın ya da Mina’nın zihnine girerek yazmaya çalıştım.
Romanın kahramanı Sinan’a gelelim; geçmişinin izleri bugününü bir şekilde yaşanmaz kılmış biri Sinan. Aslında işkenceyi ve yakın geçmişteki derin siyasi yarılmayı yaşamış pek çok kimseden birisi o. Bu bağlamda birkaç soru geliyor aklıma. Edebiyatımızda pek çok yönüyle işlenmiş bu siyasi ve toplumsal kırılma, Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz ile hangi farklı cephesini açıyor bize? Ya da açıyor mu? Ne dersiniz?
Şöyle: Sanırım en çok zihnimi meşgul eden sorunlardan birisi, bizdeki anlatı geleneğiyle Batı’daki roman geleneği arasındaki ayrım. Ben geleneksel anlatıların biçimine uzak bir edebiyatın içinde yaşıyorum. Düşünsel ve duygusal olarak, sevdiğim kitaplar ve yazdıklarımla. Batılı anlamda romanlar yazmak isterim. Dolayısıyla anlatıcının geriye çekildiği, insanın yaşadığı her türlü sorunun, kendisince yaşanıp düşünüldüğü, hissedildiği romanlar. Sinan, bildiğimiz sorunları yakıcı biçimde yaşamış. Romanda o yaşasın, anlatıcı anlatmasın onun yaşadıklarını. Böyle bir roman anlayışım var, bilmem anlatabiliyor muyum. Politik bir kişiliğin, yaşadıklarından aldığı travmayı cinsel şiddet biçiminde açığa çıkarması, pek yazılmamış konular arasında sayılabilir. Bir cephe açayım diye bir derdim de olmadı ama. Yalnızca yazmak istediğim, içerden bildiğim sorunları yazmak istedim.
O dünyayı anlatan romanlar arasında sizin kaleminizden çıkanı nereye koyabiliriz peki? Edebiyat tarihimizi yakından bilen ve yeni yayımlananlarla birlikte takip eden biri olarak, Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz hangi boşluğu dolduruyor sizce?
Benden kendi romanımı edebiyat tarihinde bir yere koymamı mı istiyorsun Eray? Hem de seninle iyi bir ilişkimiz varken. İstersen bunu yapmamayım. Belki kafamın içinde bir şeyler vardır ama onlar da kafamın içinde işte, orada kalsın. Zamanla her şey bir yerlere yerleşir zaten. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’un çok içerden, yaşadıklarımdan ve tanık olduklarımdan süzülen bir hikâyesi olduğunu söyleyebilirim belki, o kadar.
Peki, kahramanınız Sinan’la bu kırılmanın insanlar üzerine yarattığı dehşeti tüm boyutlarıyla yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz? Ben –naçizane fikrim olarak- bunun yer yer pornografik boyutta yapıldığını ve gerçekten ürperten bir tablo çizebildiğini söyleyebilirim... Bunu yanıtlamak sizin için tabii ki zor farkındayım ama Sinan’la birlikte neler yaşadığınızı merak ediyorum. Eleştirmen kimliğinizle bir roman kahramanının zihnine girmenin önemini vurguladığınız yazılarınızı da anımsıyorum ve bu nedenle soruyorum bunu.
Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz o dehşeti tüm boyutlarıyla yansıtamaz, öyle bir amacı da olmamalı bir romanın. Ama bu ülkenin yalnızca acıyla ve şiddetle yaşanmış son elli yılına oldukça içerden tanıklık etmiş olmayı hayatımın bir şansı sayarım. Onun içinden ne romanlar çıkar. Daha çok az çıktı. O yılların etkileri Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’a oradan buradan girdi. Ben insan acısını, insanlar arasındaki ilişkilerin hemen görünmeyen yanlarını, yaraları, sorunları, bunların ayrıntılarını yazmak istiyorum. Okuduğum romanlarda ve öykülerde de bunu artık daha çok arıyorum.
Sinan ile birlikte yaşadım, gerçekten yaşadım. Ama Mina ile de yaşadım. Mina’yı da çok yakından tanıyorum. İkisi bugün de yanımda dolaşıyor sanki. Onlardan kopamıyorum. Bir başka romanda da şöyle bir görünecekler sanki, uzaktan da olsa geçip gidecekler. Evet yazarın, yarattığı kurmaca kişilerin zihnine girip onlar gibi düşünmesi, öyle düşünülüp düşünülmeyeceğini böyle sınaması gerekir. Yarattığınız kişilerin sahiciliğini, inandırıcılığını sağlamanın yollarındandır bu.
Buradan tam tersi bir tabloya gidelim; Sinan’ın kendini bulmak için kendi dahil herkesten kaçtığı yer ve orada çizdiğiniz tabloya... Tamamen doğanın götürdüğü yere giden, başka bir deyişle doğa için çalışan bir kalem ortaya çıkıyor romanın bu önemli kırılmasından sonra. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz için betimlemelerin öneminden bahsedebilir misiniz biraz bu bağlamda?
Romanda bir şey yazılmış olmak için yazılmaz. Her yazar için böyle olduğunu sanıyorum. Doğa da doğayı anlatmak için yazılmaz. Bu arada romanın biçimleri için de geçerli bu dediğim. Kısa cümle için kısa cümle, uzun cümle için uzun cümle yazılmayacağı gibi. Romanın merkezinde bir ya da birkaç sorun varsa, her şey onları ortaya çıkarmak için kurulur. Hikâye de, kişiler de, dil ve öteki biçim öğeleri de. En azından ben böyle roman yazmaya çalıştım, roman anlayışım böyle. Doğa da biliyorsun, bizde az yazılmıştır. Yaşar Kemal’in neredeyse bütün romanlarında var olan doğa, ondan pek az yazara bulaşmış. Doğrusu, daha baştan, Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’u aynı zamanda doğanın da romanı olarak düşündüm. İnsan acısı ve aşk ile birlikte, üçüncü sorunu doğa. Doğayla insan ilikisi bağlamında. Yoksa doğa durduğu yerde kendisi için hep muazzam bir gerçek. İnsanla ilikisi içinde değişmeye başlıyor. O değişimi vermek istedim. İnsanın doğaya karşı saldırısını ve doğa karşısındaki güçsüzlüğünü.
Roman ve öyküde anlatıcı sorunları üzerine çok düşündüğünüzü yazdıklarınızı takip eden biri olarak biliyorum. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz özelinde de buna ayrıca kafa yorduğunuzu gördüm. Romanınızı, bu bağlamda farklı yere koyabileceğimiz birkaç neden sayabilmeniz mümkün mü?
Eray, bu soru en sevdiğim yerden çıktı. İşte bu beni çok ilgilendiriyor. Az önce de söz açtık. Batılı anlamda roman ile bizim edebiyatımızdaki egemen roman anlayışı arasında bir ayrım var, bir uzaklık. Ben her zaman kurmacanın sorunları üstüne çok okudum, okuduklarımdan bir şeyler öğrenirken onları düşündüm ve kendime göre sonuçlar çıkarmaya çalıştım. Bizde yapılmayan her türlü çalışma Batı’da yapılıyor. Bizde kafa yorulmayan her türlü soruna oralarda kafa yoruluyor. Yaratma eyleminin sorunlarıyla ilgili olarak oradakiler gibi olamam, olamayız diye düşünürüm. Çünkü apayrı bir kültür içinde yetiştik biz. Eksik ve talihsiz bir hayatın içinden geçerek yürüyoruz. Ben kendimce o açığı kapamak için uğraştım ve çıkardığım sonuçları da sık sık yazıyorum. Bizde tartışılmayan sorunlar üstüne düşünüp yazmak hoşuma da gidiyor. Romanı yazarken bunların tümü kafamda bir yerdeydi ve aynı zamanda iki buçuk yıl boyunca onların gölgesi altında yazdım. Romanın en önemli ve en zor yapılan öğesi nedir sence? Tamam, hep söyledim, dil varsa var, yoksa yoktur bir edebiyat metni. Ama kişiler en zorudur. Çünkü kurmaca kişi dediğimiz insanlar, hem sözcükler gibi en soyut dil araçlarıyla yapılıyor hem de sahici insanlar kadar sahici ve inandırıcı olacaklar. Bu zor işte. Kurmaca kişileri yaratma biçimi, onların dış görünüşleriyle davranışları yanında, zihinlerine nasıl girecek anlatıcı. Üçüncü kişi ağzından anlatırken nasıl yazılacak, birinci kişi ağzından nasıl. Bunlara bir tanım yaparak geçemiyorsunuz. Öyle çok incelikleri var ki. İkide bir karşınıza çıkan sorunlara ince ayrımlarla farklı çözümler getirmeniz gerekiyor. Bunun gibi bir dizi sorun ve elbette ben de yazdığım romanın düşündüklerimin iyi bir örneği olarak ortaya çıkmasını amaçladım. Yani romanımın hem insan acısının farklı yüzlerini anlamaya çalışarak, mutlu bir aşk nasıl ve nereye kadar yaşanır onu düşünerek, doğanın insan ilişkileri bağlamında nasıl bir yer tuttuğuna bakarak okunmasını dilerim hem de sözünü ettiğim anlatım sorunlarının nasıl çözüldüğüne bakarak.
Bir diğer yandan alabildiğine renkli bir görsel malzemesi var romanın. Hatta sinematografik bile diyebilirim ve nedense okurken aklım hep beyazperdeye gitti. Siz ne dersiniz?
Düşünüp de açıklayamadığım bir özelliğini sen söyledin. Gerçi birkaç kişi daha söyledi bunu. Roman bittikten sonra benim de düşündüğüm bir özellik bu: Görsel olarak önümüzde canlandırabilecğimiz sahneleri ve dünyası var gibi. Romanda aranmaz bu özellik ama varsa da iyi olur bence.
Kişisel bir soru olarak alın lütfen: Siz hep öykünün nitelikli edebiyatın kapılarını zorladığından ve sınırlarını genişlettiğinden bahsedersiniz. Açıkçası ben de Semih Gümüş’ten bir kurmaca gelecekse eğer öykü olur diye tahmin ederdim fakat romanla çıktınız karşımıza. Saklı yazdığınız öyküleriniz de var mıdır acaba diye düşünmeden edemiyorum. Bir de bu bağlamda neden romanı seçtiğinizi sorsam?
Bana yıllardan beri öykü ya da roman yazıp yazmadığım sorulmuştur. Daha çok da öykü. Çünkü yaptığım işler nedeniyle öyküyle daha çok içli dışlıyım. Ama eleştiri yazmaya başladığımda asıl olarak roman üstüne yazmaya karar vermiştim. Sonra ister istemez yönüm değişti, öykü ağır bastı. Romandan önce hemen Ağustos ayındaki Notos’ta bir öyküm yayımlandı. O sayının kapak konusu için Enis Batur benden de bir yazı isteyince kendiliğinden çıktı o öykü, rastlantıyla, tasarlamadan. Başka öykü yazmadım. Şimdilik yazmayı da düşünmüyorum. Zamanım da yok. Şu sıralarda ikinci romanı yazmayı sürdürüyorum ama onun tamamlanıp ortaya çıkmasına daha çok var. Niçin roman? Eskiden de sorulduğunda, yazarsam roman yazarım, öykü değil, derdim. Çünkü daha kapsamlı sorunların derin katmanlarına girmek ve orada kendime özgü hayatlar ve onlara uygun biçimler tasarlamak benim alışkanlıklarıma, düşünme biçimime ve mizacıma daha uygun.