"Edebiyat eleştirisi kavramsal-düşünsel bir detektöre dönüşmekten kaçınacaksa, metinlerin özgün, kendilerine has örgülerini ne pahasına olursa olsun gözden kaçırmamalı. 'Fark'ı, ortak olana kurban etmemeli. Bu da bence işin en zor, zorluğu ölçüsünde kıymetli yanı."
23 Haziran 2022 11:30
***
Mesafeyi Aramak’ta on beş yazar, 2009 sonrasında basılmış on beş romana çeşitli meşrep, tarz ve mesafelerde yaklaşıyor. Yazarların hepsi değişik derecelerde akademiyle ilişkili kişiler; eleştirmen, edebiyat tarihçisi, yazar, sosyal bilimci sıfatlarıyla tanınıyorlar. Akademinin hem yayın dünyasından hem de yakın dönem edebiyatından uzaklığı sıklıkla dile getirilen bir eleştiri. Bu eleştiri, yirmi yıl öncesindeki haklılığı koruyamasa da yine de haklılık payı var. Mesafeyi Aramak bu payı azaltacak, çağdaş edebiyatla akademi arasındaki mesafeyi biraz daha azaltacak bir girişim oldu. Bu kitabı hazırlama fikri sende nasıl ve hangi saiklerle oluştu? Derlemeye katkıda bulunacak yazarlar ve hakkında yazılacak romanlar nasıl bir usulle belirlendi?
Evet. Tam da söylediğin gibi, akademinin güncel edebiyata uzaklığına ilişkin eleştiriler epey yaygın. Son dönem romanlara yönelik akademik ilginin ve eleştirel perspektifin eksikliği sık dile getirilen bir mevzu. Böyle bir derleme hazırlama fikri de akademisyenlerin eleştirel ilgilerini son yıllarda yazılmış romanlara yöneltmelerini sağlamak, halihazırda bu ilgiye sahip olanlara da kapsamlı analizler yapmak için fırsat sunmak amacıyla belirdi bende. Bizzat çalışmalarını ilgiyle takip ettiğim, eleştirel dikkatleriyle son dönemde yazılmış romanlara farklı açılardan yaklaşacaklarını ve ufuk açıcı yazılar yazacaklarını düşündüğüm akademisyenlere ve yazarlara teklif götürdüm. 2010 yılından sonra yayımlanmış Türkçe romanların geniş bir listesini hazırlamıştım. Yazmayı kabul eden yazarlara bu listeyi gönderdim ve önemli olduğunu ya da daha çok ses getirmesi gerekirken biraz kıyıda köşede kaldığını düşündükleri, edebiyat kamusunca ilgi gören ama çeşitli nedenlerle o kadar da etkili bulmadıkları ya da yeterince anlaşılmadığını / yanlış anlaşıldığını düşündükleri tek bir roman seçmelerini istedim. Sonraki aşamalarda birebir yazışmalarla romanlara karar verdik. Kuşkusuz, dışarda kalan pek çok roman oldu. Ama son 10 yılın romanları içinde belirgin bir hat tespit edildi ilk derlemeyle.
“Sunuş” yazında seçilen romanların çoğunun “anımsama, geçmişle hesaplaşma, travmalar çevresinde dönen, geleceğe dair bir beklentisi olmayan, ya da bu beklentisizliğin acısını şimdiden çıkaran ve onu delik deşik eden ya da geçmişe saplanmış” (s. 13) metinler olduğunu ifade ediyorsun. Dediğin gibi dışarıda kalan birçok roman olmasına rağmen bir eleştirmenler grubunun bir dönemin romanlar grubuna bakarken bu temanın ana hatta belirmesini nasıl yorumlarsın? Kitabın adına taşıyacak kadar önemsediğin mesafe kavramı açısından düşündüğümüzde burada etkili olan bu türden romanların geçmişe göre daha güçlü bir şekilde belirmesinin çağrısına kapılmak mı yoksa eleştirmenler arasında yükselen okuma pratikleri, yorumlama siyasetleri mi? Tabii bu ikiliğin arasında ya da ötesinde başka saikler de olabilir.
Hatırlama, hatırlatma arzusu edebiyatta 2000’li yıllardan itibaren kendini yoğun olarak hissettirmeye başlamıştı zaten. Bunun aynı zamanlarda daha sık dile dökülen “geleceksizlik” hissiyle yakından ilgisi var gibi geliyor bana. Edebiyat bu geleceksizliği hissetmemize neden olan hangi olayların, hangi duygulanımların üzerinden atladı? Onlara gözünü dikip bakamadı? Şükrü Argın 2008 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide söylemişti bunu:
“12 Eylül, edebiyatımızın bakmadığı değil, bakamadığı bir olaydır. Başka bir deyişle, edebiyatın gözlerini kaçırdığı değil, gözlerini üzerine çeviremediği bir olaydır 12 Eylül. Baksa, bakabilse, tıpkı içinde yer aldığı toplum gibi, kendi felaketini görecektir çünkü.”
Bu sözler ilk okuduğum andan itibaren çok sık aklıma gelmiştir. Şimdi bu kitapta ele alınan bazı romanların bunu yapabildiğine tanık oluyoruz. Bu kitapta ele alınmayan başka romanlar da var elbette. Aynı söyleşide Argın, 12 Eylül’ün bizim tarihimizde açtığı yarıktan söz eder, “üzerinden ancak unutuşun ipine tutunarak atlayabileceğimiz bir yarık...” Küresel ve yerel ölçekteki toplumsal-siyasi gelişmelerle varlığı mümkün kılınıp sürekli beslenen geleceksizlik hissi ve teknolojik gelişmeler üzerine tahayyüllerin yol verdiği distopyalardaki artış, bir yandan da belleksizleştirilmeye çalışılan toplum, geçmişi unutmayı mutluluğun temel formülü olarak ortaya atan popüler psikoloji, vs., sosyal ve beşeri bilimlerde hafıza çalışmalarına hız verdi. Edebiyatta popüler nostaljik yönelimlere yanıt vermek üzere, yüzeyseli hatırlamak ve hatırlatmakla yetinen romanların sayısındaki artışla birlikte, halihazırda çoğunluğun hissettiği nostaljik melankoliyi besleyecek gıda olmaktan öteye giden romanlar da yayımlandı. Bu hat üzerinde unutuşun ipi giderek inceliyor artık. En azından 2010 sonrası yayımlanmış bazı Türkçe romanlarda güçlü bir damar olarak bu kopuşu izliyoruz. 12 Eylül döneminde tutsaklara yaşatılan işkencelerin anlatımlarına daha sık rastlıyoruz örneğin. Anlatıcının, işkenceyi yapan ya da ona maruz kalanın zihninin içinden konuştuğunu veya daha mesafeli bir konumdan, eylem odaklı bir anlatımı tercih ettiğini görüyoruz.
Öte yandan, tematik düzlemde kolektif hafızayı mesele edinen romanların yanı sıra, 2010 sonrası romanlarda bireysel hafıza ve hatırlama pratikleri de çok sık işleniyor. Karakterlerin geçmişleriyle, hayatlarına dair seçimleriyle hesaplaşmalarına, gelecekten neredeyse hiç söz etmeden onları şimdiye taşıyan tüm adım ve dönemeçlere yakından bakma arzularına tanık oluyoruz. Ölmeden önce tüm hesapları kapama isteği gibi bir şey sanki.
Evet, bence bu hattın oluşması tam da dediğin gibi bir “çağrı”. Ama geleceğe değil sanki. Geçmişe ve o geçmişin feci halde yaraladığı şimdiki âna bir çağrı.
Benim gözlemlediğim kadarıyla bu çağrı, romancının tematize ettiği meselelere sirayet ettiği kadar eleştirmenin kavramsal dağarcığına da sesleniyor. Hatırlama romanlarda çeşitli veçheleriyle tezahür ederken eleştirmenin hatırlamaya, unutmaya, travmaya, felakete dair dikkati ve özeni artıyor, kavramsal ufku da genişliyor. Burada şöyle bir tehlike de belirebilir: Sosyolojide, antropolojide, kültürel çalışmalarda, hafıza araştırmalarında, ekolojik kuramlarda, insan-sonrası teorilerde revaçta olan bir temayı dert edinirken eleştirmen metni, temanın ve derdin edilgen nesnesi haline getirebilir, metni bir vakaya, temalar toplamına indirgeyebilir. Bu tehlikeyi bertaraf edemeyen araştırmalarda metnin metinselliği silinip metin teorinin pürüzsüzce işlediği bir örnekler düzleminden ibaret olabiliyor. Tabii çoğu durumda bu ilişkiler bu derece keskinleşmeyip yaklaşımla metin arasında farklı dengeler, değişken mesafeler kuruluyor. Mesafeyi Aramak’ı bu minvalde düşündüğünde tematik düzlemle anlatının yapısal kuruluşu arasındaki diyalog ana hatlarıyla nasıl gerçekleşmekte? Daha çok anlatıbilimsel analize ağırlık veren ya da metni formunu çok da ön plana çıkarmadan kavramlarla düşünen yazılar da var mı?
Sözünü ettiğin risk benim de hep kafamı kurcalamıştır. Özellikle edebiyat metinlerinin bazı sosyolojik, antropolojik, iletişim odaklı çalışmalarda tematik düzeyde bir malzeme yığını olarak algılandığını gördüğüm zamanlar, bunun anlamı üzerine hep düşünürüm. Kuşkusuz edebiyat toplumsal belirlenimi kuvvetli bir alan. Dolayısıyla odaklanılan dönemin sosyolojik ve kültürel yönelimleri, tartışmaları bir biçimde metinlere sirayet edecektir. Ama çalışmaların sadece bu izleri takip eden ve saptayan birer detektöre dönüşmesi, farklı anlatı biçimlerinin anlamlandırılmasını, biçim-içerik diyalektiğinin saptanmasını engelleyecek, dolayısıyla çalışma tek yönlü işleyen, toplum-edebiyat ilişkisinin dinamizmini yüklenemeyen, “malumun ilamı”ndan öteye gidemeyen bir noktaya saplanacaktır. Özgün formların anlattıklarına kulak tıkamak, tümeli, kolektifi dönüştürme potansiyeli taşıyan tikellerin, bireyselliklerin ihmal edilmesine, dolayısıyla meselenin eksik ele alınmasına yol açacaktır.
Mesafeyi Aramak’taki yazıların çoğunda romanların kolektif ve bireysel hafıza, aile, erkeklik, travmalar bağlamlarında ele alınması, sözünü ettiğin tehlikeye yol açabilirdi kuşkusuz. Ama bana kalırsa bu yazılarda odağa alınan romanlar, tema-form ilişkisinin dolayımlı yapısı dikkate alınarak inceleniyor. Sözgelimi Deniz Gündoğan İbrişim, Burhan Sönmez’in Masumlar romanını “travma” meselesi etrafında incelediği yazısında, anlatım hızına ya da anlatımın parçalılığına ilişkin değişimleri romanın teması bağlamında yorumluyor. Bazı bölümlerde anlatı hızında yavaşlamaların ve kurguda parçalı yapının açığa çıkmasını, karakterin hikâyesiyle birlikte ele alıyor. Benzer biçimde Erol Köroğlu’nun “Terk Eden” yazısı da, Uzun Yürüyüş romanındaki anlatı kuruluşunun metnin anlamını nasıl belirlediği ve bu belirlenim sürecindeki çelişkiler üzerine. Metnin formunu, anlatmaya çalıştığı şeyden bağımsız düşünmüyor. Yalçın Armağan, Uyku Krallığı romanını anlatıbilimin belli başlı unsurlarından yola çıkarak inceliyor. Anımsama üzerine kurulu bir romanın zamanı nasıl kurguladığını ayrıntılı bir biçimde analiz ederek bazı ihmaller saptıyor. Leyla Burcu Dündar, Haydar Karataş’ın Gece Kelebeği romanını incelediği yazısında, romanda gerçekliğin kuruluşunu ve anlatının formunu metnin ideolojik konumlanışında önemli bir unsur olarak işaret ediyor. Travmatik olaylar yaşayan bir çocuk zihninin metnin formunu nasıl belirlediğini ve bunun toplumsal hafızanın inşasında tuttuğu yeri dikkate alıyor. Emel Uzun Avci ise Kıymetli Şeylerin Tanzimi üzerine yazısında metnin parçalı yapısının, toplumsal anlamıyla “aile” kavramının veçhelerini çağın hızına ve parçalı bakışına uygun bir biçimde izlememizi mümkün kıldığını söylüyor. Keza diğer yazılar da romanların metinselliğini görmezden gelerek onları pasif birer tematik yığına indirgeyip toplumsal tartışma odaklarına sürüklemiyorlar asla. Her bir romanın çağına, çağının tartıştığı, tartışmayı arzuladığı meselelere hangi özgün ve ince bağlarla bağlandığını anlamaya çalışıyorlar.
Mesafeyi Aramak’ın sunuşunda ve kitapla ilgili olarak verdiğin söyleşilerde günümüz edebiyatına dair bu türden derlemelere devam etmek istediğinden söz ediyorsun. Derleme yapmak, eleştirel emeği kolektifleştirmek ve bakış açılarını çoğaltmak açısından kıymetli bir imkân. Ancak yazıların birbirine göre konumları çok iyi tasarlanmadığında başlığın vaat ettiğiyle yazıların gerçekleştirdiği arasındaki örtüşme zayıf kalabiliyor. Kısmilikler, perspektifler, önceden tasarlanamaz haller ve maddi kısıtlar söz konusu olduğu için başlığın her noktasını kuşatan mutlak bir örtüşme beklemenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Örneğin alt başlığımızda olduğu gibi “2010’lu Yılların Romanları Üzerine Yazılar” derken bana göre 2010’lu yıllarının romanını her yönden kuşatma iddiasından çok yola çıkış noktasına, birleştirici unsura işaret ediliyor. Böyle olunca 2010 sonrası romana dair farklı derlemeler farklı yollar ve tasarılar anlamına geliyor. Mesafeyi Aramak’taki tecrübenden yola çıkarak günümüz edebiyatını çaprazlamasına kesen derlemeler sence neye dikkat etmeli? Bu derlemenin dışında kalan birçok önemli roman olduğu aşikâr, başka derlemeler bu açıdan roman havuzunu derinleştirecektir. Buna ek olarak günümüz romanına bakarken ihtiyacımız olduğunu düşündüğün derleme perspektifleri nelerdir?
Sürecin başında fikrini sorduğum pek çok kişi, romanların seçimi ve seçilen romanların 2010 sonrası dönemi temsil edebilme potansiyeli üzerine benzer endişelerini dile getirdi. Ben de bu endişelerin çoğunu paylaşıyordum elbette. Neticede sayıları 300’ü bulan, belki aşan bir roman sayısından söz ediyoruz. Yayımlanan bu romanlar içinde izlenebilecek çok sayıda tematik-biçimsel hat var. Açıkçası ben buna rağmen işe girişmeyi tercih ettim. Nihayetinde bu işin, 2010’ların romanlarına dair bir “son söz” söyleme iddiası yok. Olması da abes olurdu zaten. Devamının gelmesini dilediğimiz, 2010’lu yıllarda yazılmış romanlara dair eleştirel-bilimsel bir bakış açısı sunabilecek, farklı odakların tespit edilmesini mümkün kılacak bir derleme bu.
Karmaşıklaşmış, gittikçe daha da karmaşıklaşan, sıcak gündemin hayatlarımızı kuşattığı, özgür ve adil bir dünya hayalinin derin yaralar aldığı, ama aynı anda yeni teknolojik imkânlarla yeni direnme biçimleri geliştirdiğimiz, nefes alma yolları açtığımız bir çağın içindeyiz. Bunlar üzerine düşünce üreten sosyal ve beşeri bilimlerde tartışılmakta olan pek çok mesele, romanlar bağlamında da tartışılabilir halde. Romanların bir yanıyla bireysel yaratıma, diğer yanıyla da toplumsal üretime bağlı oluşlarını dikkate alarak onlara yaklaştığımızda, romanları alt türlerde kategorileştirmek, tematik açıdan sınıflandırmak giderek zorlaşıyor. Mesafeyi Aramak’taki yazıların çoğu, hem hafızayı mesele edinen roman sayısındaki artış hem de eleştirmenlerin ilgi ve dikkatinin o yönde olmasıyla bir tematik ortaklığa atıf yapabilecek hale geldi. Farklı hatları takip eden derlemeler mümkün elbette. Sözgelimi bu dönemin “toplumcu gerçekçi” romanlarından söz edebiliyor muyuz? 1970’li yılların toplumcu gerçekçi romanlarıyla farklı açılardan diyalog halinde olan, duygulanım odağında hikâye anlatma biçimlerinin, odaklanma tercihlerinin farklılaştığı ama edebiyata bir toplumsal görev atfetmeyi sürdüren bir romancılık çizgisi seçebiliyorum ben günümüzde. Bunun karşılaştırmalı bir biçimde tartışılması edebiyat eleştirisinin varlığını daha da anlamlandırır bana kalırsa. Benzer bir biçimde, insanın yaşamın merkezindeki tahtından inmesi gerektiğini öne süren posthümanizm tartışmalarının izlerini, yansımalarını romanlarda da görebiliyoruz. Bu kavramın özellikle 2010’lu yıllarda daha çok tartışılır olması da anlamlı elbette. Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu adlı kitabın yazarı Başak Ağın, bloğundaki “Posthümanizmde Teknoloji ve Bilim: Bilime Düşman mıyız?” başlıklı yazısında, “Bugün insanın nerede bitip teknolojinin nerede başladığını ayırt etmek artık mümkün değildir” diyor. İşte tam da bu noktadan, değişip dönüşen insan oluşlar açısından yazılan romanlara baktığımızda da çok dikkat çekici sonuçlara varabileceğimizi düşünüyorum. Öte yandan “yeraltı edebiyatı” olarak sınıflandırılan romanların özgürleşme ve adalet bağlamında barındırdığı imkânlar ve tuzaklar üzerine de yeterince durulmadı bana kalırsa. Bu alanda edebiyat sosyolojisinden hareketle yazılacak eleştirel yazılar da edebiyat-toplum ilişkisi üzerine farklı perspektifler edinmemizi sağlayabilir.
İşin zorluğu ise, bu temaların, yönelimlerin çoğu zaman iç içe geçmiş olması. Tek bir kavram, düşünce, akım ışığında romanlara yaklaşıldığında, bazılarının bu iç içe geçmiş, birbirini doğuran fikirlerle örülmüş yapısı ıskalanabilir. Dönem edebiyatı üzerine çalışıyorsanız, indirgeme riski hep var. Dönemin romanlarına özgü çatı kavramlar, kuşatıcı yönelimler düşünmeye çalışıyorsunuz. Bunun bir tasavvur, bir “icat” olmadığından emin olmak istiyorsunuz. Bazı romanlardaki perspektif ortaklığı da bunu mümkün kılabiliyor. Ama roman, katmanlaşabilen yapısı, hakikati bu katmanları birbirine bağlayarak, birbirine örerek sezdirme gayretiyle, sizin elinizdeki tek bir çatı kavramdan çok daha fazlası olabiliyor. Derleme hazırlarken, romanları her birindeki bu “fazla”nın bilinciyle bir araya getirmek, indirgemenin anlamlı, dolayısıyla kaçınılmaz olduğu durumlarda da okura bunu açıkça duyurmak çok önemli görünüyor bana. Bir önceki sorunun yanıtında dediğim gibi, edebiyat eleştirisi kavramsal-düşünsel bir detektöre dönüşmekten kaçınacaksa, metinlerin özgün, kendilerine has örgülerini ne pahasına olursa olsun gözden kaçırmamalı. “Fark”ı, ortak olana kurban etmemeli. Bu da bence işin en zor, zorluğu ölçüsünde kıymetli yanı.
•
GİRİŞ RESMİ:
Jale Özata Dirlikyapan (TRT2'deki Karalama Defteri programından.)