Paul Auster ve Amerikan miti

"İyi bir Auster okuyucusu bir yerden sonra hep aynı romanı okuduğu izlenimine kapılabilir. Bunun bir zayıflık olarak görülmesinden ziyade, tutkulu bir romancının kendi yazı evrenini kurması olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak aynı zamanda da bu durum, onun metinlerinin ulusal alegori yaklaşımı çerçevesinden de okunabileceğinin bir örneğidir."

23 Haziran 2022 03:44

Her kültürün, uygarlığın, ulusun bir arada kalabilmek için anlatılara ihtiyacı vardır. Kurumsallaşmış ve dolayısıyla toplumsallaşmış her türlü davranış kalıbı anlatılar üstüne inşa edilmiştir. Bu toplumsal anlatılar kültürel kodların, kültürel kodlar da bireylerin kendi dünyalarının anlamlandırılmasına yardımcı olur. Bireysel anlam arayışının büyük anlatılar vasıtasıyla kolektif unsurlara bağlı olması ulus-devletlerin ortaya çıktıkları ilk dönemlerde siyasi olarak ulus-devletleşme sürecinde son derece işlevsel olmuştur. 19. yüzyıl romanı büyük oranda bu kolektif amaca hizmet etmiştir. 19. yüzyıl yazının, okumanın ve kitabın yıldızının parladığı devirdir. Tarihin ilk okuryazar sınıfı olan burjuvazi iktisadi ve sosyal hayatta artık başat aktör konumundadır. Özellikle roman, okuma zevkinin yanında önemli bir ticari meta haline de gelmiştir. Kitap ve okumanın yaygınlaşması ulusal dillerin ayrışmasına ve kendine içrek bir yapı kazanmasına da hizmet etmiştir. Tam da ulusal anlatıların ortaya çıktığı, modern bir form kazandığı ve milli bir inşa sürecine hizmet ettiği yılardır bunlar. Bu romanların önemli bir kısmı birçok kültürde ya büyük anlatıların üstüne kurulmuş ya da onları pekiştirmiştir. Bazıları düpedüz bu anlatılara muhalefet etse de, söz konusu çağın ya da anlatıların diyelim, duygu ve düşünce dünyasından kaçamamıştır.

Bu açıdan bakıldığında Fredrich Jameson’un “ulusal alegori” yaklaşımı, romanın palazlandığı 19. yüzyıl referans alınırsa bir sonuç olarak okunabilir. Jameson bunu üçüncü dünya ülkeleri için söylemiş olsa da, kanımca bu genelleme tüm ülkeler için yapılabilir. Jameson Batıdaki alanlar arası ayrımın ve bireyin, üçüncü dünya ülkelerinde yeterince gelişmediğini, bu nedenle özellikle romanın dönüp dolaşıp Batı dışındaki ülkelerde aynı hikâyeyi anlattığını ileri sürer. Bu ülkelerde siyasal ve toplumsal olanın her şeye olduğu gibi edebiyata da fazlaca dahil olduğunu iddia eder. Fazla indirgemeci olan bu yaklaşım, siyasal ve toplumsal gibi yerine göre muğlak kavramlardan ziyade, kültür gibi daha geniş bir çerçeveden ele alınırsa bütün ülkeler için pekâlâ söylenebilir. Yani her romancı kendi ulusal alegorisini yazar ya da hiçbir romancı ondan tam anlamıyla kaçamaz.

20. yüzyıl romanı ya da modern roman, bir noktada büyük anlatıların öldüğünün de ilanıdır. Bir önceki yüzyılın devasa romanlarının görünür neden-sonuç ilişkileri, her şeyi bilen kadir-i mutlak yazarı, apaçık ortada olan anlamı, görüntülerin arkasından buradayım diye parlayan öz artık çok uzaktadır. 20. yüzyılda muğlak bir dünyada karanlıkta yönünü arayan bireyler gibi kurgu kahramanları için de hayat artık o kadar da kolay ve belirli değildir. Uğrunda mücadele edilen ve inanılan her şey anlamını yitirmiştir.

20. yüzyıl ve içinde bulunduğumuz yüzyıl için büyük anlatıların öldüğü tezi önemli ölçüde elbette kabul edilebilir. Ancak Jameson’un ulusal alegori yaklaşımıyla kastettiği olgunun kültür şemsiyesi altında bütün dillerde geçerli olduğu da pekâlâ söylenebilir. Sadece romanın değil, her türlü kurgusal anlatının temsil penceresinden bizatihi alegorik olduğu da azımsanmayacak bir olgudur kanımca.

Bu girişle birlikte Paul Auster’ın modern romanda nerede durduğuna bakmak onun temalarını anlamamızı da kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum. Yazı, kader, rastlantı, şans, bellek, kimlik, aile, cinsellik, kayıp, arayış Auster’da öne çıkan izleklerdir. İlk basılan romanı Cam Kent’ten (Quinn kendisini telefonla arayan gizemli bir sesin ardından tüm hayatını hiç tanımadığı bir adamı izlemeye adar) son romanı 4321’e (Archie Ferguson adlı roman kahramanının tesadüfler sonucu birbirinden ayrılan dört farklı hayat hikâyesini ABD’nin siyasi ve kültürel tarihi içinde okuruz) kadar eserlerinin kurgusunun bu temalar etrafında döndüğü söylenebilir. Öyle ki, iyi bir Auster okuyucusu bir yerden sonra hep aynı romanı okuduğu izlenimine kapılabilir. Bunun bir zayıflık olarak görülmesinden ziyade, tutkulu bir romancının kendi yazı evrenini kurması olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak aynı zamanda da bu durum, onun metinlerinin kültür perspektifinden ulusal alegori yaklaşımı çerçevesinden de okunabileceğinin bir örneğidir.

Paul Auster romanının bütün bu temalarının yanında başka bir derdi daha vardır. Bunu genelde Amerikalı, özelde Brooklyn’li olmak nasıl bir şeydir diye formüle edebiliriz. Aslında bu soru daha geniş ya da daha spesifik düzeyde hem Auster’ın kuşağına ait yazarların hem de kısmen sonraki kuşağın Amerikalı yazarlarının temalarındandır. Dave Eggers’dan talihsiz bir şekilde hayatına son veren David Foster Wallace’a kadar bir sonraki kuşak da Amerikalı olmak ne demektir sorusuna cevap aramaya çalışmıştır. Hatta Jonathan Franzen’in metinlerindeki çözülen, yeniden bir araya gelen büyük Amerikan ailesini büyük Amerikan ulusunun bir izdüşümü olarak da okuyabiliriz. Peki, gerçekten Amerikalı olmak ne demektir? Bir Amerikalı romancı için kök neden problematiktir? Diğer ulus-devletlerden bir farkı var mıdır?

50 eyaletten oluşan federal bir sisteme ve dünyanın en önemli ekonomik ve askerî gücüne sahip, 1945’ten itibaren “süper güç” olarak anılan, kuvvetler ayrılığı prensibini önemseyen ABD’nin yapmaya çalıştığı şey, en azından teorik olarak, etnik ve ırksal çeşitliliği ortak bir potada, evrensel vatandaşlık hakları çerçevesinde birleştirme çabasıdır. 1787 yılından itibaren yürürlükte olan anayasasının temelini bu ülkü oluşturmaktadır. Anavatanlarından bir şekilde ayrılan Avrupalılar, bir noktada köklerinden kaçarak başka bir kök oluşturmak için Amerika’ya geniş rağbet göstermişler ve bu göç artarak sürmüştür. Bu yerleşimciler için bireysel özgürlük her şeyden önce gelmektedir. Bugün de bu mitin peşine takılarak Amerika’ya yerleşmeye çalışan çok insan var. Denebilir ki, özgürlük Amerika’nın ulusal anlatısıdır. Göçten doğan çeşitliliğin korunmasında yaşanan sorunlar, acılar ve haksızlıklar, Amerikan edebiyatının Amerika’da üretilen diğer sanat dallarına oranla açık yüreklilikle üstüne gittiği konulardandır. Yani bir anlamda ülke için yaratılan büyük anlatı reel düzeyde karşılık bulmayınca, ortaya çıkan kırılma yaratılan anlatı oranında büyük olmaktadır. Özgürlüğü kendi mitine şiar edinen bir ulusun sicili hayli kabarık bir kölelik geçmişi olması da, mevcut anlatıyla yaşanan olgular arasındaki gerilimi yansıtması bakımından bir hayli ilginçtir.

İşte Paul Auster romanlarındaki Amerika tam da bu kırılmanın üstüne inşa edilmiştir. Vietnam Savaşı da vardır orada, ekonomik kriz de, Amerikan kültür tarihi de, distopik bir toplum beklentisi de, bir çeşit kaçış da. Auster’ın roman kahramanlarının içine düştükleri durum, bu kolektif düzeyde yaşanan şizofrenik kırılma ya da dışa kapalılığın alegorisi olarak da okunabilir.

Philip Roth da zamansal farklılığa rağmen aynı şeyi yapmıştır. Tıpkı göçmenlerin yeni bir başlangıç arayışı gibi, aile ya da ulus ondan kaçılarak bulunan şeydir aslında. Roth’un romanları, göçmen topluluğundan koparak daha büyük bir bütünün parçası olmaya çalışan ve bu uğurda yoğun acılar çeken, sonra geri “evine” dönen kahramanlarla doludur. Hepsi süslü Amerikan ulus mitini aramaktadır. Ancak Auster’ın Roth’dan farkı, ironik bir şekilde Amerika’da görece az okunmasına neden olan şeydir belki de. Auster, Amerika’yı yazan bir Amerikalı yazardan çok, Amerika’yı yazan bir Avrupalı yazar gibidir. Ana hikâye içinde ilginç bir sürü hikâyeyi oyuncu ama sade bir üslupla anlatır. Amerikan kültür tarihinin kaydını tutar. Daha önce bir Amerikalı romancının olmadığı şekilde hem oyunbaz hem edebi olmayı başarmış ve bir anlamda, özellikle kariyerinin başlangıcında kendi içine kapanan bir yazı dünyası inşa etmiştir. Romanlarının labirentimsi bir yapısı, çıkışların ve girişlerin birbirine karıştığı koridorları, tesadüflerle örülen dikiş yerleri, merkezi devamlı değişen kurgusal bir geometrisi vardır. Bütün bunlara edebi bir derinlik de vermeye çalıştığında, bir anlamda ortaya adeta bir Fransız gibi yazan bir Amerikalı çıkar. Ya da tam anlamıyla köklerine dönmeye çalışan bir göçmen gibi bir Amerikalı. Bu da şaşırtıcı değildir aslında, zira Auster yirmili yaşlarında gittiği Paris’te hem dönemin değerli entelektüelleriyle tanışma fırsatı bulmuş, hem 20. yüzyıl Fransız şiiri üzerine kayda değer bir antoloji hazırlamış hem de ülkesine ondan uzaklaşarak dışarıdan bakabilmiştir.

Auster’ın merak uyandıran tuhaf kurguları Amerikan okuyucusu için belki de fazla “edebi” olduğundan, görece daha az teveccüh görmüştür kendi topraklarında. Tam da bu nedenle, başta Fransa olmak üzere Avrupa’da daha çok okunmuş ve saygı duyulmuştur. Keza Türkiye’de de belli bir okuyucu kitlesine sahiptir. Auster’ın Türk okuyucu nezdinde kabul görmesi, bir yönüyle edebiyatın Türkiye’deki algılanışıyla ilgili olabilir. Edebi romanlardaki oyunbaz kurgular hoşumuza gitmektedir. Sonuçta bir kan uyuşması olduğu açık. Yazarın kıvrak ve hızlı okunan düzyazısının altında onun sinema geçmişinin de etkisi olduğu muhakkak. Auster’ın hem yönettiği hem senaryosunu yazdığı dört uzun metrajlı filmi var. Sanırım belirtmeye gerek yok ama bunlar da “edebi” filmler ve temalarında hep yazı ve yaratım var. Auster kök arayışını yazıda sonlandıran o büyük yazarlar ailesine aittir.

Bugün Auster en az kendisi kadar ilginç ve çok yönlü bir yazar olan, ama ne yazık ki Türkiye’de ancak sahaflarda bulabileceğimiz iki romanının haricinde yayınevlerinin ilgi göstermediği karısı Siri Hustvedt’la birlikte Brooklyn’de yaşamaya ve belki de roman yazmaya devam etmekte. Zira son romanının bir tür vasiyet olduğunu belirttikten sonra artık kurgu eser yazar mı bilinmez! Ama tabii unutulmamalıdır ki, her romancının mutlaka yazılmadık bir romanı daha vardır.

•