Latin Amerikalı yazarların otobiyografik metinleri kurmaca kitapları kadar ilgi görüyor. Márquez’den Neruda’ya, Vargas Llosa’dan Allende’ye pek çok yazar anılarını kaleme almış. Otobiyografi yazmaya karşı Roberto Bolaño ve Julio Cortázar gibi örnekler var
04 Şubat 2015 22:25
“Şimdi ne olacak José?” diye sorar Brezilyalı şair Carlos Drummond de Andrade bir şiirinde. “Yürüyorsun iyi ama / nereye doğru José?” Herhangi bir Brezilyalı ya da hiçkimsedir José. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano da benzer bir tanımlamayla “los nadies” der kıtanın insanına: hiçkimseler. Latin Amerika edebiyatının en güçlü damarı tam da bu hiçkimseyi ya da hiçkimsecikleri anlatır. Onlarla birlikte kendi hikâyelerini kaleme alan Gabriel Garcia Márquez, Pablo Neruda, Graciliano Ramos, Mario Vargas Llosa gibi yazarlar, şairler Latin Amerika’yı ve José’leri anlamak için kurmaca yapıtları dışında da “tanıklıklarına” başvurulan, “hakikat kredileri” güçlü, güvenilir “kimse”lerdir.
Son yıllarda ilgi gören bellek çalışmalarının kalbindeki temel sorulardan biri olan tanıklığın güvenilirliği konusunun Latin Amerika özelinde edebiyatla kesiştiği yerde pek çok yazarın neredeyse romanları, şiirleri kadar, hatta onlardan daha çok ilgi gören otobiyografilerine, anı kitaplarına varırız. Arjantinli kültür eleştirmeni Beatriz Sarlo Geçmiş Zaman adlı kitabında “anılar döneminde yaşıyoruz” diyerek öznel anlatıların artan önemine dikkati çekerken şunun da altını çizer: Hatırlamak kadar anlamak da önemlidir. Dolayısıyla hatırlamak anlamak içindir de ve otobiyografik metinler biraz da anlamak için yazılmıştır, onun için okunmaktadır. Latin Amerikalı yazarların otobiyografik anlatıları bu yaklaşımdan izler taşır. Örneğin Gabriel Garcia Márquez’in Anlatmak için Yaşamak adlı otobiyografisi yazarın kendisini anlamak için çıktığı bir yolculuktur; öte yandan Márquez’in anlattıkları bir katmanıyla ülkesi Kolombiya’yı anlamaya, nihayet kısmen kıtasını anlatmaya yarayacak parçalar da sunar okura.
Bahsedeceğimiz Latin Amerikalı yazarların çoğu, anıları yoluyla “hakikati” anlatmaya karşı mesafeli bir duruş takınmış. Örneğin Márquez Anlatmak için Yaşamak’ta açıkça belli ediyor bu mesafeyi. Dünyada da çok satan bir yazar olan Şilili Isabel Allende’nin Yüreğimdeki Ülkem olarak Türkçeye çevrilse de orijinal adı Mi Pais Inventado yani “uydurulmuş/icat edilmiş ülkem” olan ve zaman zaman eleştirilen anıları da adıyla bile benzer bir mesafeyi imliyor.
Anlatmak İçin Yaşamak’ta şöyle bir anı aktarır Márquez: Yazar, gazetenin ofisinde beklenmedik bir saatte heyecanla yazı başına oturmuştur. Arkadaşı yaklaşıp “Günün bu saatinde burada ne yapıyorsun?” diye sorar. “Hayatımın romanını yazıyorum.” der Márquez. “Bir tane daha mı? Senin de kedilerden daha çok hayatın varmış.” diye takılır arkadaşı. Márquez şöyle yanıtlar: “Aynı hayat bu yazdığım da, ama başka bir şekilde...” Romanlarında da pek çok otobiyografik öğe olduğu bilinir Márquez’in, örneğin Kolera Günlerinde Aşk anne ve babasının hikâyesinden esinlenmiştir. Belki de Anlatmak için Yaşamak’ı kurmaca yapıtlarından ayıran, en çok da üzerindeki “otobiyografi” ibaresidir. Otobiyografisine başlarken şöyle yazar: “Hayat insanın yaşamış olduğu şey değildir, anlatmak için neyi nasıl hatırladığıdır.”
Márquez’in otobiyografisi annesiyle çıktığı bir yolculukla başlar ve eşi Mercedes’in onun aşkına karşılık vermeye başladığı bir mektupla sonlanır. Yazar böylece çerçeveler anlatacaklarını. Bu semboliktir de; Márquez Anlatmak İçin Yaşamak’ın son noktasını koyarken annesi de hemen hemen aynı saatlerde hayata veda eder. Yazarın hatırladıklarının ilginç bir özelliği var: Kitapta beş yüzün üstünde “ilk” kelimesi kullanılır, benzer şekilde “en”lerle de örülüdür Anlatmak İçin Yaşamak. Bir “ilk”ler ve “en”ler kitabıdır biraz da. Yaşamının anlatacağı kısmını sınırlandırmış da olsa cömerttir Márquez. Kendisi hakkında bilinmeyen kimi şeyleri fısıldar. Örneğin karanlıktan korkmaktadır 75 yaşında bile, büyükannesinin çocuklukta anlattığı fantastik öykülere, o “büyülü gerçeğe” bağlar bunu. Yaralarını da açar, belki bir kısmını. Annesiyle babasının tutuştuğu bir kavga ve uçuşan kelimeler onda iyileşmez bir yara açmıştır örneğin.
Hatırlamak, duyuların işidir biraz da. Bunu Márquez de, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum adlı anılarında Neruda da gösterir. Márquez gece rüyalarında bile duyduğu, ailesiyle kaldığı evin koridorundaki yasemin kokusunu, Neruda Valparaiso tepelerinin kokusunu yazar anılarında. Márquez, Proust’un madeleine ile yaşadığına benzer bir deneyim de yaşamıştır çocukluğunu geçirdiği köye gittiğinde: “Çorbayı tattığım andan itibaren içimde uyuyan bütün bir dünyanın birden uyanmakta olduğunu hissettim.” Ve böylece duyulara tutunarak hatırlar.
Beatriz Sarlo, anının zamanı şimdiki zamandır, der. Neruda’nın deniz kıyısında yazdığı anılar destekler bunu: “Anılarıma dalmışken birden uyanmak zorunda kaldım. Denizin sesi. Isla Negra’da, kıyıda yazıyorum...” Şöyle seslenir sonra geçmiş zamana: “O çok uzaktaki yıllar... Onları yeniden kurmak, adeta şu an duyduğum dalgaların içimde bir şeylere durmadan dokunması gibi, bazen beni uykuya daldıran bir ninni, neden sonra birden ani bir kılıç darbesi. O nedenle bu görüntüleri de kronolojik bir sıraya sokmayacağım, tıpkı gelip giden dalgalar gibi...” Vurup kaçan bu anıları Márquez de Neruda da katı bir kronoloji izlemeden, yine de zamansal bir çerçeveye koyarak yazmışlardır. Aynı zamanda diplomat olan Neruda’nın anıları gezi yazılarını, şiirle flört eden kesik kesik anı parçacıklarını, düş kırıntılarını da içerir. Márquez bir romancı, Neruda bir şair gibi yazar anılarını. Bu gelgitler, Perulu yazar Llosa’nın anı kitabı Sudaki Balık’ta bir tür zamansal zikzaka dönüşür. İki katmanda ilerler Llosa’nın anıları: Çocukluğunu anlattığı bölümlerin arasına politik hayatına, özellikle cumhurbaşkanlığı adaylığına dair anılarını yerleştirir yazar.
Brezilyalı Clarice Lispector ve Machado de Assis gibi otobiyografik metinler bıraksalar da, onları bir araya getirmemiş olan ve Graciliano Ramos gibi çarpıcı günlükler yazan diğer Latin Amerikalı yazarlarla bu isimlerin önemli bir ortak özelliğini anımsamak gerekir. İçerik olarak en basit şekilde bugünün internet bloglarına benzetilebilecek crônica/crónica yazarıdır çoğu. Latin Amerika’nın, edebiyatın gazetecilikle birleştiği yerdeki en önemli düzyazı geleneği olan bu tür, kıta yazarlarının otobiyografik yazılarının başarısında etkilidir. Bu metinlerin yoğunluğunu ve akıcılığını crônica yazmaya da borçlu oldukları söylenebilir.
Otobiyografi yazmamayı tercih eden Şilili Roberto Bolaño ve Arjantinli Julio Cortázar gibi yazarlarsa aynı kaygıda birleşir: Samimiyet. Cortázar otobiyografisini yazmaz ama çocukluğunun geçtiği yerlerden topladığı fotoğraflarla hazırladığı bir biyografik albüm yayımlamıştır. Paris Review’a verdiği söyleşide şöyle anlatır neden otobiyografi yazmadığını: “Otobiyografiyi sevmiyorum. Asla anılarımı yazmayacağım. Başkalarının otobiyografileri elbette ilgimi çekiyor ama kendiminki değil. Hayat hikâyemi yazarsam gerçeğe bağlı kalmam, dürüst olmam gerekir. Hayali bir otobiyografi yazamam. O zaman da bir tarihçinin işini yapmış olurum ki bu sıkıcı bir iş benim için. Çünkü ben icat etmeyi, hayal etmeyi tercih ederim.”
Bolaño da bir crónica yazarıdır ama otobiyografiye sıcak bakmaz. Düzyazıları Parantez Arasında adlı bir kitapta toplanmıştır. Yasemin Çongar bu kitabı “hiç yazılmayacak bir otobiyografinin dağınık sayfaları” diye tanımlamıştı. Evet, asla bir otobiyografi yazmayacaktır çünkü ikiyüzlülüğe karşı pek çok cephede savaş vermiş Bolaño sahte bir tavır bulur anı anlatıcılığında ve şöyle der: “Bütün kitaplar arasında anılar en yanıltıcı olanlardır çünkü giriştikleri sahte tavır çoğu zaman fark edilmez. Oysa anılarını yazanlar çoğunlukla kendilerini savunma derdindedir. Anılarla gösteriş hep elele yürür. Yalanlarla anılar çok iyi anlaşırlar.” Neruda’nın anılarının özellikle son bölümünde bir açıdan Bolaño’yu haklı çıkardığı ve eleştirmenlere cevap verip kendini savunmaya, poetikasını anlatmaya giriştiği notunu da düşmek gerekir.
Latin Amerika edebiyatında otobiyografi türüne ilişkin en iyi iki cevap yine edebiyatın içinden, kurmacadan gelmiştir. Machado de Assis Mezarımdan Yazıyorum adlı romanında öldükten sonra hayatını anlatan bir başkahraman kurgular ve otobiyografinin tür olarak tamamlanamazlık yazgısına işaret eder. Borges’in kısa metni “Borges ve Ben” ise yukarıda sıraladığımız, otobiyografik metin yazmak/yazmamak konusundaki tüm arada kalmışlıklara, samimiyet kaygılarına, en çok da gerçeklikle araya konulmaya çalışılan mesafeye cevap verir aslında. “Borges ve Ben”de yazar olan Borges ile anlatıcı olan Borges’in arası iyi değildir. Borges, sonsuz bir çabayla Borges olmaya çalışmaktadır. Nihayet anlatıcı Borges, yazar Borges yüzünden her şeyini kaybettiğini, artık her şeyin yazar Borges’e ya da unutuşa ait olduğunu söyler ve ekler: Zaten “Borges ve Ben”i yazanın da hangi Borges olduğu belli değildir.
Anlatıcı Borges nerede biter, yazar Borges nerede başlar bilemediğimiz gibi, değindiğimiz otobiyografik metinlerde de kurgu nerede bitiyor, gerçek nerede başlıyor bilemiyoruz. Bu da bize gerçekten/hakikatten bahsederken küçük harfler kullanmayı salık veriyor. Ne var ki Latin Amerikalı yazarların harikulade otobiyografik metinleri lezzetlerinden hiçbir şey kaybetmiyor biz bu sorularda dolaşırken. İyi ki yazmışlar diyoruz. İyi ki bize geçmişlerinden manzaralar, bu manzaralardan parçalar göstermişler, iyi ki bizi José’leri ve ülkelerini anlamaya bir adım daha yaklaştırmışlar.