Joseph Roth, titizlikle imal ettiği bir üst kimlikle sürgün edebiyatının siyasî ve coğrafî çerçevesinin ötesine geçerek “sürgün” kavramının hakikatini zamansal bir nostalji eksenine yerleştirir
21 Aralık 2017 14:00
Wulf Köpke, antifaşist edebiyata ilişkin makalesinde antifaşizmin kavramsal olarak uluslararası ya da en azından ulusal düzeyde bir faşizmin mevcudiyetini önkoşul olarak gerektirdiğini söylerken, bunun demokrasi ve komünizm karşıtı, saldırgan bir halk hareketinden kaynaklandığını belirtir. Nitekim faşizmin Almanya’da su yüzüne çıkan örneği olan nasyonal sosyalizmin ırkçı ve antisemitist bir söylem üzerine kurulması söz konusudur. Köpke, faşizmin bu biçimde baş gösterişini Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nda yaşadığı yenilginin intikam girişimi olarak yorumlar. Temel hedeflerden biri, geniş bir Avrupa coğrafyasına yayılmış bütün Almanca konuşan insanları ırksal bir söylem merkezinde birleştirmektir. Öte yandan 30 Ocak 1933 tarihinden itibaren ülkenin resmî yönetim biçimi ilan edilen nasyonal sosyalizme ve Nazi zihniyetine karşı itiraz sesleri de yükselir. Ancak Nazi söylemine başkaldırı -ilk etapta- mutlak sürgünle neticelenir. Kimi yazar zorunlu olarak, kimileri kendi seçimiyle sürgüne gider. Bu sürgün yazarları arasında Thomas Mann ve Oskar Maria Graf gibi isimlerin yanında yer alan en önemli yazarlardan biri, Yahudi kökenli olduğu bilinen Avusturyalı yazar Joseph Roth’tur.[i]
Nazi söylemi yaşam alanlarının tamamına hükmettiğinden, edebiyat açısından da bir karşıt kutupluluk zemini oluşur. Giderek baskınlaşan nasyonal sosyalizm eğilimli “millî edebiyat”, doğal süreçte kendi tezadının doğuşuna şahitlik eder. Böylece faşist olmayan bir edebiyatın yanı sıra, çok daha belirgin antifaşist bir söylemin beslenmesiyle, kavram olarak Siyonizm’i daha önce hiç olmadığı kadar Hristiyan Avrupa’nın edebî platformuna taşıyan bir edebiyat çatısı da filizlenir.
Bu bakımdan faşist olmayan edebiyat ile antifaşist edebiyat arasındaki çizginin oldukça bulanık olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim Köpke, 1933 öncesi nasyonal sosyalizmin ilk karşıtları olarak komünist ve sosyalistleri sayarken, faşist politik söylemin güçlenmesiyle bu listeye başta Yahudiler olmak üzere ırksal olarak “non-grata” ilan edilen yazarlarla birlikte tarihsel ya da ahlakî bakış açıları uymayan yazarların da eklemlendiği görülür. İstenmeyenler listesine son olarak en geniş anlamıyla pasifist ve anti-militaristler de dâhil edildiğinden, faşizm karşıtı edebiyat ekspresyonistleri, Dadaistleri ve sürrealistleri de içine alır. Böylece nasyonal sosyalizm karşıtlığı nedeniyle söylem dışı kalarak zorunlu göçe zorlanan tüm yazarların 1933 sonrası verdikleri eserlerin genelgeçer bir üst kavramsallaştırmayla “sürgün edebiyatı” olarak kategorize edilmesi söz konusudur.[ii]
Günümüzden geriye dönük bakıldığında ilginç olan, özellikle 1945 sonrası, III. Reich’ın yıkılmasıyla bu süreçte sürgünde bulunan her yazarın mutlaka bir kategoriye dâhil edilmesi gerekliliğinin görülmesidir. Bu sınıflandırma eğilimi çerçevesinde kabaca üç gruptan söz edilebilir: İlki, Yahudi olmalarından dolayı bir günde “non-grata” ilan edilerek vatan bildiği ve tanıdığı her şeyden kopartılan, dahası kendilerini o âna dek cemiyetin vatanperver kültür taşıyıcıları olarak elit bir grubun arasında sayan sürgünlerin bu kişiliksizleştirilmeye karşı isyanlarının ortak bir Semitizm paydasında birleşmesiyle oluşan doğal kategoridir. İkincisi, kendilerini bilim ve kültür dünyasının elitleri olarak düşünen sürgünlerin uyum sağlayamadıkları yeni ortamlarında yeni faşist Almanya imajını reddederek faşizm öncesi Almanya idealini hayatta tutma ve hakiki Alman edebiyatı olma iddiaları paydasında oluşan kategoridir. Üçüncüsü ise, Almanya ve onun uzamında Avusturya’nın 1945 sonrası nasyonal sosyalizmden zihniyet olarak ansızın sıyrıldıkları iddiasıyla millî söylemlerinin dışına ittikleri değerleri yeniden sahiplenme çabası sırasında imal edilen çeşitli kategorilerdir.
Edebiyat tarihi, Joseph Roth’u ısrarla bu kategorilerden birine, hatta kimi zaman belirli özelliklerini ön planda tutarak ayrı ayrı her birine yerleştirmeye çalışmıştır. Oysa Roth’un eserleri ve sergilediği tutum ele alındığında, tüm bu kıstas ve kategorilerin dışında kaldığı görülür. Dahası Roth, kendisine titizlikle imal ettiği bir üst kimlikle sürgün edebiyatının siyasî ve coğrafî çerçevesinin ötesine geçerek “sürgün” kavramının hakikatini zamansal bir nostalji eksenine yerleştirir. Diğer bir deyişle, 1933 itibariyle nasyonal sosyalist söylem gereği kendisini istenmeyenler listesinde bulan Roth, Paris’e sürgüne gider; fakat onun sürgünü aslında çok daha önce başlamıştır. Roth’un sürgünü bütün eserlerinde ağıt yaktığı “Avrupa’nın eski dünya düzeni”nin yıkılmasıyla, elit kavramının bağlamından kopartılmasıyla ve Avusturya-Macaristan monarşik dünya düzeninin yitmesiyle başlar.
Roth, 1894 yılında, o dönemde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çifte monarşisinde, Habsburg Hanedanlığı’nın hüküm sürdüğü Ukrayna’nın Galiçya bölgesinde dünyaya gelir. Nitekim 1957 yılında Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir makaleden de öğrenilebileceği üzere, Roth, yayıncısı Gustav Kiepenheuer’e yazdığı bir mektupta, annesinin Slav yapılı bir Yahudi olduğunu, “hem parasız hem de kocasız” olduğunu ve babasının ise annesini “muhtemelen sadece [onu; E.T.] peydahlamak üzere Batı’ya götüren […]” ve Roth daha doğmadan onları terk eden tuhaf bir Avusturyalı olduğunu beyan eder. Aynı mektupta Roth, kendi melankolik eğilimini de babasından almış olduğunu ileri sürer.[iii]
Roth’un Yahudi kimliği, Eyub (1930) romanı gibi eserlerinde su yüzüne çıktığından, yazar sürgün edebiyatının antifaşist değilse de semitik söylem kategorisine yerleştirilmeye çalışılır. Ancak Roth, sadece 1933 sonrası sürgünde değil, çok daha öncesinde, yazarlığının daha ilk başlarında dahi kimliğinin temelini daha muhafazakâr ve geçmişe hasret duyan bir eksene oturtmuştur bile. Yazarın İmparatorluk Avusturyalısı olma tutumuyla imal ettiği kimliği, sürgün sonrası Yahudi kimliğinden tamamen sıyrılarak din değiştirmesi ve Hristiyan inancını benimsemesiyle pekişir.[iv]
Roth’un eserleri, özellikle de en bilinen romanı Radetzky Marşı ve onun devamı niteliğindeki İmparator Mezarlığı’na kadar, yıkılan Habsburg Hanedanlığı’nın ardından yakılan birer ağıt niteliği taşırlar. Öte yandan Hotel Savoy ile bazı başka anlatı ve romanları, eski dünya düzeninin kaybolmasıyla elit sınıfın önemini yitirmesinin sebep olduğu felaket yansımaları olarak -deyiş yerindeyse- ayakların baş hâline geldiği yeni dünyanın dayanılmazlığı üzerine göndermelerle doludur. Nitekim Roth hakkında en bilinen iki gerçek, ağır alkol bağımlılığı ve kendisini bir Avusturya İmparatorluk Ordusu subayı ve elit cemiyet mensubu biçiminde kimliklendirme çabasıdır. Sürgün yıllarında Roth’un imparatorluğun elit bir subayı kimliğine öykünmesi ve asla gerçek bir asker olmayışının alay konusu hâline getirilmesine karşın, Alman Tarih Müzesi verilerine göre, Roth 1914 yılında I. Dünya Savaşı’na gönüllü yazılmasına rağmen çürük kabul edilerek orduya alınmaz. Fakat 1916’da yeniden başvurusu neticesinde Galiçya cephesinde hizmete alınarak savaşın sonunu Rus tutsağı olarak getirir.
Der Spiegel’in 1957 yılında kitaplara ilişkin bir üst başlıkla yayımladığı isimsiz bir makalede, Roth’un çağdaşlarının onun hakkındaki çeşitli ifadelerine yer verilmektedir. Bu ifadeler arasında felsefe profesörü ve eleştirmen Ludwig Marcuse’nin Roth hakkında şu sözlerine yer verilir:
“…[Joseph Roth], hiçbir zaman güncel olmadı…görmezden bile gelinmedi…yazdı, içti ve unutuldu. Şimdi ise o geri döndü…”[v]
Diğer bir aktarım Roth’un dostu olan yazar Hermann Kesten’dendir:
“Avusturyalı teğmenin maskesini takardı, bir meşruiyetçinin, Habsburg’ların dostunun, bir Katoliğin (Yahudiydi ve hiçbir zaman vaftiz edilmemişti), bir alaycının ve muzdaribin, bir peygamberin ve romantiğin, hatta bazen sadece ayyaş maskesini…”[vi]
Gotthard Jedlicka’nın Roth’la karşılaşmasına dair ise şu sözlerine yer verilmiştir:
“Bir subay adaylığı tasdikiyle savaş [hizmetinden] azat edilmesine rağmen, Avusturyalı bir subay olduğu intibasını uyandırmak için gayret gösterir gibiydi…”[vii]
Ancak Roth hakkında derlenen tüm ifadeler arasından belki en dikkat çekicisi, yazar Walter Mehring’in sözleridir:
“Kendisine ‘Bistro de la poste’ mesken tutalı beri … şişmiş ayakları [onu] sadece civar barlara veya eğer kendinden geçip uyuya kalmamışsa Pazar ayinine taşıyan bu Yahudiliğinden kurtulamayan vaftiz edilmemiş devşirme; …bu her dişi varlığın etrafında Avusturya-Macaristan [İmparatorluk Ordusu] üst-teğmeni gibi dolanan sinsi münzevi… Roth, ayık olmanın ayartmalarından kaçmak için ayyaşlar tekkesine katılmıştı.”[viii]
Alman Tarih Müzesi verilerine göre, yazarlığa 1919’da tamamladığı askerî hizmet sonrası çeşitli gazetelere yazarak başlayan Roth, 1920’de Weimar Cumhuriyeti’nin yıkılışından sonra Berlin’de devam eder. Viyana’da Friederike Reichler ile 1922’de evlenen Roth, aynı yıl Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) yayını olan Vorwärtz’de yazmaya başlar. 1923 itibariyle seyahat yazarlığı yapan Roth, Prager Tagesblatt için yazmanın yanı sıra 1924-25 yıllarında Rusya seyahatlerini Alman Frankfurter Zeitung gazetesi için yazar. Yine 1924 yılında savaş sonrası dönem ve cemiyetin yaşadığı kırılmaları ele aldığı ünlü romanı Hotel Savoy yayımlanır. İtalya, Arnavutluk ve Polonya seyahatlerini içeren seyahat röportajlarını 1927’de yayımlar. Şizofreni teşhisi konularak sanatoryuma kaldırılan eşi 1928’de ölür. Roth’un kendisi gibi yazar olan Stefan Zweig’la dostluğu da aynı yıla tarihlenir. Roth, 1929-30 aralığında tutucu bir neşriyat olarak bilinen Münchener Neueste Nachrichten gazetesine geçiş yapar ve bununla birlikte yiten bir dünya düzenine beslediği nostaljik çizgi kendini göstermeye başlar. Öte yandan sıradan bir Yahudi olan Mendel Singer’in Tanrı arayışını konu alan Eyub romanının yanı sıra, Roth’un başyapıtı olarak bilinen ve Trotta ailesi ekseninde Habsburg’ların yıkılışını anlatan Radetzky Marşı (1932) romanıyla yazarın kendisine çizdiği nostaljik, elitist bir Katolik olma kimliği en güçlü ifadesini bulur. Almanya’nın 1933 yılında resmî yönetim biçimi olarak nasyonal sosyalizmi benimsemesiyle Paris’e göç eden Roth, burada diğer sürgün yazarları gibi çeşitli göçmen neşriyatlarında yayın yaparken, kaderlerini paylaştığı diğer sürgün yazarlarından farklı olarak antifaşist ya da semitik bir söylem sergilemektense Avusturya’nın bağımsızlığını korumasının yegâne yolu olarak addettiği Habsburg Hanedanı’nın çok-uluslu devletinin restorasyonuna yönelik çalışmalarda bulunur. Bu çabalarının devamı olarak 1935 yılına gelindiğinde Yahudi kimliğini tam anlamıyla ardında bırakarak Katolik Hristiyanlığını ve nostaljik meylini ilan etmenin bir yansıması olarak Habsburg’ların meşruluğunun propagandasını üstlenen Der christliche Ständestaat gazetesiyle iş birliğinde çalışmaya başlar. Çeşitli eserlerinin yayımlanması amacıyla 1936 yılının büyük bir kısmını Amsterdam’da geçirir. 1937’de Polonya PEN-Club’dan aldığı davet üzere gezi notları yazacağı Polonya seyahatini gerçekleştirir. Roth, 1938 yılında, yani Avusturya’nın nasyonal sosyalist Almanya’ya katılmasından hemen önce Avusturyalı Habsburg meşruiyetçilerinin görevlendirmesiyle Radetzky Marşı romanının devamı olan İmparator Mezarlığı’nı yayımlamak üzere son kez Viyana’ya gider. 1939 yılında "Aziz Ayyaşın Efsanesi"nin yayımlanmasından kısa bir süre sonra, 23 Mayıs’ta Ernst Toller’in intihar haberiyle bir yıkım yaşar. Bu haberden dört gün sonra, 27 Mayıs 1939’da yoğun alkol kullanımıyla ilişkili ağır bir ciğer enfeksiyonu nedeniyle Paris’te bir darülacezede yaşamını yitirir.[ix]
Bir dönem Berlin’de, daha sonra da çeşitli farklı Alman gazeteler için köşe ve seyahat yazarlığı da yaptığından Roth, Yahudi yazar kimliğinin yanı sıra 1945 sonrası Almanya ve Avusturya’nın yitirdiği değerlere yeniden sahip çıkma girişimleri neticesinde Alman ve/ veya Almanca yazan bir yazar olarak sınıflandırılmaktadır. Oysa Roth, kendisini ısrarla Habsburg monarşisi yanlısı, meşruiyetçi ve elitist bir Avusturyalı yazar olarak nitelemenin ötesinde, kendini yok olmuş bir dünyanın son müdafisi olarak konumlandırmaktadır. Öyle ki kendisi bundan haberdar olmamış olsa bile, ölümünden sonra hayatı boyunca itinayla beslediği sözde Katolik, Habsburg monarşisi yanlısı Avusturyalı kimliği ve hayalini kurduğu aidiyeti meşrulaşır.
Annette Meyhöfer’in Der Spiegel için yazdığı bir makalede de bildirdiği üzere, Roth, ölümü neticesinde Hristiyan mı, yoksa Yahudi âdetine göre defnedileceğine karar verilemediğinden, iki geleneğin tuhaf bir karışımı biçiminde düzenlenen bir merasimle defnedilir. Yazarın mezarına Alman Yazarları Koruma Derneği’ni temsilen Egon Erwin Kisch, üzerinde “Yoldaşımız Joseph Roth” yazılı bir demet çiçek yerleştirir. Fakat Roth’un cenazesinin en anlamlı ânı, yazarın son nefesine kadar yitişinin acısını hissettiği eski dünya düzeninin ve bu düzenin son temsilcisi olan veliaht prens Otto von Habsburg’un yazarın mezarına “Avusturya’nın vefakâr evladı” yazılı bir çelenk göndertmesi olmalıdır.[x]