Köklerinden koparılmış olmanın ruhta açtığı yarığı yamamak, kendi yazgısına katlanabilmek için binlerce yazgı kurgulaması, hikâye anlatması gerekecekti Joseph Roth’un...
21 Aralık 2017 14:00
“…bence gerçek yaşam çok kötü romanların başarısız bir kopyasından başka bir şey değildir.”[i]
Yüreğe çok yakından temas eden hikâyelerin ve bu hikâyeleri kurgulayan anlatı ustalarının izini sürdüğümüzde, rotamız bizi dünyaların sarsılıp yerinden oynatıldığı, ruhların toplumsal çalkantılarla, felaketlerle, savaşlarla örselendiği coğrafyalara götürür çoğu zaman. Brodyli Yahudi –sonradan Katolizmle harmanlayacaktır inancını– Joseph Roth da böylesi çetin bir dönemin çocuğuydu. I. Dünya Savaşı, vatanı bildiği Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşü ve nasyonal sosyalizmin yükselişi, birçokları gibi Roth’u da bir anda köklerinden koparmış, derin bir bağlılıkla sevdiği topraklardan savurarak yersiz yurtsuz bırakmıştı. İçinde yaşadığı çağın karanlık yüzü onun salt bireysel yazgısını belirlemekle kalmamış, aynı zamanda yazınsal üretimlerini de derinden etkilemiş, dahası gazete yazılarının, roman ve hikâyelerinin kurucu ögesini oluşturmuştur.
Savaşın sona ermesiyle, son nefesine kadar sürgün hayatı yaşayacaktı Roth. Yeni anavatanı, Avrupa’nın çeşitli kentlerindeki, özellikle de Paris’teki oteller, kafeler, meyhaneler ve elbette yazı aracılığıyla yeniden inşa ettiği hüzünlü coğrafyalar olacaktı bundan böyle. Roth’un kendi hayatında yansıttığı hüzün, karşılaştığı insanları da derinden etkileyecektir; öyle ki bir süre yakın ilişkide bulunduğu yazar Irmgard Keun, Roth’la ilk karşılaşmasında onun yansıttığı hüzünden o denli etkilenecektir ki, yazarın “ilerleyen saatlerde üzüntüden öleceği” izlenimine kapıldığını söyleyecektir.[ii] Bu hüzünlü sürgün, hiç durmayacak, her zaman, âdeta bir şeylerden kaçarcasına seyahatte olacak, her zaman yollara düşecekti Roth. Arkadaşı ve yayımcısı Hermann Kesten, onun bu huzursuz hareketliliğini bir arayışın ifadesi olarak yorumlayacaktı: “Kendine, ötekilere, Tanrı’ya, temiz bir vicdana, sarhoşluğa ve kutsal ayıklığa dair bir arayış.”[iii]
Kersten’in deyişiyle Roth’un etrafını saran renkli topluluklar hiç eksik olmazdı: “Avrupa’nın pek çok kentinde uğrak yeri olan kafelerdeki masaları birer dostlar sofrası, dünyanın dört bir yanındaki ahbapları ise onun lejyonuydu. Her türden arkadaş vardı aralarında: şairler ve zenginler, gazeteciler ve müdavimler, yayıncılar ve okurlar, yardım arayanlar ve otlakçılar, soytarılar ve mutsuzlar. Tanrılar ve Kharitler de keyifle otururlardı sofrasında. Ve de güzel kadınlar. Kharitler hayrandı ona.”[iv]
Oysa yine de hep yalnız hissetmişti kendini. Köklerinden koparılmış olmanın ruhta açtığı yarığı yamamak, kendi yazgısına katlanabilmek için binlerce yazgı kurgulaması, hikâye anlatması gerekecekti Roth’un. Dahası, gerçekliğin uzamına da taşıyordu kimi zaman Roth’un hikâye anlatıcılığı. “Kimliğin bir kurmaca, hayatınsa bazen keyiften, bazen zorunluluktan oynanan bir oyun” olduğuna inanan Roth’un, kendisini çevreleyen gerçeklikte kusurlu, eksik hissettiği parçaları olduklarından farklı anlattığı söylenirdi.[v] Kimisi buna “yalan”, “palavra” diyecek olurken, onu yakından tanıyanlar, Roth’un aslında gerçekliğe ait o kusurlu parçaları imgelemindeki armoniye uyacak şekilde yeniden düzenlediğini düşünmeyi yeğlerdi.
Buna karşın, Roth’un edebiyatı asla bir hayalperestin kaleminden çıkmış metinler olarak tanımlanamaz. Aksine o, yazınsal üretiminde hakikati yansıtma görevini üstlenen bir hikâye anlatıcısıydı: “Anlatıcı, bir gözlemci ve bir tür bilirkişidir. Yapıtı hiçbir zaman gerçeklikten ayrışmaz; yazdıkları, dil aracılığıyla hakikate dönüştürülmüş gerçekliktir.”[vi] Edebiyatçılara ilişkin, özellikle de böylesi çalkantılı dönemlere tanıklık eden sanatçıların sorumluluklarına dair net bir görüşü vardı Roth’un. Sürgün gazetesi Pariser Tageblatt’ın 12 Aralık 1934 tarihli sayısında edebiyatçıların misyonunun ne olduğu sorusu tartışılırken, Bertolt Brecht ve Alfred Döblin gibi dönemin önde gelen isimlerin yanı sıra Roth da düşüncesini şöyle ifade eder: “Bu soru şöyle yanıtlanmalı: Edebiyatçının, tıpkı diğer herkes gibi bugünün dünyasının insanlık dışılığı karşısında kendini konumlandırmamak gibi bir hakkı yoktur; şair, ne şimdi ne de başka bir zaman salt mesleğini icra etme ve sözde görevi olarak zamanın dışında kalan şeylerle uğraşma hakkına sahiptir. Yetenek ve deha, hiç kimseyi kötülüğe karşı savaşma sorumluluğundan muaf tutmaz. Sözgelimi, bugün Hitler’e ve Üçüncü Reich’a karşı savaşmayan bir şair, kuşkusuz küçük ve zayıf bir insandır ve olasılıkla da değersiz bir şair. Şu özellikler olmaksızın değerli bir yetenekten söz etmek olası olmayacaktır: 1. Ezilen insanlara duyulan duygudaşlık; 2. İyiliğe duyulan sevgi; 3. Kötülüğe duyulan nefret; 4. Ezilenlere duyulan duygudaşlığı, iyiliğe duyulan sevgiyi ve kötülüğe duyulan nefreti yüksek sesle ve yuvarlamadan, yani olabildiğince anlaşılır şekilde beyan etme cesareti. Bu özellikleri taşımayan ve ifşa etmeyen biri kuşkusuz ya sıradan bir yetenektir ya da sanat meraklısı bir amatör.”[vii]
Peki, nasıl bir şairdi Roth? Metinlerinde hangi yazgılar değer bize? Roth’un, sanatçının sorumluluğuna dair görüşleri, gerek gazeteler için kaleme aldığı makalelerinde gerekse roman ve öykülerinde derinden hissettirir kendini. Zamanın dışında kalan konular değildir onun meselesi; tarihin seyriyle şimdi’nin dışına itilmiş, düne fırlatılmış bir dönemi ve o dönemin savrulan insanlarını yılmadan öykülerken, şimdi’nin kötücül ruhuna da ayna tutar. Bir zamanlar güven ve aidiyet duygusu vermiş bir dünyaya yakılan ağıtlardır Roth’un yapıtları. Yazarı anlatı dünyasının Schubert’i olarak tanımlayan André Heller’in ifadesiyle Roth, normalde sadece notalar aracılığıyla, müzik üzerinden ifade edilmesi mümkün duygu ve deneyimleri dile aktarmakta ustaydı.[viii] Roth’un 1916 ile 1940 yılları arasında kaleme aldığı tüm öykülerinin derlendiği Kör Ayna, tam da Heller’in sözünü ettiği ustalığın her satırda duyumsandığı bir ağıtlar senfonisidir. Bu senfoninin mekânları, bazen savaşın ayak seslerinin doğrudan ya da dolaylı olarak işitildiği eski dünyanın, Avusturya Macaristan’ın toprakları, taşrası olur, bazen de savaş sonrası düzenin kendini görünür kıldığı kent uzamları. Mağlup düşmüş bir Avrupa’nın “küçük insanlarını” anlatır bize Roth: savaştan dönenler, vatanlarından sürgün edilenler, var olabilmek adına yeni dünyanın dayattığı koşulları kabullenenler, hırsa kapılıp mevki, başarı, şan şöhret uğruna değer yargılarını dünde bırakanlar, yozlaşan yeni dünyada bocalayanlar, şimdi’nin dünyasında kendine yer bulamayıp geçmişin tek tük kalıntılarına ya da yarattıkları hayal dünyasına sığınanlar, delirenler, mezara gömülenler, yaşayan ölüler... Öykülenen yazgılar farklı da olsa, hepsini birleştiren bir nokta vardır: Roth’un “kahramanları” bir tür arafa fırlatılmış, yeni dünyada çaresizce hayata tutunmanın yollarını arayan, eski dünyaya ait hayaletlerdir. Toprağa, denize, paraya, içkiye, aşka, hastalığa, bazen de deliliğe sığınır onlar. Yazarın sesini ise özellikle öykülerdeki anlatıcılar aracılığıyla işitiriz. Bir tür alter ego olarak karşımıza çıkar Roth’un veçhesi, her şeyi bilen geleneksel anlatıcının formuna bürünmüştür; duruşu bellidir, yorumu nettir, mizahla karışık bir şefkatle yaklaşır eski dünyanın yorgun hayaletlerine.
Heller’in deyişiyle Roth, edebiyatıyla bir tür arşiv oluşturmuştu aslında: çökmeye mahkûm edilmiş, hiçliğe karışmış bir dünyanın olası yeniden inşa sürecinde rehberlik yapacak bir arşiv. Ne var ki, ne maziye gömülmüş o dünya yeniden inşa edilmiştir ne de melankolik arşivcinin ruhundaki o yarık yamanabilmiştir. Meyhöfer’in Roth’a ilişkin sözleri, 20'nci yüzyılın bu melankolik aydınını tam da bu açıdan betimler: “Batmakta olan bir dünyanın arşivcisi olarak meşhur oldu, bir ayyaş olarak tanındı ve efsaneler arasına gömüldü – kendisinin ve kendinden sonraki kuşakların yarattığı efsanelerdi bunlar.”[ix]