Türkiye’nin ne Batılılaşmış ne de köylü kalmış kitlelerini temsil eden Zebercet, Türkiye’yi temsil eden Anayurt Oteli’nin içine kendisini kapatır ve yalnızlaşır. Bu bir kaçıştır...
01 Haziran 2017 14:27
Çekirdeğini ve sürükleyici gücünü Batı Avrupa’nın düşünce ikliminde bulan ve buradan yayılarak tüm dünyayı kuşatan aydınlanma düşüncesinin beraberinde/ sonrasında gelen ve tek tek bireylere olduğu kadar toplumlara ve giderek tüm dünyaya hâkim olan modern düşünce, insanın yapıp etmelerini ve dünyayı kavrayışını eşi benzeri görülmemiş bir hızla değiştirdi. Bu değişikliğin altında ne/ler olduğuna dair ileri sürülen düşüncelerin oluşturduğu ciltlere sığmayan ve bu yazının konusu olmayan külliyatı bir kenarda tutarak ilerlemek mümkün.
Özellikle Platon ve Aristoteles’le birlikte çerçevelenen felsefe/ bilimin ortaya koyduğu geleneğe bakıldığında Batı’da ve Doğu’da insan topluluklarının yüzlerce yıl boyunca bilgi üretip üretmedikleri üzerinden sınıflandırıldıkları görülür. Toplumları bilgi üreten ve bilgi üretmeyen ikiliği içinde değerlendiren birçok düşünce insanına rastlamak mümkün. Modern düşünce sonrası bu değerlendirmenin belirleyici olmaktan çıktığı, onun yerini hafızanın, hâtıranın dolayısıyla tarihin aldığı görülür. Modern dönemde toplumlar tarihî olanlar ve tarihî olmayanlar ikiliği içerisinden değerlendirilir. Bir tarihe sahip toplumların anıları, hâtıraları ve hâfızaları vardır ve tüm bu kavramlar o toplumun medeniyet dairesi içerisinde görülmesini sağlar. Tarihi olmayan bir toplum medenî değildir. Başlarından geçen önemli olayları unutmayan toplumlar bir tarihe sahiptir ve bu tarih o toplumları medenî kılar. Anı, hatırlama, hâfıza ve tarih kavramları modern zamanlarda bir toplumun yaban olup olmadığını belirleyen kuşatıcı ve kapsayıcı kavramlar olarak öne çıkar.
Buradan hareketle Yusuf Atılgan’a gelmeden önce adı geçen kavramların köküne inmekte fayda var. ‘H-f-z’ kökü, koruyup kollamayı, savunup bakımlı tutmayı işaret ederken, ‘h-t-r” kökü, savunmakla birlikte ciddiyet, önem ve tehlike anlamlarını içeriyor, diğer taraftan ‘h-t-r’ kökünden türeyen hatır kelimesiyse akıl anlamına geliyor. Anmaktan türeyen anı kelimesiyse ‘h-t-r’ kökünün içerdiği anlamları karşılıyor. Dolayısıyla tarih, hatırlama, anı ve hâfıza kavramlarının üzerine bina edilen bir kavram olarak göze çarpıyor. Bir başka deyişle hâfıza, anı ve hatırlama kavramları tarihi üreten tohumlar olarak ele alınabilir. Tarihten söz edilecekse o tarihi koruyup kollayan, savunup bakımlı kılan bir hâfızaya, oluşmuş tarihi, ciddi ve önemli kılan bir hâtıraya ve anıya, tüm bunları işleyecek bir hatıra yani akla ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçları yerine getiremeyen toplumlar modern düşünce içerisinde medeniyetten uzak kitleler olarak değerlendirilir.
Hâfıza, birey üzerinden değerlendirildiğinde bilinç, toplum üzerinden değerlendirildiğinde tarih olarak ele alınabilir. Diğer taraftan yaklaşıldığında toplumsal hâfıza, tek tek bireylerin hâfızalarıyla yani bilinçleriyle oluşan ve şekillenen bir geçmişi işaret eder. Buradan hareketle bilinç geçmişle, geçmişse bilinçle oluşur denilebilir. Koruyup kollanılacak, her türlü tehlikeyi göze alarak ciddiyetle savunulacak hâtıralar bireyin olduğu kadar toplumun da bilincini, geçmişini ve tarihini oluşturduğu gibi bu hatır topluma akıl da verir.
Aklın bir öz olmaktan ziyade/ olmakla birlikte, bir akışın doğurduğu bir yapı olduğu düşünüldüğünde, bir an içinde değil, geniş bir süreç içerisinde oluştuğu hesaba katıldığında hâfıza, hatırlama ve anı kavramlarıyla birlikte şekillenen tarihin, hatırı yani aklı da oluşturduğu, dönüştürdüğü, şekillendirdiği söylenebilir. Aklın zamana ve mekâna bağlı kalmadan ortaya konulan insan eylem ve düşüncelerinin bütünü olduğu da bu sava eklenebilir. Dolayısıyla tarihin akıl, akılın da tarih olduğu ve toplumların tarihlerinin aynı zamanda onların akılları olduğu fikri de ileri sürülebilir.
Toparlama isteğiyle ilerlendiğinde hatıra ve anıların koruyup kollandığı, savunulup bakımlı hâlde tutulduğu toplumlarda tarih ve akıl vardır denilebilir. Aksi durumlarsa aklını ve tarihini yitirmiş, bireysel ve toplumsal bilince sahip olmayan toplulukları işaret edecektir. Bu toplulukların içerisindeki insan tekinin yaşadığı yalnızlık, yabancılaşma, kendini ifade edememe, toplumla ortak dil, kültür ve kavrayış zemininde buluşamama ve tüm bunların sonunda kaçış haliyse, Yusuf Atılgan gibi büyük metin sahiplerinin ele alacağı kavramlardır.
1921 yılında, yüzlerce sene hüküm sürmüş bir devletin ve kültürün yıkıldığı yıllardan birinde dünyaya gelen Yusuf Atılgan, kırı olduğu kadar kenti, Hacırahmanlı Köyü’nü olduğu kadar İstanbul’u, Batı’yı olduğu kadar Anadolu’yu da bilip içine sindiren bir entelektüel olarak hâfızamızda yer etmeyi başardı. Bu başarısının ardında olanca sadeliği ve sahiciliğiyle ele aldığı karakter ve mekânların unutulmazlığının yanı sıra alt metinlere yayılan derinliğin gücü de etkilidir. Arayış ve kaçış, oluş ve yok oluş, birleşme ve ayrılma ikiliklerinin öne çıktığı Aylak Adam ve Anayurt Oteli’nde Türkiye Edebiyatı’nın belki de en bilinen karakterleri olarak ortaya çıkan C. ve Zebercet’in aradıkları ve bir türlü bulamadıkları çoğunlukla sevgi olarak dile getirildi. Geçmişi ve geleceği kuşatan bir kavram olarak aranan sevgi her iki karakterin de acılarını sona erdirecek nitelikte bir ilaç olarak ele alındı. Şehirde ve kasabada (ya da kent) aranan sevgi ve huzur hâli, C. ve Zebercet’in içinde bulundukları toplumla örtüşmeyen hâtıra ve anılara, hâfıza ve hatıra sahip olmalarından dolayı bulunamayan, bulunsa da değerlendirilemeyen, yaşanamayan durumlar olarak ortaya serilir. Sonuçta saçmaya indirgenmiş yaşamların ayrıntıları, psikolojik derinliklere de girilerek ustaca sunulur. C. ve Zebercet’in hayatları saçmaya çalar zira hâtıraları, hâfızaları ve tarihleri yakın çevrelerinde gördükleri, tanıdıkları insanlardan farklı olduğu gibi toplumsal hâfızadan da farklıdır. Dolayısıyla karakterler kimi zaman kendi hâtıra ve hâfızalarına yakın buldukları insanlarla yakınlaşsalar da çok geçmeden bu yakınlık hüsrana dönüşür. Çünkü tek tek bireylerin hâfızası yani bilinç, toplumun hâfızası yani tarihle desteklenmediği müddetçe bireylerin ikili ilişkilerinde kullanacakları ortak zemin bir süre sonra kayganlaşacak, temelsiz her bina gibi çökecektir. C. ve Zebercet’in yaşadıkları tam olarak bu zeminsizliğin getirdiği kayganlıkta bireysel hâfızalarından güç alarak savaşma ve hayatta kalma çabasıdır. Bu çaba, insana farklı olanaklar sunup “olumlu” sonuçları da beraberinde getirebilir fakat C. ve Zebercet’in hikâyeleri “olumsuz” olana evrilir.
Genellikle değerlendirildiği üzere Atılgan, bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını en iyi inceleyen yazarlarımızdan biridir ve üst metinlerinde çoğunlukla açmaza düşen karakterlerin yaşadığı sıkıntıları fevkalade ifade eder. Son derece yerinde olan bu yorumları bir kenarda tutarak ve yazının başında köklerine inilen hâtıra, anı, hâfıza ve tarih kavramlarını da hesaba katarak toplumsal hâfızaya ışık tutan ve tarihi kurcalayan yazara da değinmek gerekir. Anayurt Oteli, bu değerlendirme için biçilmiş kaftandır.
Biraz ileri bir yorumla Yusuf Atılgan’ın özellikle Anayurt Oteli’nde son üç asırdır Batılılaşma gayreti içerisindeki bir kültürü, temel unsurlarını da hesaba katarak sorguladığını söyleyebiliriz. Batı ve Doğu tarihi (aklı) arasında kalan bir toplumun hâfızasını irdeleyen Anayurt Oteli, bireyin hâfızasını yani bilincini de en ince ayrıntılarına kadar ele alarak ortaya toplumsal hâfızayla bütünleşemeyen bireyin hâfızasının yaşadığı büyük kederi koyar. Kendi hâtıraları, anıları ve hâfızası aracılığıyla bir tarih üretmiş Zebercet’in aklının toplumsal hâfızayla örtüşmediği noktada nasıl insanî sorunlar yaşadığını sergileyen Anayurt Oteli, ele aldığı diğer karakterler ve mekânlar üzerinden bir Türkiye fotoğrafı çeker ki bu fotoğraf bireyin saçmalaşan hayatını ve bu hayat içerisinde yaşadığı çöküşü gözler önüne serer. Çünkü bireyin hâfızasının, toplumun hâfızasıyla örtüşmediği noktada birey ne yaparsa yapsın kendini var edemez ve bu varlık sorunu kimi zaman intihara kimi zaman cinayete giden bir kaçış hâlini beraberinde getirir. Kaçış aslında çöküşün diğer adıdır ve Yusuf Atılgan, Zebercet üzerinden bir toplumun kaçışını, çöküşünü vurgular.
Atılgan’ın romanın girişinde başlıkları ayırarak açıkladığı karakterlere ve mekânlara bakmak kaçışın/ çöküşün neliğini anlayabilmek adına önemlidir. Kasaba (ya da kent), binlerce yıllık tarihiyle, verimli topraklarıyla ve büyük köyleriyle pekâlâ Anadolu’yu simgeler denilebilir. Anayurt Oteli, varoluş şekline yapılan dokunuşlar sonucunda başkalaşan ve değişen Türkiye’yi imlerken, Zebercet, Türkiye’nin her şeye rağmen düzenini kurmuş ve korumuş, o düzen içerisinde hayatını devam ettirmeye çalışan, ne Batılılaşmış ne de köylü olarak kalmış kitlelerini ifade eder. Ortalıkçı Kadın, hiçbir şeye karışmadan, merak etmeden, bol bol uyuyarak ve çalış denildiğinde çalışarak hayatını geçiren Anadolu insanını, Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın, Batı’nın kendisini ve ifade ettiği değerleri, Emekli Subay Olduğunu söyleyen Adam, Batılılaştığını düşünen Türkiye insanını işaret eder. Odadaki İki Havlu’dan biri üzerine işlenen A. ve O. harfleriyle oteli simgeleyen bir öge olarak öne çıksa da hırsızlık, dürüstlük, namusluk ve dış görünüş kavramlarıyla ele alındığında Türkiye’nin akıp geçen yıllar içerisinde değişen hâtıralarını ve hâfızasını ifade eder. Odadaki diğer havluysa Batı’nın kendisini ifade eden kadının karyolanın demirine gelişigüzel atılmış havlusudur ki bu da Türkiye’nin en derin noktalarında yer eden Batı değerlerine gönderme yapıyor denilebilir. Bir de kedi vardır: Kara, ismi olan ama söylenmeyen bir kedi. Bu öge de Zebercet’in adlandıramadığı fakat önem verdiği, bir türlü hatırlayamadığı fakat unutmak istemediği anılarını imler.
Yusuf Atılgan, tüm bu ögeleri teker teker ve tüm ayrıntılarına kadar verdikten sonra olay örgüsünü işlemeye başlar. Zebercet’in takıntı boyutuna varan ayrıntılardan oluşan düzeni belirli bir hâfıza içerisinde ilerlemektedir. Kocaman otelin içinde bu hâfızayla, hatıra ve anılardan örülü bir evren içerisinde nispeten mutlu yaşamaktadır; ta ki gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın otele teşrif edene kadar. Kadın, Zebercet’i etkileyecek özel bir hareket yapmadan, sadece kendisi olarak, otelin içinde düzenli bir hayat süren Zebercet’in tüm dengesini bozar. Zebercet, artık Ortalıkçı Kadın’a da, Anayurt Oteli’ne de farklı pencerelerden bakmaktadır. Kadının gidişinin hemen ardından gelen ve Emekli Subay Olduğunu Söyleyen Adam, Zebercet’i tedirgin ettiği kadar kimi davranışlarıyla da kadını hatırlatır fakat yine kadının kendisi bir başkadır, onun içinde kaybolmak, onun vadettikleri arasında huzur bulmak bir başka olacaktır. Kadının bıraktıkları üzerinden kendisine bir anlam dünyası kurmaya çabalar Zebercet. Odada bulduğu çay bardağı, şeker, havlu ve koku bambaşka anlamlar ifade eder. Zaman içerisinde Zebercet’in hâtıraları ve hâfızası karşısına çıkan bu yeni hâtıra alanıyla örtüşmekte zorlanır. Ne yaparsa yapsın kadınla ilgili olarak hatırladıkları kendi hâtıralarıyla örtüşmemekte ve Zebercet’in aradığı tatmini sunmamaktadır. Dahası gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın gittiğini söylediği köyden bir türlü gelmemektedir. Zebercet, uğrunda hâtıralarını ve hâfızasını değiştirmeye hazır olduğu kadını bulamamaktadır. Bekler. Beklediği süre boyunca Emekli Subay Olduğunu Söyleyen Adam’a eleştiri oklarını yönlendirir, Zebercet gibi değildir bu adam, tedirgin edici olduğundan aradaki mesafeyi korumak yerinde olacaktır. Ortalıkçı Kadın ise Zebercet için çok daha girift bir sorundur. Zebercet için her zaman aşağılama malzemesi olan bu kadın, Zebercet, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını gördükten sonra daha da itici hâle gelmiştir. Fakat bir sorun vardır: Zebercet ne kadar inkâr etse de Ortalıkçı Kadın’la iç içe geçen bir geçmişe sahiptir. Ortalıkçı Kadın, Zebercet’in unutmak istediği hâtıraları taşıyan bir aynadır adeta. Üstelik Zebercet zaman zaman da olsa Ortalıkçı Kadın’ın sunduğu şehvete ve sıcaklığa ihtiyaç duymaktadır.
Tüm bunların içerisinde hâfızası, anıları, hâtıraları silinmeye yüz tutmuş olan Zebercet kendi bilinciyle toplumu oluşturan diğer bireylerin bilinçleri arasında bir örtüşme göremez. Dahası toplumsal hâfızanın hiçbir şey sunmadığı noktada karşısına dikilen bir umut gibi parlayan kadın da gelmemektedir. Gelse de kadınla kendini yan yana koyamayacağını anlayan Zebercet, bilinci toplumsal bilinçle uyum sağlayamayan, tarihi (aklı) toplumun tarihiyle (aklıyla) örtüşmeyen her bireyin yaşaması muhtemel sıkıntıları yaşamaya başlar. Kendisine benzettiği Ortalıkçı Kadın’ı öldürerek kurtulmaya çalışır düştüğü çukurdan fakat çare olmaz. Sonunda Türkiye’nin ne Batılılaşmış ne de köylü kalmış kitlelerini temsil eden Zebercet, Türkiye’yi temsil eden Anayurt Oteli’nin içine kendisini kapatır ve yalnızlaşır. Bu bir kaçıştır. Hâtırası hâtıralarıyla, anıları anılarıyla, hâfızası hâfızalarıyla ötüşmeyen, dahası tarihi kendi tarihiyle örtüşmeyen tüm unsurları dışarıda tutar, onlarla uyum sağlayamadığı noktada hepsini nefret nesnesi haline getirir ve çareyi uzaklaşmakta, yalnız kalmakta, kaçmakta bulur. Fakat kişi nereye giderse gitsin hâfızasını ve tarihini yanında taşır. Koruyup kollanıldığı gibi her türlü tehlike göze alınarak ciddiyetle savunulan hâtıralarını yitiren Zebercet, bilincini, geçmişini ve tarihini kaybetmeye de yüz tutmuştur. Bu kayıplar, kaçışı ve beraberinde çöküşü getirecektir.
Son söz niyetine Yusuf Atılgan’ın sadece bireyin değil toplumun da analizini son derece nitelikli bir şekilde yapan ve bu analizi simgeler üzerinden incelikle işleyen usta bir kalem olduğu söylenebilir. Bir birey olan Zebercet’in simgelediği Türkiye insanı toplumsal ve dahası evrensel hâfızayla örtüşemeyen bir hâfızaya sahip olduğunda çöküşe sürüklenecektir. Bireyin hâfızası, toplumun hâfızasıyla yani bilinç tarihle uyumlu ilerlemediği müddetçe çöküş kaçınılmazdır. Buradan hareketle bireyi toplumun ta kendisi, toplumu da dünya topluluklarının tamamı olarak ele aldığımızda Türkiye’nin bilincinin dünyanın tarihiyle uyumlu şekilde ilerlememesi durumunda ortaya çıkması muhtemel sıkıntıları kaçış ve çöküş temaları üzerinden işaret eder büyük yazar. Çünkü birey toplumu, toplumsa diğer toplumlar bütününü oluşturur. Yüzünü hangi değerler kümesine dönerse dönsün bir toplumun hâfızasının önce kendisini oluşturan bireylerle, sonra da yüzünü döndüğü dünyayla uyumlu olması gerekir. Böylece, bir geçmişe, tarihe, bilince ve akla sahip olabilir. Aksi durumdaysa geçmişini yitireceği gibi aklını da yitirecek olan toplum çökmeye mahkûm olacaktır. Bireyin çöküşü toplumun çöküşüdür ve Yusuf Atılgan bu çöküşü en iyi anlatan yazarlarımızdandır.