Levent Yılmaz, Ada ile Brunik'te dünyayı, oluşu, var oluşu, bir tarih metni haline getirilmiş yeryüzünün ve insanın hikâyesini yeniden kuruyor...
09 Mart 2017 13:58
Şair bir aracıdır, güzellik ve şiir odur
Gök sonsuzdur, bitmez.
Her sesleniş bir ‘sen’ arar kendine. Ben içine doğru, kendine doğru konuşurken de bir sen’e konuşur. Bizim parçalı paramparçalılığımız… Kime seslenirsek seslenelim bu parçalılığımız hep bir bütünü arar. Kurtuluşsuz bir nostalji ve melankoli, bunun için yaratıcı insanın peşini bırakmaz. İmkânsızlıkla olasılık ve olanaklar arasında serserice bir gezintiden başka ne ki ömür. En planlı saydığımız bir hayat bile savruluştur görklü tarihin defterini bir karıştırsak. Hele ki tarihten paçayı kurtarıp tarihsizliğin, zaman dışılığın tarafına geçip insana ve her şeye zamansız bir zaman algısının içinden baksak, bugün ne büyük bir ahmaklıktır, o büyük yapboz nasıl bir bozumdur, bu görülür.
Seni özleyen biri var burada/ şefkatli bir gök altında/ sesini/ o en eski dünyalardan gelen/ elma kokulu sesini özlüyorum/ ve ilk güldüğünde ortaya saçılan perileri/ ilk sözleşmemsin sen/ ilk örgütüm/ ilk toplumum/ devletim, neşenin hüküm sürdüğü… Levent Yılmaz’ın Ada ile Brunik (Can Yay. 2017) kitabının ilk bölümü “Ada Değildir”, bir sen ilişkisi üzerine anlam evrenini kurmuş. Burada, hakikatle, varlık ve varoluşla çatışmalı ilişki, ilksel olanın metafiziğinden tarihsel olanın ilerlemeci, aydınlanmacı hikâyesine, mitsel olanla tarihsel olanın iç içe geçişleriyle, birbirine çapa atışlarıyla örülü. Bir ben’in sen’e açılışı kitabın ilk uzun şiiri “Ada Değildir”de aslında bir ötekilik deneyiminin alanına doğrudan çekmez okuru. Çekmek istemez. Burada sen’e konuşmak, sen ve benin bizliğini anımsamak ve anımsatmak içindir. İki insan bir biz oluşun, aşk oluşun ve aşkla oluşun yörüngesinde, mitsel bir yolculukla, bir kâinat sürgünlüğü ve serüvenciliğinin tarihe varma, erme ve ondan sonraki çürüme ve yabancılaşmasının tanıklığına dairdir buradaki şiirler.
Dünyanın en eski hikâyesini, hayatı ıskalamış bir herif, büyüsünü geç kurmuş bir adam olarak anladığıyla, anladığı kadarıyla ötekine/sen’e/aşkın nesnesine bir anlam evreni kurmaya çalışan, anlatan, söyleyen, eyleyen ben, ona ancak bir dilbilgisi sunabilir. Şair, hakikate -çevrelendiğimiz dil cehenneminin içinden çıkarak- ermenin imkânsızlığının bilgisiyle konuşturur ben’i. Bu ben bilgisi, aklımızın erdiği bilgidir. İcat edilenlerin, kurulanların kısacası tarihin bütünleyici yanına akılla gelinen yerde durur bu ben. Ancak aldatılmışlığın, yanılgının, faka bas(tırıl)manın farkına varışıyla konuşur. Aşk ve sen (aşkın nesnesi) bu imkânsızlıktan kaçışı sağlayacak olanlardır. Ada kuşatılmışlığından kaçış. Hem çemberin içinde oluş hem sonsuz açıklığa bakışın olasılık ve olanakları bir arada, iç içe aynı anda ses ve anlam olmak isterler. Dünya bize bir şey söylüyor galiba/ burada, kabaran içimiz ve gelgitlerimizle/ ikimiz varız, yalnız ikimiz.
Çalışmanın yorduğu modern bir bireydir bu ben. Bu dünyanın ne zaman ve nasıl böyle/ kurulduğunu anlamaya çalışan/ anlayamayan/ anlamadığı için de boş veren/ anlam denen şeyin kavramak/ kavramanın da aşk olduğunu düşünen/ kırılgan biri… Benin tarih içindeki yolculuğu mekân ve zamana bağlı olarak benin kuruluş hikâyesidir bir anlamda. Ben oluş bir inşa hikâyesidir. Modern zaman insanı, ilksel ve kökensel olanla bağlarını koparalı, kendine yabancılaşalı asıl soruları ve fark edişleri belki de kaçırmış olandır. Dünyaya fırlatıldığı yerdeki düşüş hissini unutmuş insan, bu hissedişe yeniden doğanın ve aşkın içinde bir çırılçıplaklıkla yeniden erebilir. Dünya yeni iklimine hazırlanıyor/ kim derdi geri dönecek buzul çağı ve geyikler/ böğürtlenler tükenecek, dudaklarımız mor/ bir mağaraya sığınacağız/ birbirimizin kulaklarına dualar, masallar/ ışık azalınca, hızlanan nefes, kısık iniltiler/ içimizden çıkan vahşi hayvanlar/ insan olmayı yeni baştan öğrenmek üzere/ yaşlanacağız.
Levent Yılmaz’ın “Ada Değildir” metni dünyayı, oluşu, var oluşu, bir tarih metni haline getirilmiş yeryüzünün ve insanın hikâyesini yeniden kuruyor. Biz de onu kendi deneyimlerimizin içinden yeniden okuyoruz. Bu metin kaçış kuvvetini doğalcı, doğal ve doğaya dönük bir uyanışa yüzünü dönüşünden alıyor. Ben ve senin açılan arasını sıkılamak, yabancılığın postunu soymak için bir pagan sayıklamasına dönüşüyor yer yer. Arzusuna rağmen dilin kurgusu, dili kullanış, aklın ipini bırakmaya da elvermiyor. Ama ben, aklın tuzaklarını ve ikiyüzlülüğünü biliyor. Bir tek deliler başlar böyle,/ gözlerinin derinliklerinde penceresiz ve ışıksız kalırlar,/ bir onlar kaybolur,/ bir onlar tarih yazarlar/ iktidar aslında iki dudağın arasında başlar… Her şey dilse ve dünya dediğimiz yer bir söylem cehennemiyse elbette konuşmak, elbette söz, dil, iktidar kurar. Burada hakikati yüksek sesle ve korkmadan deliler, büyücüler, cadılar söyler. Hakikati dile getirmek, “dürüst konuşma” (parrhesia) bir anlamda delilik, delilerin işi. Foucault, Dil, Delilik ve Edebiyat Üstüne Konuşmalar’da deliyi hakikati bilmeden anlatan kişi olarak görür. Hakikat istencine sahip olmadan onu anlatmak; ‘güç istenci’ne sahip olmadan. Bu bizi dışlanmışlığın hakikatine de götürür.
Yanlış hayat doğru yaşanmaz diyen kaçmak zorunda/ kalmıştı/ oysa doğru bir gök altında doğru bir hayat da/ yanlışlarına bayılacağımız, vadilerinde kaybolacağımız/ yükseliyor zannedip aşağılarda salınacağımız/ zirveye vardığımızda varılacak bir zirve olmadığını/ anladığımız/ bir hayat mümkün bu çılgın ve mahcup gök altında//… yanlış ve doğrunun ötesinde, sakin bir hayat bulur muyuz? “Ada Değildir” de “Brunik Defterleri” de yeryüzüne düşmüş olmanın, orada bulunmuş oluşun sersemletici, sarhoş edici etkisiyle tarihselliğin içinde ilerleyen insanın kurduğu hikâyenin arasına sıkışıp kalmanın yabancılığını soymaya yeltenen şiirler. Bunu da sorular bırakarak yapmaya çalışan şiirler. Ne bilginin ne de bilgeliğin peşinde bu şiirlerde kendini dünyayla sersemletmiş insan. Bakan, anlamaya çalışan, kendini/ insanı doğanın içinde ve bir parçası olarak hisseden, dünyayı buradan kavramaya çalışan, tekrara mağlupluğunu peşinen kabul etmiş biri. O nedenle iki uzun şiirden oluşan kitap hem ötekine hem kendine açılma deneyimi. Var oluşu aşkla ve doğanın içinde kavrayış arzusu. Şair de şiirdeki özne de şiiri dünyayı anlamanın aracı kılmış gibi. Dolayısıyla okuma eyleminin kendisi de hem sen hem ben deneyimine açılıyor.
Bütün yaratıcı eylemler bir anlam arayışının yansımasıdır. Mutlak ve kusursuz olana erişmekten çok deneyimlediğinin tuhaf, ele gelmez ve çoğunlukla sezgisel bilgisiyle, dizge kurmaktan çok kurulanı bozma, aşındırma, ondan sapma eğilimi taşırlar. Okuma eyleminin kendisi de buna dâhildir. Bir metnin açıklık olması bundandır, sonsuz olasılığa çıkarması bizi. Levent Yılmaz, bu açıklıktan dünyayı okumuş. Metnin enginliğini dünyayı anlama ve anlamlandırmanın zemini kılmış. Doğayı düşünmek, dünyayı seyretmek, onu duyularla ele geçirme ve kavrama arzusu, aşkı unuttuğumuz bir vahşilikle yaşarkenki oluşumuz, hayvanlar gibi değil hayvan oluşa açıklığımız… Her okumanın tekilliğini hesaba katarak söylersek bu okumanın okurunu bıraktığı açıklık bu.
“Brunik Defterleri” bir içteki dünya, bir dışarı dünya arasında hatırlama zikzakları ile kurulmuş. Okuyanı da sesi ve ritmiyle de bir içe bir dışa savuran bir uzun şiir. Dünya tekerrürden mi ibaret?/ Eskiden, geçmişken,/ ramak kalmıştı felakete,/ korkmuştuk. Ya şimdi?/ Ne yapacağız şimdi? Dünya felaket tekrarlarıyla yıkılıp yıkılıp yeniden yapılan bir yer mi? Bozulmuştu dünya ve sonra,/tekrar yapılmıştı.
İstemedik ki olmak,/ tüm fiilleri yok etsek/ yokluğa döner miyiz? Aynı ile başkanın, tekrarın, yanlışın, doğrunun ve yanılgının, cinnetin, cehennemin yeri dünya ise Hayatın çaresi var mı?
Dil dünyanın betimlenebilirliğini mümkün kılan şeydir. Dilin dışında kendimizi ve dünyayı anlamanın yolu yoktur. Anlamları ve yaşantıları açığa çıkaran güçtür o. Dil aynı zamanda ama performatiftir. Bağlam ve özneyle birlikte tekrar edildikçe anlamlar dönüşür. Belki de şeylerin, kişilerin ya da öznelerin varlığına haksız yere inanılıyor. (Deleuze: 2006, 35) Kusursuz, mutlak, değişmez bir anlama yoksa doğru ve yanlış da bir ölçüt olmaktan çıkar. Tek bir anlam arayışının; dille, temsille hakikate erişin imkânsızlığı, ‘burada ve şimdide oluşu’ özne için büyük bir yalnızlık kâbusuna dönüştürür. Kurtuluş, özgürlük mitleri, dünyanın onarılabilirliğinin imkânsızlığının kavranışıyla çoktan son bulmuş, bu durumda özne kendini bambaşka kaçış çizgilerine, göçebe akışlara teslim etmiştir. Dil ve şeyler, dil ve dünya arasındaki kapatılamaz gedik varken öncenin tekrarı gibi bir yalnızlıkta, Fark yok mu?, Başka/ mümkün değil mi? Her biri benzer ama biricik olsun diyebileceğimiz bir şey bulmak mümkün müdür? Neyiz biz/ Niyeyiz?