"Dönüş için ne söylenebilir? Sürgünün ve tesellinin sanat üzerinden bir yansıması mı? otoriterliğin bir analizi mi? Bir aile tarihi mi? Ya da devrim sancıları içindeki bir ülkenin portresi mi? Yoksa bizim coğrafyamız ve tarihimiz için de geçerli tutkulu bir yas çalışması, bir acıyı yaşama biçimi mi?"
01 Aralık 2022 19:30
En meşhuru, çeşitli bahaneler öne sürse de Truva savaşına gitmek zorunda kalan Odysseus olmak üzere, sayısız yolculuk-kaçış hikâyesi vardır yazın dünyasında. Rimbaud annesinden, toplumdan, büyük olasılıkla da kendi dehasından kaçar mesela. Jack Kerouac yüzyılın ortasında ABD’yi baştan başa dolaşır. Louis-Ferdinand Céline orduya yazılır. Paul Nizan Arabistan’a gider… Tabii bir de bunların geri dönüşü: Edebiyat çevreleriyle içli dışlı olmak için önce Greenwich Village’a, sonra Fransa’ya kaçan James Baldwin, babasının ölümü üzerine memleketine geri dönüşünü Notes of a Native Son’da (1955) anlatır. Üniversiteye gitmek için Pittsburgh’u, yoksulluğu, siyah bilincini terk eden John Edgar Wideman ise, kardeşi cinayetten hüküm giydikten sonra geri döner evine, Brothers and Keepers’ta (1984) anlatmaya çalıştığı bu trajik öyküdür. Başka bir yakın örnek, 2022 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Annie Ernaux’dan verilebilir. Ernaux, Türkçeye Babamın Yeri olarak çevrilen La Place, Une femme et La Honte’ta sadece aile ocağını değil, aileyi ve her şeye rağmen ait olmaya devam ettiği dünyayı terk ettikten sonra anne babasının yanına döndüğünde hissettiği huzursuzluğu, ayrıca hem evde hem de yabancı bir evrende olmanın o kafa karıştırıcı hissini mükemmel bir şekilde tasvir eder. Ve her dönüş, onlarca sorunun içinden belki yalnızca birine ikisine yanıt verecektir.
Hisham Matar’a gelince, o Dönüş’ünü Kahire Uluslararası Havayolları’ndan başlatmış; Kaddafi rejiminin yıkılmasından birkaç ay sonra, 2012 yılının mart ayında eşi ve annesiyle birlikte uçağa binmek üzereler. Yine bir mart ayında, 1990’da Mısır gizli servisi tarafından kaçırılıp Kaddafi’ye teslim edilen, akıbeti belirsiz babasının izinde. Matar’ın düşünceleri dalgalı, iki ara bir dere vaziyette, geri dönüşün imkân-imkânsızlığını kafasında döndürdükçe Joseph Brodsky’i, Nabokov’u, Conrad’ı, yetmedi Dimitri Şostakoviç’i, Boris Pasternak’ı, hatta Necip Mahfuz’u yardımına çağırıyor: “Ayrılmak da, dönmek de elden gelmediğinde ne yapılır?” Otuz üç yıl önce, sekiz yaşında ülkesi Libya’dan ayrılan küçük oğlan çocuğunu, on on iki yaşlarını, Libya’nın “‘80’lerini”, ‘69’da Kaddafi isimli genç bir yüzbaşının Kral İdris’i tahttan indirmesini, muhalefetin önde gelen aktörlerinden biri olan babasını, muhalif cinayetlerini… bir girizgâh niyetine bir anda ilk sayfalara dağıtıyor yazar. 12 Eylül darbesini ucundan yakalayan ve kendinden önceki kuşağa ait bir “aydınlanmaya” çok erkenden ortak olan bir çocuk olarak bu sayfalar bana çok şey hatırlattı. Daha çocuktum, evet ama küçük çocukların büyüklerin dünyasında olup bitenleri anlamadıklarına inanmıyorum. Olayların “büyüğünü” yetişkinler yaşar belki, ama bu olayların yansımaları ikinci bir anadili gibi çıkmaz “küçük” zihinlerden.
“Libya’nın siyasi tarihini anlatan bütün metinlerde 1980’ler bir dehşet dönemini temsil eder… Ülkeden kaçan muhaliflerin izi sürülür, bazıları kaçırılır ya da öldürülürdü… (Babam) ne zaman Avrupa’ya gitsek yanında silah taşırdı. Arabaya binmeden önce bizden epey uzakta durup beklememizi isterdi. Dizlerinin üzerine oturup eğilerek şasisinin altına bakar, ellerini gözlerine siper edip kablo bağlayıp bağlamadıklarını görebilmek için arabanın camlarından içeriyi dikizlerdi. Onun gibi adamları tren istasyonları ve kafelerde vurdukları, arabalarını havaya uçurdukları olmuştu. 1980’lerde, ben hâlâ Kahire’deyken, ünlü bir Libyalı iktisatçının öldüğünü gazetede okumuştum… Haberin yanına basılı fotoğrafta ölenin gazete sayfalarıyla, muhtemelen o günün gazetesiyle örtülmüş cesedi vardı; gazete ayak bileklerine kadarını kapatmış, uçları havaya dikili cilalı deri ayakkabılarını açıkta bırakmıştı. Başka bir seferinde Libyalı bir öğrencinin Yunanistan’da vurulduğu haberi geldi, Atina’da… Bir kafenin terasında oturuyormuş. Küçük bir motosiklet durmuş ve sürücünün arkasında oturan adam silahı öğrenciye doğrultup birkaç kez ateş etmiş. Nisan 1984’te St. James Meydanı’ndaki Libya büyükelçiliği önünde bir gösteri düzenlenmişti. Büyükelçilik personelinden biri, ilk kattaki bir sürme pencereyi yukarı iterek makineli tüfek çıkarmış ve kalabalığı taramıştı.” (s. 8-9)
Bu resimsel anlatı bir tesadüf değil. Doğudan Batıya, tanımı despotizmin ya da bu hikâyede anlatıldığı üzere diktatörlüğün bütün tonlarıyla ifade edilen yönetimlerden zihinlere nakşolanların yalnızca bir yüzü. Sonuçlarından biri ise sürgün gerçeği. Tek bir dönüş mü vardır bir sürgünün hayatında? Çocukluğundan başlayarak Matar’ın dönüşleri. Libya’dan Nairobi’ye, Libya’dan Mısır’a, Mısır’dan Londra’ya, Londra’dan Paris’e, New York’a… Terkler, dönüşler içinde başka dönüşler:
“…Belki de annemle babamın hayatlarının ya da Mısır’da kendilerine kurdukları ve birçok kararın, ‘O zaman artık Libya’da olacağız’ diye diye askıya alındığı hayatın istikrarına güvenmiyordum.” (s. 24)
Matar, eşi ve annesiyle bu yolculuğu planlamadan dört gün önce Londra’dan Kahire’ye uçar. Bu yolculuk esnasında kendi kendine İngiltere’de çeyrek asırdan fazla yaşamışken arkadaşlarının neden onun eninde sonunda başka bir ülkeye taşınacağını düşündüklerini birden anlayacaktır. Diğer sürgünlerden farklı olarak, İngiltere’ye teslim olmamış, oraya has tavırları ya da yerel lehçeleri olduğu gibi benimsememiştir. Bu gelgitli ruh hali içinde asimile olmayı dileyen diğer sürgünleri içten içe suçlar, başka bir deyişle köksüzlüğe kör bir inatla bağlıdır. Eşi ve annesiyle asıl dönüşünü yaptığı sırada Kahire havaalanında ise, içten içe Londra’daki dairelerini özler. Başında kimse olmayan mutfak tezgâhını, alacakaranlığın gri sükûnetini, eşyalarını, resimlerini, sıra sıra kitaplarını: “Kahire’de birkaç gün geçirip sonra Londra’ya dönmeliydik.” Dönüş belirsizlik, tereddüt demektir, endişe demektir; uçakta geçmişi, babasını alıp götürmelerinden bu yana geçen yıllar içinde nasıl değiştiğini, ilk baştaki şok halini, sonra sessizliği, öfkeyi ve o ateşli aktivizmi kafasında evirir çevirirken insani zayıflığının ötesine geçmeye çalışan bir yazar görürüz.
Kolay değil; bir babanın, hayatta mı değil mi bilmediğiniz bir babanın peşine düşmek. Kendisinin ifadesiyle, sezgi, içgüdü, duyarlık konusunda öğrendiği ne varsa olabildiğince güçlü kullanmaya söz vermek. Babasının başına gelenler konusunda bir fikir verebilecek “yerleri” –mesela babasını tuttukları, onca kan dökülmüş Ebu Selim Cezaevi, ama oraya gidecek kuvveti bulamaz[1]– ziyaret etmek. Akrabaların, yakınların, “onu gördüğünü söyleyenlerin”, onunla aynı hapishanede kalanların tanıklıklarıyla bir sisi aralamaya çalışmak. Ve bunu yaparken, arasözleriyle, sezdirdikleriyle, kişisel çatışmalar, hatta belki hesaplaşmalarıyla atmosferi dengeleyip metni melankoliden kurtarmak. Bir tarih bir başkasını hatırlatıyor Matar’ın kaleminden: Hisham Matar’ın dedesi İtalyanlarla savaşmıştı, babası Kaddafi ile savaştı ve sürgündeki oğul sessizlikle, üstü örtülü hakikatle, adaletsizlikle savaşıyor. Yıllar sonra dönülen memleket, kulak verilen ihtiyarlar, mücadeleyi unutmayan gençler; “sürgüne” o kadar yakından dokunuyoruz ki, birçok yönden bize, günümüzün hiçbir yere kıpırdayamayan “sürgünlerine” benzeyen bir karaktere dönüşüyor. Üstelik Matar “yazar” gibi değil de “konuşur” gibi anlatıyor olanları.
Bu noktada, geçtiğimiz günlerde Behçet Çelik’in K24’te Dönüş üzerine yazdığı kritikte biyografiye atfen söylediklerine “dönebiliriz”: Yıllar önce Erkekler Diyarında’yı yazan Matar, biyografiye sıcak bakmadığını söylemiş bu kitabın sonuna eklenen söyleşide. Dönüş ise 2017’de biyografi/otobiyografi dalında Pulitzer Ödülü alıyor. Aslında aradan geçen on yıldan –hatta James Baldwin’i, Genet’yi, Wideman’i düşünürsek daha da öncesi, esaslı bir örnek de Annejet van der Zijl’den Sonny Boy olsun– fazla zaman sonra, Anglosakson menşeili görünen bu yazın türünün bir “yeniden keşfinin” söz konusu olduğu söylenebilir. Ama yanında çok zengin bir materyalle: fotoğraflar, videolar, büyük ressamlara ait resimler –ki Matar bunları Dönüş’ünde kullanıyor– gazete haberleri, resmî belgeler. Peki yazarına sunduğu imkânlar yanında, anlatıya kattıkları, öykü çeşitliliği, karakterler düşünüldüğünde bu metni –ya da bahsini edeceğim başkalarını– sırf biyografi-otobiyografi olarak etiketlemek kısıtlayıcı olmuyor mu? Elbette türler var, Ruth Randall’ın Taştan Hüküm adlı eseri bir polisiyedir, gelgelelim iki hizmetçi kızın hikâyesi bizi alt sınıfın öfkeli iç dünyasını keşfetmeye götürür. Ernaux mesela, Nobel Ödülü sonrası yaptığı basın açıklamaları sırasında, eserinin salt “bir otobiyografi uygulaması” olarak anlaşılmaması gerektiğini, okurun, “ben”in geçtiği her yere kendisini koyabileceğini, kendi hayatının ayrıntıları apayrı olsa da elindeki metinde kendini bulabileceğini söylemişti.
“… Hikâyeleri, Ebu Selim’in haşin zulmüyle dış dünyayı birbirinden ayıran o muazzam mesafenin iki ucu asında bir köprü kurma çabasıydı. Belki de tüm hikâyeler gibi, Mahmud Amca’nın hatıraları da aynı şeyi söylüyordu: ‘Ben varım.’” (s. 51)
Bir çark edişle Foucault’ya dönelim yüzümüzü, hani Rezil İnsanların Yaşamı adlı kitabından ve arşiv belgelerinden söz ederken söylediklerine:
“Bu lağvedilmiş varlıklar tamamen yok olmadıysa, onların ‘küçük gürültü patırtıları’ hâlâ kulaklarımızdaysa, bunun nedeni ‘üzerimizde güzellik ve korkuyla karışık’ belli bir etki yaratabilecek kimi ‘hayat şiirlerine’ kayıtlı olmalarıdır.”
“… Baba kendi gecesinin içlerine, sisin derinliğine doğru yolculuğunu her geçen gün sürdürür; kendisinden parçalarla birlikte, şu muazzam olduğu kadar bariz, aynı anda hem hüsrana uğratan hem de merhamet eden –zira oğul aynı zamanda unutmak zorunda olmasa yaşamayı nasıl sürdürebilir ki– o gerçeği, ne kadar çok çabalarsak çabalayalım, babalarımızı asla tamamen tanıyamayacağımız gerçeğini de geride bırakır.” (s. 55-56)
Babası hücresinde şiirler okuyordu; oğul içinde bunları, onun şairlerini, anlattıklarını taşıyor. Ama bununla da kalmıyor; Matar’ın hikâyesinde hareket eden şiirsel dalgaların gürültüsü tarihten, Libya’nın tarihinden duyuluyor. Okurun elinden tutuyor, küçük bir Libya köyündeyken, paralel bir anlatımla Londra’da bir kafede, sonra bir teğetle Kahire ya da Nairobi’deki bir hikâyede buluyorsunuz kendinizi; kâh uzak bir geçmişe, kâh bir şimdiye ya da geleceğe yol yaptırıyor size Matar, zamanın ve mekânın içinde hareket ediyorsunuz. Bingazi’yi gezerken, gözün ya da bakışın belleksiz sığlığına, yerleri, yere özgü ışığı, coğrafyayı tüketme girişimine terk etmiyor kendini; o bakışta geçmiş var, öyküler var, bir yerin ya da “yerlerin” tarihi var. Mesela Bingazi Katedrali’ni anlatırken, yüzyıllar içinde, üzerinde başka başka enerjilerin kalkerini taşıyan yerler, ve gözün, çöze çöze bunlardan birini ikisini yakalaması. Ayrıca “gerçek” ile “hafıza”nın sürekli yer değiştirmesi. Perec’in “Lieux”sünde olduğu gibi, başka herhangi bir yerdeyken daha önce yaşadığın ya da tanıdığın bir yerin “hafıza” versiyonunu yazmak. Bunlar “konu dışı” anlatımlar gibi görünse de, arasözlerden, yetkililerin ona asla açıkça babasının öldüğünü söylemediği ve içini rahatlatmadığı tüm o yıllar boyunca hissettiklerini aktarıyor bize:
“… Özgürlük beni korkutuyordu – zira ne de olsa, yapmacık bir adam olduğumu hissediyordum. Bingazi’nin sokaklarında dolaştım. Şehir Kaddafi rejimini desteklemek konusunda oldum olası isteksiz davranmış ve bunun bedelini ödemişti. Buradaki bakımsızlıkta bir cezalandırma havası vardı. Sahilden ayrılıp eski şehir merkezinin labirent gibi yollarına daldım; Ömer el-Muhtar Caddesi’nden kemeraltının gölgesinde yürüyerek geçip hiçbir yere çıkışı olmayan sessiz meydanlara uzanan dar yollara saptım… Yol boyunca artık bu şehre yerleşebileceğim ihtimali aklımı kurcaladı durdu. Bundan hem heyecan duyuyor hem de buna direniyordum.” (s. 110)
Matar’ın “dönemediği”, dönmesinin bir türlü mümkün olamadığı “yerler”, orada kalanları kusan topraklardır aynı zamanda: Diktatörlüğü eleştirmenin sonuçlarıyla yüzleşenler: Amcalar, kuzenler, yeğenler, bir zamanların mahpusları ve zincirindeki yakınlar:
“… 2001’den itibaren, anneler ve eşler Ebu Selim cezaevinin dışında, ellerinde oğullarının ve kocalarının fotoğraflarıyla nöbet tutmaya başladılar. Onların kederi hiç kale alınmadı. Sayıları artmaya devam etti...” (s. 225)
Yazmak kişinin kaçmak istediği o yere geri dönmekse eğer, biyografi, otobiyografi ya da işte her neyse yalnızca bir bahane olabilir artık.
Dönüş için ne söylenebilir? Sürgünün ve tesellinin sanat üzerinden bir yansıması mı? otoriterliğin bir analizi mi? Bir aile tarihi mi? Ya da devrim sancıları içindeki bir ülkenin portresi mi? Yoksa bizim coğrafyamız ve tarihimiz için de geçerli tutkulu bir yas çalışması, bir acıyı yaşama biçimi mi? Albert Camus’den ödünç alınarak, biraz da değiştirilerek şu söylenebilir belki de:
“Hiç kuşkusuz her nesil, dünyayı yeniden yaratmanın kaderinde olduğuna inanır. Benim neslime gelince, bunu bir kez daha yapamayacağını biliyor. Ama ola ki onun görevi daha büyük; dünyanın çözülmesini engellemekten ibaret”.
Hisham Matar da, hikâyesinin ipi sarmal bir şekilde devam edip ulaşılması imkânsız, hayalî bir merkeze doğru ilerlese de, en azından, dağılıp gitmesine, yok olmasına engel olmaya çabalıyor.
•
[1] “Gerçek ise Ebu Selim’e gidecek kuvvete sahip olmayışımdı. Şayet kendimi, duyduğum, zihnimde canlandırdığım, yıllarca hayalimde yer etmiş o hücrelerde –nihayet babama kavuşabilmek uğruna orada olmayı birçok kez istediğim o karanlık yerlerde– bulursam, kendim onun kokusunun ve yer yer de ruhunun sinip kaldığı… o yerde bulursam, ebediyen yıkılabilirdim.” (s. 46)