"Büyülü gerçekçilik hafıza mücadelesinden doğmuştur."

Miguel Bonnefoy: "Büyülü gerçekçiliğin bir Yunan tanrısı gibi tesadüfen, aşkın ve izole bir olaydan değil, fikirlerin ve kavgaların uzun ve yavaş olgunlaşmasından, hafıza mücadelesinden, saygıdan doğduğuna inanmalıyız. Atalar ve sözlü geleneklerin korunması söz konusu..."

01 Aralık 2022 18:43

Miguel Bonnefoy’in son romanı Miras’ta Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın yanı sıra Şili’deki askerî darbe ve izleyen diktatörlük yılları tüyler ürpertici bir gerçeklikle fonda akıyor, bu arada aralarında bir antropolog, uçağını elleriyle inşa eden bir kadın pilot ve bir orkestra şefinin bulunduğu birbirinden ilginç karakterlerin hikâyelerini okuyoruz. Latin Amerika çağdaş edebiyatının en çok okunan yazarı Miguel Bonnefoy ile çağdaş edebiyattaki başarısını, romanı Miras’ı, büyülü gerçekliği konuştuk.
 
***
 
İlk soruyu biyografinizden yola çıkarak sormak istiyorum. Anneniz Venezüellalı, babanız Şilili, siz de Fransa’da doğmuşsunuz. Aileniz vasıtasıyla gelen bu çeşitlilik ve kültürel miraslar edebiyatla olan bağınızı kurmanızı nasıl etkiledi?
 
Benim gözümde, melez bir kültür olmaksızın büyük hiçbir şey başarılamaz. Bir geçişin, halkların diyaloğunun, kültürlerin bir kesişiminin, bir potanın sonucu olmayan tek bir sanat eserinin olabileceğini düşünmek bile olası değildir. Annem, babam, seyahatlerim, dilim, hareketlerim, her şeyim, bin bir çeşit ve rengârenk kökten oluşan bir tahayyülün şekillenmesine katkıda bulundu. Bu anlamda iki iftiharım var: Dünya insanı olmak ve kadın rahminde doğmak. Kitaplarımın tüm mirası oradan geliyor.
 
2013 yılından itibaren –genç yazarlara verilen ödüllerden başlamak üzere– çeşitli ödüller almaya ve edebiyat içerikli ödüllere aday gösterilmeye başlıyorsunuz. Yazmaya başladığınızda bugünleri öngörmüş müydünüz, ya da umut etmiş miydiniz?
 
Böyle kıskanılacak ve neredeyse ulaşılmaz bir edebi konuma ulaşılabileceğini asla hayal etmemiştim. Ama bununla övünmüyorum. Çünkü ben sadece kendi şüphelerimde zenginim ve bu şüphe benim için değerli olan bir güç. Ben sadece bir işçiyim, huysuz bir zanaatkârım, bir kitap kurduyum, tek feneri kitaplar olan gölgelerde yaşayan bir adamım. Bu yolculukta bana yardımcı olan ilham verici ve cömert insanlarla tanıştım. Kitaplar yetmez, Fransız ve yabancı yayıncıların desteğine, kitapçıların sağduyulu cesaretine, gazetecilerin basiretlerine, kütüphanecilerin sabrına, okuyucuların sadakatine, çevirmenlerin zekâsına, fiyat üyelerinin reçetesine de ihtiyacımız var. Edebi bir başarı, tek başına ve hüzünlü bir zafer değil, güçlerin birleşimidir.
 
Miras dördüncü kitabınız. Her bir kitap yeni bir süreci beraberinde getiriyor elbet Miras’ın diğerlerinden farkı ne sizin için?
 
Miras muhtemelen şu âna kadarki en kişisel kitabım. Ancak bu, bu konudaki son nokta değil: Köklerimi daha da keşfetmeye niyetliyim, çünkü onlar da diğer pek çok aile hikâyesi gibi göçün kızları. Bazen sürgünler hakkında yazmak, başkalarının sürgünleri hakkında yazmak gibidir. Miras, 19. yüzyılın sonunda yeni bir hayat denemek için Şili’ye giden Fransızları konu alıyor. Bu Fransız göçmen ailesi hakkında yazmak, bugün göçmen kabul eden bir ülke olan Fransa’nın bir zamanlar kaçılan bir ülke olduğunu göstermenin bir yoluydu. Ama aynı zamanda ailenin, evrensel tarihimiz boyunca, bizden önceki diğer ailelerin bir sonucu ve böyle bir sonucu olduğunu göstermek için. Aileyi mermer bir sığınak, izole bir bölge, diğerlerinden ayrı bir dal olarak düşünmek bence bir hata olur. Her aile, kendisini şekillendiren ve onu takip edecekleri şekillendirmeye yardımcı olacak ailelerin uzun ve yavaş bileşimi tarafından yaratılır.
Bu nedenle Heritage ailesine Bonnefoys adını vermek istemedim. Aksine, onlara daha evrensel bir boyut kazandırmak, onlardan yeni bir hikâye çıkarmak, herkesin kendini destekleyebileceği bir masal yaratmak istedim.
 
Yukarıdaki sorunun devamı olarak hemen şunu sormak istiyorum: Son dönemde Latin Amerikalı genç yazarlar büyülü gerçeklikten uzaklaşarak hikâyelerini yazarken, siz tam tersi, bu romanınızda bir dip akıntısı gibi büyülü gerçekliği hikâyenin özüne yerleştiriyorsunuz. Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekliğe yeniden dönüşünün işareti olabilir mi bu durum?
 
Büyülü gerçekçiliğin bir Yunan tanrısı gibi tesadüfen, aşkın ve izole bir olaydan değil, fikirlerin ve kavgaların uzun ve yavaş olgunlaşmasından, hafıza mücadelesinden, saygıdan doğduğuna inanmalıyız. Atalar ve sözlü geleneklerin korunması söz konusu. Horacio Quiroga, Rómulo Gallegos, Rubén Darío, José Martí. Bu yazarların kitapları zaten sihirle sarmalanmış, direniş eylemleri gibi görünüyor. Miguel Angel Asturias gençken Les Légendes de Guatemala’yı yazdı. Juan Rulfo, Pedro Paramo’yu Yüzyıllık Yalnızlık’tan on yıl önce yazmıştı. Carlos Fuentes’in dediği gibi, “Latin Amerika edebiyatının büyük görevi, tarihimizin büyük sessizliklerini seslendirmek olmuştur”. Bu bir savunma eylemiydi, dünyaya bir haykırıştı, fetihlere karşı bir isyanı işaretlemek gerekiyordu. Bu nedenle, Latin Amerikalı yazarlar (ve dünyanın geri kalanından olanlar) kolektif bir kimlik arayışının sonucudur. Onlar, tarihi boyunca kaynaklarına geri dönmek zorunda kalan, kendilerini Avrupalı ​​Ortaçağ tasavvurlarından ayıran, kendi mitlerini yeniden yazan bir kıtanın çocuklarıdır. Büyülü gerçekçilik bir son değil, bir gerçeği ifade etmenin bir yoludur.
 
 
Lonsonier ailesinin göçüne, bu ailenin nesillerine, bu arada iki büyük dünya savaşının, darbelerin korkunçluklarına şahitlik ettiğimiz romanın tamamı Şili’de geçiyor ve ana karakterlerle evlenen herkes Fransız. Nesiller boyu yaşananlardan sonra bırakılan mirasın her bir karakter için birden fazla biçimi ve farklı çağrışımları söz konusu, ne dersiniz?
 
Joseph Kessel, “yazan adamın bir iletim cihazından başka bir şey olmadığını” iddia etti. Yazma, ifade etme, metafor yoluyla somutlaştırma eyleminde evrensel bir fikir, tanımı gereği bir aktarım, sayfalar arasında oynanan sessiz bir soy bağı, sözcük şişesinde kilitli bir mesaj vardır. Bir karakterin kâğıttan yüreği, ardında bıraktığı acılar ve tutkular silsilesi, karakterinin gelişimi ve psikolojisinin yoğunluğu yazarın okuyucusuna miras olarak bıraktığı şeydir.
Kendi adıma, romanım Miras ile ilgili olarak, bu fikri bir üst metin yapmak istedim. Birbirini takip eden nesillerden oluşan, bir kalp kırıklığını ve aynı umudu aktaran bir aile portresi. Yazarın okuyucuya aktardığı gibi, her karakter diğerine hayattan bir parça, bir meslek, gizemli ve elle tutulmaz bir miras sunar. Yüzyılın her ikilemi, her tercihi, her siyasi çalkantısı, her geri tepmesi, karakterlerin kaderinde yeni bir belirleyici unsur getiriyor. Borges’in dediği gibi, “şansların toplamına verilen diğer isim” olan bu kader, Lonsoniers içindeki gerçek ardıllıktır. Parçalanmış, anlaşılması zor, vurgulu ve dilsiz bir yazgı, bir Attika yazgısı, çünkü ne başlangıcı ne de sonu vardır. Yıkımı başlangıç ​​olan bir kaderdir.
 
Anlatılan hikâyenin önemli bir unsuru olarak ileride, gelecek zamanda kimin başına ne geleceğini söylüyorsunuz ve bunların tamamı gerçekleşiyor. Öncelikle olay akışını aktarırken neden bunu yapmayı tercih ettiğinizi sormak istiyorum ve bu konuyu romanın tüm karakterleri Lazare, Thérèse, Margot, Danovsky’ler, Ilario, Helmut Drichmann, Hector Bracamonte… üzerinden konuşmak istiyorum. Böyle bir anlatım seçerek daha mı gerçek olmasını istediniz karakterlerinizin; ya da daha mı gizemli, mistik?
 
Gerçeklikten, kurmacadan ve tarihten alınan karakterlerin aynı takımyıldızlarını karıştırmak istedim. Bu üç tel, iç içe geçen ve bir arada var olan bir silüetler örgüsü oluşturur. Biri diğerine ilham verir. Su kuyusu, Yahudi kolonileri, Thérèse, Ilario Da, ev sahibi fabrika, işkence, sürgün, bunların hepsi doğru. Tüm ailelerde olduğu gibi o da benim aile efsaneme ait. Bu unsurları, kuşhane, uçağın yapısı, Hector Bracamonte, Michel René, Machi Aukan gibi başka bir hayalî malzemeden yapılmış bir kalıpta erittim. Ve tüm bunlara gerçek tarihi eklemek istedim: Margot Duhalde’den ilham alan havacı, filoksera krizi, iki dünya savaşı, diktatörlük, Santiago’nun gelişimi.
 
Hiçbir karakter uydurma değildir. Her zaman birkaç kaynağı ve dolayısıyla birkaç ufku vardır.
 
Romandaki kadın karakterleri fakat daha da çok Margot’yu konuşmak istiyorum sizinle. Annesinin eve getirdiği şifacının anlattığı uçma hikâyelerinden büyülenen Margot’nun İkinci Dünya Savaşı’na Fransa adına savaş pilotu olarak katılması romana bambaşka bir katman kazandırıyor. Romandaki hayalet karakterlere karşı olarak romanın en gerçek karakteri olması dolayısıyla da Margot’yu romana neden dahil etmek istediniz?
 
Margot karakteri tesadüfen doğdu. Miras’ı yazmanın ortasındaydım ve üçüncü kuşağımın etkisinin ne olacağına henüz karar vermemiştim. Bir gün Paris’te ablamın evine gitmek için metroya binerken yan koltukta açık bir gazete buldum. Ölüm sayfasında, 1942’den 1945’e kadar uçak transferlerinden sorumlu olan ve daha sonra Şili Hava Kuvvetleri’nde albay olan Fransız-Şilili bir havacı olan Margot Duhalde’nin ölümünü duyuran bir sütun vardı. Birdenbire bunun benim karakterim olacağını anladım, çünkü tarihler mükemmel bir şekilde uyuyordu ve gerçekte var olan bu kadının yoğun profili tam olarak aradığım şeydi. Bu yüzden araştırma yapmaya başladım; sonra biyografisini farklı bir şekilde uyarladım, değiştirdim, düzenledim, farklı şekilde sıraladım ve onu kendi anlatım yapımıza entegre ettim. Margot bir kazadan, kullanılmış bir metrodan, tarihin bir sekmesinden doğdu. O temel bir karakter ama benim aile mirasımın bir parçası değil. Şans diyarından çıktı.
 
Romanın Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nı kapsayacak şekilde Pinochet döneminin faşizminin de anlatıldığı güçlü politik arka planını konuşmak istiyorum sizinle. Çok ciddi işkence sahneleri var mesela romanda ve dünya savaşlarından kalma hayaletler romanın içinde sürekli hâlâ canlılarmış gibi geziyorlar. Tüm bunlara rağmen yaşayan, hayatta kalan insanların hikâyeleri dünyanın ilerlemesindeki asıl mirası oluşturuyor diyebilir miyiz?
 
Sosyologların ve siyasetbilimcilerin bu soruya nasıl cevap vereceklerini benden daha iyi bileceklerine inanacak kadar alçakgönüllüyüm. Benim işim yaraları göstermek ve Zola’nın dediği gibi, çareleri bulmayı kanun koyuculara bırakıyorum. Yazar anlatır, ifade eder, gösterir, ifşa eder, yerer, yüceltir, eleştirir ama insanı değişmeye zorlayamaz. Büyük siyasi altüst oluşlar her zaman bin ayrıntı, bin yavaşlık, bin cesaret, bin küstahlık, çok geniş bir olaylar bileşimi aracılığıyla, birdenbire, aynı birlik ivmesi içinde bir patlamaya yol açarak meydana gelmiştir. Şair, duyulmasını umarak konuşur ama değişmek istemeyeni değiştiremez. Yüzyılını gerçekten değiştirmek için başka geometrilerin, başka güçlerin, başka bir deyişle yardımına ihtiyacı var.
 
Latin Amerika veya Avrupa veya varsa eğer Doğu edebiyatı içerisinde yazan çağdaş yazarlardan kimlerin kitaplarını okuyorsunuz, merak ediyorum ve son dönemlerde etkilendiğiniz kitaplar neler?
 
Çok fazla çağdaş edebiyat okudum. İnsanları unutmak istemiyorum ama Julia Kerninon, Driss C. Jaydane, Blandine Rinkel, Mbougar Sarr, Laurine Thizy, Julien Delmaire, Clément Benech, Pierre Ducrozet, Valentine Goby, Laurent Gaudé, Alejandra Pizarnik, Chimamanda Ngozi, Alice Zeniter ve diğerleri.
 
Son yıllarda yaşananlardan sonra dünya gerçekten yenileniyor mu ve edebiyat bu yenileme ve değişimlerden nasıl etkilenecek? Sizce gelecekte nasıl hikâyeler okumaya başlayacağız?
 
Ben iyimserim. Sanatın varlığı hayatın yetmediğini her zaman ispatlamıştır. Ve hayatın giderek daha kırılgan, kısa, geçici hale geldiğini fark ettikçe, kitapların gelecekte bir zamanlar sahip oldukları yerde kaldığı yerden devam edeceğine dair ılımlı bir umudum var.