Borges, García Márquez, Albert Camus, George Orwell, Arthur Rimbaud, Paul Verlaine, Gustave Flaubert, H.G.Wells, Peter Handke, Max Frisch, Virginia Woolf, Ezra Pound, Thomas Mann... Yazar ve şairler, kan akarken ne yaptılar, ne yapmadılar...
05 Kasım 2015 14:00
Konu, yazarlıkla toplumsal sorumluluk arasındaki netameli ilişki ve “Ne yaptılar?” sorusu aslında konunun karmaşıklığının hakkını vermekten çok uzak. Soruları çeşitlendirmek şart: Ne yaptılar? Ne yapmadılar? Ne yapabildiler? Ne yapamadılar? Ne yapmak zorunda kaldılar? Nasıl? Ne pahasına? Neye rağmen?
Savaş patlak verdiğinde ya da bir bomba bir sürü masum insanı bir anda yok ettiğinde ya da bir diktatör hükümranlığını ilan ettiğinde, kalabalıkların gözlerinin açıklama, teselli ve cesaret bekleyerek çevrildiği mercilerden biri de yazardır. Nasıl şeyler yazan bir yazar olursa olsun, aramızda hayatını düşünmeye ve düşündüklerini ifade etmeye en çok vakfeden o olduğuna göre, muhakkak söyleyeceği ya da akıl edeceği bir şeyler olmalıdır (diye düşünürüz). Vakti, sırası geldiğinde, paylaşılan bir öfkenin, nasıl dile geleceğini tam bilemeyen bir tepkinin sözcülüğünü yapma yürekliliğini göstermelidir (der ve beklemeye başlarız). Yazarlığının “sahiciliği” işte böyle anlarda sınanacaktır. Susmayı seçen, ne diyeceğini bilemeyen, ürken, tavrını açık etmekten çekinen yazar, sessizliğiyle suça ortak olmuş olmaz mı?
Ama belki de yazarları bu kadar önemsememek gerek. Belki meseleyi “yazarın sorumluluğu” diye değil de “insani sorumluluk” diye koymak gerek. İnsanlığın yazarlıktan önce geldiğini, yazarların verdikleri ya da veremedikleri tepkileri de müşterek acıklı insaniliğimizin tezahürleri olarak görüp geçmek ve kitapları yazarlarından daha fazla önemsemek gerek belki. Kitaplar yazarlarından daha uzun ömürlü oldukları için değil sadece, aynı zamanda daha güçlü, daha akıllı ve çoğunlukla daha haklı oldukları için.
Nitekim, diyebilir ve çeşitli yazar biyografilerinin kuytu köşelerinden toplanmış şu (kimi ibretlik, kimi alkışlık, kimi yuhalanacak) vakalara bir göz atabiliriz:
Şilili yazar José Donoso, Augusto Pinochet’nin kanlı askeri diktatörlüğünün on beşinci yılında, 1988’de The New York Times’a verdiği bir demeçte “İnsan kendisini köleleştirilmiş gibi hissediyor,” diyordu, “rahibe olan büyük halam hakkında bir kitap yazmak istiyorum ama yapamıyorum bunu. Çünkü şu yaşadığımız günlerde böyle bir şey yapmak neredeyse vatana ihanet. O yüzden bir şekilde siyasi ve toplumsal konularla ilgileniyorum –yazı faaliyetim iki senedir durmuş halde. Kafamızın içinde özgürlük kalmadı.” Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, 1976’da, Pinochet cuntasının kendisine verdiği liyakat nişanını kabul etti; bir diktatörün verdiği nişanı kabul etmenin onu asıl ödülden, o sıralar en güçlü adaylarından biri olarak gösterildiği Nobel Edebiyat Ödülü’nden edeceğini söyleyen dostlarına da insanın bir ödülü alabilmek uğruna siyasi görüşlerini gizlemesinin rezilce bir şey olduğu cevabını verdi. Gabriel García Márquez, kendisine 1970’lerin başında “Pinochet Şili’nin başında oldukça yazmayacağını söylediğini” hatırlatan The Washington Post muhabirine şu cevabı verdi: “İktidarının bu kadar uzun süreceğini hiç tahmin etmiyordum. Doğru olduğuna inanmayabilirsiniz, ama ben hakikaten gerçekçi biriyim. Zaman beni yanıldığıma ikna etti. Yaptığım şey, Pinochet’nin yazmama engel olmasına izin vermekti, yani aslında gönüllü sansüre razı olmuştum.” Mario Vargas Llosa, 1982 yılında, eski dostu García Márquez’in Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması konusunda ne düşündüğü sorulduğunda şu cevabı verdi: “Eğer jüride olsaydım, itiraf edeyim, oyumu Borges için kullanırdım.” Vargas Llosa 1990 yılında koalisyon yapan üç sağ partinin adayı olarak girdiği Peru devlet başkanlığı seçimini Alberto Fujimori karşısında kaybetti. O zamanki karısı Patricia, bütün bu siyasi hayhuy geçtikten sonra bir gün “Hatırlıyor musun?” diye sordu Vargas Llosa’ya, “Sen eskiden bir yazardın...”
1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanacak olan Albert Camus, Eylül 1941’de defterine şöyle yazdı: “Her şey kararlaştırılmıştır. Basit ve apaçıktır. Ama sonra araya insani acı girer ve bütün planlarımız altüst olur.” Aynı yılın Ekim ayındaysa, geçmiş örneklerden güç alma ümidiyle, şöyle: “Büyük tarihsel çalkantılar yaşanırken sanat eseri üretebilmiş adamlar: Shakespeare, Milton, Ronsard, Rabelais, Montaigne, Malherbe.” George Orwell 1938’de, yani gönüllü olarak katıldığı İspanya İç Savaşı’ndan döndükten bir sene sonra (bir keskin nişancı mermisinin boğazında açtığı yara yeni iyileşmişti), bir yazısına [“Neden Bağımsız Emek Partisi’ne Katıldım”] şöyle başladı: “Belki de en dürüstçesi konuya öncelikle kişisel açıdan yaklaşmak olacak. Ben bir yazarım. Her yazarın dürtüsü ‘siyasetten uzak durmak’tır. Yalnız başına kalmak ister ki huzur içinde kitaplarını yazmaya devam edebilsin. Ama maalesef artık apaçık ortada: Bu idealin gerçekleşebilme ihtimali, zincir mağazalar karşısında bağımsızlığını korumayı ümit eden bir küçük esnafın varlığını sürdürme ihtimalinden daha fazla değil.” Aynı yazının devamında Orwell şunları da söylüyordu: “Bugüne kadar sisteme karşı elimden geldiğince yürüttüğüm mücadele, aslen okuyucu kamuoyunu etkileyeceğini umduğum kitaplar yazmak yoluyla oldu. Bunu yapmaya devam edeceğim elbette, ama şu an yaşadığımız durumda kitap yazmak yeterli değil.” 1870’te, Paris Prusya ordusunun kuşatması altındayken Arthur Rimbaud direnişçilere katılmayı reddetti–mücadelenin iki tarafının da aynı gurur ve açgözlülüğü temsil ettiğini düşünüyordu. Paul Verlaine’se kuşatma sırasında siperlerde tüfeğiyle nöbet tuttu. [Rimbaud’yla Verlaine o sırada henüz sevgili değillerdi.] Gustave Flaubert, Prusya ordusu tarafından kuşatılmadan bir ay önce, Ağustos 1870’te Paris’e gitti, şehirde üç gün kaldı ve Croisset’ye döner dönmez dostu George Sand’a bir mektup yazdı: “Yazmayı bir tarafa bırak, herhangi bir şey okuyamıyorum bile. Bütün günümü, herkes gibi, haber bekleyerek geçiriyorum. Annem olmasaydı çoktan orduya katılmıştım! Kendimi nasıl meşgul edeceğimi bilemeyince Rouen’deki Hôtel-Dieu’de hemşirelik yapmak için gönüllü oldum, bari işe yarayayım diye. Bir şey yapamamak beni soluksuz bırakıyor: Patlayacakmışım gibi hissediyorum. Almanlar Paris’i kuşatırsa gidip savaşacağım. Tüfeğim hazır.”
Amerikalı şair Robert Lowell II. Dünya Savaşı’nda askere gitmeyi reddetti ve zamanın Amerikan Başkanı Franklin Roosevelt’e bir mektup yazarak vicdani reddinin sebeplerini açıkladı: Amerika’nın koyduğu “koşulsuz teslim” şartının Almanya ve Japonya’nın kalıcı bir yıkıma uğratılması anlamına geldiğini düşünüyordu. [Ceza olarak iki ayrı cezaevinde toplam beş ay hapis yattı.] Lowell yıllar sonra, 1965’te, bu sefer Vietnam Savaşı’na karşı çıkarken, Beyaz Saray’daki Sanat Festivali’ne katılmayı reddetti ve başkan Lyndon Johnson’a yazdığı mektupta şöyle dedi: “Farkına varmadan patlayıcı ve şovenist bir ulusa dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyayız, hatta son nükleer yıkıma doğru yol alıyor olabiliriz.” Vladimir Nabokov, hayatı boyunca idam cezasına karşı olduğu halde, California İdam Karşıtları Komitesi 1960 yılında kendisinden yürüttükleri kampanya için yardım istediğinde, komitenin amacını kayıtsız şartsız desteklediğini ama desteğini ifade eden bir yazı yazmayacağını söyledi, çünkü zaten çoktan “konu üzerine bir kitap” yazmıştı. [İnfaza Çağrı’yı kastediyordu.] Roman formunda ifade ettiği bir düşünceyi bir de roman dışında ifade etmek gözüne yanlış ve lüzumsuz görünüyordu. H. G. Wells, 20 Haziran 1941’de İngiltere Başbakanı Winston Churchill’e yanına hediye olarak kitaplarından birini iliştirdiği övgü dolu bir mektup gönderdi ve naçizane bir öneride bulundu: İngiliz ordusu Almanya’nın tarla ve ormanlarını bombalamalıydı –Churchill kendisine bir teşekkür telgrafı çekti. Susan Sontag, 1993’te, kuşatma altındaki Saraybosna’da, mumla aydınlatılan bir tiyatro salonunda Godot’yu Beklerken’i sahneye koydu. [Oyunun üç kahramanından birini bir Boşnak, birini bir Sırp, birini de bir Hırvat oyuncu oynadı].
Avusturyalı yazar Peter Handke, 1996’da yayımlanan gezi kitabı Tuna, Sava, Morava ve Drina’ya Bir Kış Yolculuğu ya da Sırbistan’a Adalet’te Sırpların Yugoslavya’daki savaşların kurbanlarından olduğunu ve Batı medyasının savaşın sebep ve sonuçlarını yanlış yansıttığını iddia etti ve daha sonra Slobodan Milošević’in verdiği “Sırp Şövalyesi” unvanını kabul etti. Salman Rushdie, 1999 Mayısı’nda The New York Times’ta yayımlanan “Yılın Moronu” başlıklı yazısında şöyle dedi: “Handke’nin Arzunun Kanatları isimli o harika filmin senaristlerinden biri olmasını boşverin gitsin; Alain Finkielkraut ve Hans Magnus Enzensberger’in, Slovenyalı filozof Slavoj Žižek ve Sırp romancı Bora Cosic’in ‘canavar’ dedikleri Handke, Susan Sontag’ın isabetli ifadesiyle ‘bitirilmeyi’ hak ediyor. (‘Bitirmek’ derken, entelektüel anlamda elbette, gerçek anlamda değil. Aman kimse meraklanmasın.)” İsviçre’nin dünyaca ünlü iki büyük yazarı, Max Frisch ve Friedrich Dürrenmatt, otuz yıllık inişli çıkışlı arkadaşlıkları boyunca birbirlerini sert ve dobra bir edebi rekabet içinde yorup yıpratmakla kalmadılar [Frisch Dürrenmatt’tan daha iyi bir romancıydı, Dürrenmatt’sa Frisch’ten daha iyi bir oyun yazarı], “memleket ve dünya meseleleri”yle ilgili ses çıkarmanın “yolu” konusunda da yıllar içinde seyrekleşen mektuplarında birbirlerini eleştirmeden duramadılar. Ama farklı yollarla ifade etmiş olsalar da ömürleri boyunca paylaştıkları öfke ortaktı: İsviçre isimli ülke, iki yüz sene boyunca sürdürdüğü “tarafsızlık” siyasetiyle sadece iki dünya savaşının değil, dünya tarihinin de dışında kalmış ve bir tür hapishaneye dönüşmüştü. Dürrenmatt, 1968 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle dedi [ki Frisch de altına imzasını atardı]: “Hapishanenin duvarlarının dışında kanlı bir kargaşa sürüp gittiği için ve kendilerini saldırı karşısında sadece bir hapishanenin içindeyken güvende hissettikleri için İsviçreliler kendilerini özgür, diğer insanlardan daha özgür, kendi tarafsızlıklarının hapishanesine tıkılı mahkûmlar ne kadar özgürse o kadar özgür hissediyorlar.” Virginia Woolf, toplumsal konularda ses çıkaran bir yazar olmakla beraber, eyleme geçip geçmemek konusunda git geller yaşıyordu: Ocak 1935’te Cambridge Savaş Karşıtları Konseyi tarafından organize edilen “Faşizm Karşıtı Sergi”nin genel kurul üyelerinden biri olmayı ve sergi için para bulmayı kabul etti, ama bazı arkadaşları “komünist bir organizasyonun parçası” olmakla suçlayınca geri adım attı: “Siyasetçi değilim ben.”
Uzun hayatı boyunca (1930-2008) sanatsal üretimle siyasi aktivizmi aynı yoğunlukta yürütmüş olan Harold Pinter, biyografisini yazan Michael Billington kendisine hayatının bu iki cephesi arasında bir çelişki görüp görmediğini sorduğunda, “Aynı anda iki şeyin peşinden gidebilirsiniz,” diye cevap verdi, “Siyasi faaliyetimin sanat hayatımı körelttiğini ya da herhangi bir şekilde hasara uğrattığını düşünmüyorum. Özünde siyasi olan bir sürü şiir yazdığım gibi, hayatımın bu iki cephesini birleştiren bir sürü konuşma da yaptım. Yaratıcı hayatımla siyasi faaliyetimi asla birbirinden ayrı ya da birbirine zıt şeyler olarak görmüyorum.” Christopher Isherwood, Nisan 1939’da pasifizm savunucusu İngiliz Barış Birliği’nin en ünlü iki üyesini, Gerald Heard ve Aldous Huxley’i görmek üzere California’ya gitmeye karar verdi ve yola çıkmadan önce başka bazı İngiliz pasifistlere birkaç soru yazıp postaladı: Bir pasifist savaş sırasında savaşa katılmayı reddetmek dışında ne yapabilirdi? Pasifizm saldıran tarafa bütün kapıları açmak, istediği her şeyi almasına izin vermek mi demekti? İtalyan romancı Curzio Malaparte, 20. yüzyılın ilk yarısının pek çok Avrupalı avangard yazarı gibi, kendisini tutkulu bir şekilde “şiddet ve yıkımın içinden doğacak bir geleceğe inanç” şeklinde özetlenebilecek bir faşizm idealine kaptırmıştı: Hitler ve Mussolini’nin “yöntemlerini” eleştirdi, Ulusal Faşist Parti’den atıldı, beş sene boyunca sürgün hayatı yaşadı. Fransız romancı Louis-Ferdinand Céline’in 1930’ların sonunda (en ünlü ve büyük iki romanının ardından) art arda yazdığı üç siyasi “risale”yle Fransa Alman işgali altındayken bazı işbirlikçi dergi ve gazetelere gönderdiği mektuplardaki antisemit öfke öyle boyutlardaydı ki, Fransa’daki Nazi propaganda başkomiseri Bernhard Payr, Céline’in “aslında ırk konusundaki fikirlerinin doğru olduğunu” ama “kullandığı vahşi, galiz üslubun iyi niyetlerinin heba olmasına yol açtığını” söyledi.
Amerikalı şair Ezra Pound 1930’ların başında faşizme “meyletti” ve 1935-1945 yılları arasında, Roma radyosunda, çoğu Amerika, Roosevelt yönetimi ve Yahudi aleyhtarı yüzlerce konuşma yaptı. İtalya’nın teslim olmasının ardından önce birkaç ay Pisa’nın kuzeyindeki Birleşik Devletler Ordu Disiplin Eğitim Merkezi’ndeki bir hücreye, “vatana ihanet” suçlamasıyla yargılandıktan sonra da on üç sene boyunca (1958’e kadar) Washington, D.C.’deki St. Elizabeths Hastanesi’nin cezaevi koğuşuna hapsedildi. Ernest Hemingway, 1954’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında Time dergisine verdiği söyleşide “bu yıl şairleri serbest bırakmak için iyi bir yıl” dedi. [Pound Hemingway’in 1920’lerin başında Paris’teyken tanıştığı ve çok yardımını gördüğü “velinimeti”ydi.] William Faulkner’ın başını çektiği bir grup yazar 1957’de Pound’un St. Elizabeths Hastanesi’nden salıverilmesi için başlatacakları kampanyaya destek vermesini istediklerinde, Amerikalı romancı Saul Bellow şöyle cevap verdi: “Eğer akli melekeleri yerindeyse tekrar ihanetle yargılanmalı; yok öyle değilse, yani deliyse, o zaman da sırf şair olduğu için serbest bırakılmaması gerekir. Pound şiirlerinde ve radyo konuşmalarında Yahudilere düşmanlık etti, nefret ve cinayet vaazları verdi. Aynı soydan geldiğim insanların ortadan kaldırılması için çağrıda bulunmuş bir adamı şimdi sizinle beraber şereflendirmemi mi istiyorsunuz benden?” Alman yazar Peter Weiss’ın, faşizm karşıtı direniş hakkındaki ünlü romanı Direnmenin Estetiği’ni yazana kadarki hayatı siyasi aktivizmle geçti: Küba’daki devrimi savundu, Amerika’nın Vietnam’a müdahalesine karşı çıktı. 1966’daki Amerika ziyareti sırasında The New York Times’la yaptığı söyleşide şöyle dedi: “Vietnam Savaşı’na karşıyım. Beni ve diğer yazar arkadaşlarımı [üyesi olduğu Batı Almanyalı yazarlar birliği Gruppe 47’yi kastediyordu –aralarında Günter Grass da vardı] buraya getiren şey bu. Başka bir Amerika için mücadele edenlere destek olmak, yeni bir Amerika için kavga veren gruplarla temasa geçmek için buradayız.” Thomas Mann, 6 Aralık 1941’de, Hollywood’da, BBC tarafından Alman dinleyicilere ulaştırılacak bir radyo konuşması yaptı. “Rusya’da Polonyalılara ve Yahudilere karşı işlenmiş ve işlenmekte olan tarif edilemeyecek kadar korkunç suçları biliyorsunuz,” diyordu Mann ve devam ediyordu: “Ama günün birinde, insanlarınızın ve makinelerinizin gücü tükenince sizi de yutacak olan, aynı derecede tarifsiz, devasa nefretin içinize saldığı haklı korku yüzünden bilmemeyi tercih ediyorsunuz.”
Ekim 1967’de, Lincoln Memorial’dan Pentagon’a doğru yürüyen Vietnam Savaşı karşıtı 30.000 kişilik kalabalığın içinde Amerikalı yazar Norman Mailer da vardı. Mailer, daha sonra The Armies of the Night [Gecenin Orduları] isimli “kurmaca-dışı romanında” anlatacağı bu yürüyüş sırasında tutuklandı. Hermann Hesse, 1914’te, I. Dünya Savaşı çıkar çıkmaz gönüllü olarak Alman ordusuna yazıldı ve şöyle dedi: “Başka genç yazarlar cephede ölürken sıcak bir şöminenin önünde hiçbir şey yapmadan oturamam.” Jean Genet, Sabra ve Şatilla Katliamı’nın hemen ardından, Eylül 1982’de, katliamın gerçekleştiği mülteci kampına gitti. [Ölümüyle yarım kalan son kitabı Un Captif Amoureux’de (Sevdalı Tutsak) Ürdün’deki Filistin mülteci kamplarında geçirdiği iki seneyi anlatacaktı.] İsrailli romancı David Grossman, 10 Ağustos 2006’da Amos Oz ve A. B. Yehoshua’yla beraber yaptığı basın toplantısında İsrail’in Lübnan’la ateşkes anlaşması imzalaması gerektiğini söyledi; basın toplantısından iki gün sonra, İsrail ordusunda görev yapan yirmi yaşındaki oğlu Uri güney Lübnan’daki bir çatışma sırasında öldü; ama Grossman oğlunun ölümünün İsrail’in Filistinlilere karşı yürüttüğü politika konusundaki fikirlerini değiştirmediğini söyledi. 2009 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi, Çavuşesku diktatörlüğünde sansür ve baskıdan çok çekmiş Alman yazar Herta Müller, ödül 2012’de Çinli romancı Mo Yan’a verilince “bunun demokrasi ve insan hakları için uğraş veren herkesin yüzüne atılmış bir tokat” ve “bir felaket” olduğunu söyledi. Mo Yan, Çin’deki muhalif sanatçı ve entelektüellerin de (başta Ai Weiwei) tanıklık ettiği üzere, devletle barışık, sansüre karşı sessiz, meslektaşları hapse tıkılırken kılını kıpırdatmayan bir yazardı. [Müller’in başlattığı tartışma, Salman Rushdie’nin Mo Yan’ın “alay edilecek bir tip” olduğunu söylediği sert yazısı ve Pankaj Mishra’nın Rushdie’ye verdiği “yavaş olun, mesele o kadar da basit değil” temalı aynı sertlikteki cevapla The Guardian gazetesinin sayfalarında devam etti.]
Christopher Isherwood, 3 Ağustos 1940’ta günlüğüne W. H. Auden’la aralarında geçen bir konuşmayı not etti: Palos Verdes, California’da bir kafede çay içiyorlardı. O sıralar savaş karşıtı tavrını terk etmiş olan Auden, Isherwood’a Sanskritçe kelimelerden hoşlanmadığını söyledi –Gandhi’nin kullandığına benzer kelimeler. “Gerçek şu ki,” dedi Auden, “ben insanları öldürmek istiyorum.” İtalyan yazar Gabriele d’Annunzio, Paris Barış Konferansı’nda İtalya’nın elinden çıkan Fiume şehrini geri almaya karar verdi ve 12 Eylül 1919 günü emrindeki 2.000 İtalyan milliyetçisiyle beraber şehri işgal etti. Stefan Zweig, Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra Avusturya’yı terk etti ve Hitler’in batıya doğru ilerleyen ordusundan kaça kaça önce İngiltere’ye, sonra Amerika’ya, sonunda da Brezilya’ya vardı –23 Şubat 1942’de, “insanlığın geleceğinden duyduğu ümitsizlik” yüzünden, karısıyla beraber intihar etti. Samuel Beckett, 1940’ta, Alman işgali sırasında Fransız Direniş Hareketi’ne katıldı; birkaç kere Gestapo’ya yakalanma tehlikesi atlattı; 1942’de sevgilisi Suzanne’le beraber yürüyerek güneye, Roussillon isimli kasabaya gitti ve bir yandan ikinci romanı Watt’ı yazarken bir yandan da evinin arka bahçesinde cephane saklayarak Direniş’e destek olmaya devam etti; Fransız hükümeti tarafından Direniş Madalyası’yla ödüllendirildi; sonraki yıllarda Direniş için yaptıkları sorulduğunda “izci oğlan işleri...” diye geçiştirdi. Japon romancı Yukio Mişima, 25 Kasım 1970’te, kurucusu olduğu Tatenokai’nin (“kalkan cemiyeti”) milisleriyle beraber İmparator Hirohito’ya karşı yarı-sembolik bir darbe girişiminde bulundu [İmparator, makamının “ilahi” niteliğini reddetmiş ve böylece onca Japon askerinin bir hiç uğruna ölmelerine sebep olmuştu Mişima’ya göre], girişim başarısız oldu ve Mişima ta baştan planlamış olduğu üzere seppuku yaparak intihar etti. Franz Kafka’nın günlüğünden, 2 Ağustos 1914: “Almanya Rusya’ya savaş ilan etti – Öğleden sonra yüzdüm.”