“Onların dilini giyinmeyen” bir şair

Gülten Akın, kim olduklarını hepimizin bildiği “onların dilini giyinmeyen” hakikatlı bir şairdir, ‘hakikat’ın şairidir...

05 Kasım 2015 15:50

Bu metin, Haydar Ergülen tarafından Gülten Akın’ın Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne değer görülmesi onuruna az sayıda basılan ve dolaşımda olmayan kitapçıktan seçilen bölümlerden oluşmakta olup Haydar Ergülen ve Can Öz’den K24 için alınan özel izinle yayınlanmıştır.​

 

BALİNA

Göğü gördüm imkana tutuldum düşü sevdim

dalıp çıkmalarım “orda bir şey”e dönüktü

kaç kez bir şey, başka bir şey

sıçradım hem yittim

hem belirlendim

derin durdum, teknenin altına girdim

sarstım

sarsıldım vuruşun gitgide usta vuruşuydu

sustum düşe düştüm

senin mi kan, yaralarımdan mı

hey kaptan

ne balinayım ben şimdi inadı içinde

ne senin mavi balinan

(Sessiz Arka Bahçeler, YKY, Ağustos 1998)

 

“İmkâna tutulan”ın şiiri

Gülten Akın’a ‘saygı kitabı’ olarak gördüğüm bu çalışma, “Balina” şiiriyle başlıyor. Bu şiir, Gülten Akın’ın, neredeyse şiire başlamasıyla ulaştığı ve acıyla sınamaktan vazgeçmeyen hayatın onda perçinleyip kalıcı kıldığı bilgelik halinin de en yoğun, en berrak, en saf ifadesi.

İlk kitabından son kitabına doğru olmak üzere, “Her Kitabından Bir Şiiriyle Gülten Akın” teması çevresinde ve çerçevesinde hazırladığım bu kitapçığın başına bu şiiri almamın şahsi nedeni de bu. Kuşkusuz edebi, felsefi, şiirsel başka nedenler de var. “Balina” üzerine hem felsefi hem şiirsel bir deneme olan “Balina’nın On Yedi Kapısı”nda Ahmet İnam, “Balina”nın, ‘şairin, şiir dünyasının tüm özelliklerini içinde taşıyabilen örnek bir şiir‘ olduğunu belirtiyor: “Şairlerin kimi şiirlerinin, öteki şiirleriyle içten bir bağ kurmada, şairin zaman içinde oluşturmaya çabaladığı dünyayı yansıtmada daha etkin olduğunu söyleyebiliriz.../...Balina, şiir çekirdeğini önemli yanlarıyla taşıyan şiir. Şairin şiir evrenini bazı menevişleriyle ele verebilecek şiir. Şairin dünyasına giriş kapılarından biri.”(1) Öyle olmasına öyle ama Yıldırım Türker’in şu cümlesini de gözden kaçırmamak şartıyla: “Kapısından içeri sızamaz, avından el almayan.” Türker de “Balina” üstüne yazdığı bir Pazar yazısında, ‘benim şairlerim’den diye niteler şairi: “Gülten Akın’ın adı şiirdir. İlkgençliğimde Kestim Kara Saçlarımı ile başlayan incecik bir okumadır. İçinde, belki en az kullandığın yerinde yuvalanır önce, sonra usul usul çınlar, bulanır, apansız harelenir. Uzak tepelerden geçen yalnız bir yabanın çığlığı gibi yankılanır. Çok uzak bir trenin sesi ya da bir sis düdüğü. Seni alır, sesine katar, kendiyle okur... Yola çıksan uykulu garlarda elinden tutar, hiç yormayan şefkatiyle en kimsesiz başını okşar. Kırılgandır da. Ondan yüksek ses, kahramanlık, başa kakan ustalık bekleyene küser. Susup düşe düşer.” Şu cümleyle bitirir yazısını: “Bu şiir sence ne anlatıyor, diye soracak olan varsa: Kime ne? Asıl size ne fısıldıyor?”(2) Ne fısıldıyor, elbette, başta Gülten Akın’ın şiirinin, ‘imkana tutulmuş bir balina’ olduğunu.

 

SABIR İÇİN İLAHİ

Çağrılı geldimdi, uzunca eğlendim

Sonsuz duracakmışım gibi güldükçe insanlar

Gidecekmiş gibi gülümsüyorum

 

Yüreğimde kıldan testere

Bir yanartaşı yürüyorum döne döne

Hayatın dilvermez karıncasıyım

 

Günle yarışan bedenime dokunsam

Acıyor mu vurdukları yer eskisi kadar

Belki ben alıştım

 

Ses vermiyor özlediğim, susturmuşlar

Yok, sevgiden yandım

Savatlı gümüşüm, eskimezim

Sabrı deniyorum

(İlahiler, 1. Baskı: Alan Yayıncılık, 1983)
 

(...)

Sessizlik, sakinlik, sabır

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlayan, irili-ufaklı tüm devrimci hareketlerin yok edildiği, üyelerinin yargılandığı, kaybedildiği, gözaltından hapishanelere işkence çığlıklarının yükseldiği bir baskı döneminin izlerini taşıyan şiirlerdir İlahiler. Kızların, oğulların görüşe bile çıkarılmadığı, annelerin babaların o şehirden bu şehre, o hapishaneden bu hapishaneye, mahkemeden mahkemeye taşındığı günlerin şiirleridir, çünkü işkence yalnız içerdekine değil dışardakine de uygulanmaktadır. Akın “Bunalan Ozan İlahisi”nde “Ozanım düşe geldim/Dönüp uğraşa geldim/Astım işlek kalemim/Yazamam oğul” dese de, bu süreçte ve bu sürece ilişkin en dokunaklı şiirleri de yine o yazacaktır.

İlahiler’deki “Sabır İçin İlahi” şiirini, gerek o dönemde şairin halet-i ruhiyesini tam anlamıyla hissettirdiği, gerek Gülten Akın şiirinin karakteristiklerinden biri olan ‘sabır’lı bekleyişi yansıttığı için ayrıca önemsiyorum. Akın’ın yarım yüzyılı geçen şiir serüveninin anahtar sözcüklerinden, kavramlarından biri de ‘sabır’, sessizlik ve sakinlikle birlikte. Akın’ın ilk şiirlerinden beri hüküm süren ‘olgun’ şiirinin kaynağında, bir ‘büyük şair tavrı’ olarak bu üç öge bulunmaktadır kanımca: Sessizlik, sakinlik ve sabır, ve bu üçünün oluşturduğu olgunluk. Belki de bu nedenle hiçbir zaman ‘genç şair’ olmamıştır Gülten Akın. Şiiri, en başından beri ‘kurduğu’ bir şiirdir, çizgisi de, şiir anlayışı da, inancı da, dünya görüşü de hiç değişmemiştir. Bir anlamda ‘hazırlanmış’tır da denebilir, yani ‘hazırlıklı’ bir şiirdir. Gören, sezen, adeta ‘alesta’ bir şiir. Tıpkı İlahiler kitabındaki hemen bütün şiirler için söylenebileceği gibi.

 

ANNELER İLAHİSİ

Yüreğin tartıldı orda burda

bozuk mu düzgün mü tartılarda

durdun

söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı

anlaşılır kıldı duruşun

öyle bakıyorsun

içınde dolaştırdıkları o karışık ayna

senin çıplak gözlerine

ne kadar ne kadar yabancı

suya düşmüş arıyı gözleyen

bu dünya düşündürmez mi

kimin hayatı kimin umurunda

oysa sarmalandın, paylaşıldın

ortasında sen gibi bir kalabalığın

Anneler olmasa kim kimi severdi

saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci

yollar boyu, eskitilmiş alanlarda

solgun bir bedeni gezdirmedin Metin’in annesi

(Sessiz Arka Bahçeler, YKY, 1998)

 

Bir ‘annelik sanatı’ olarak şiir

Gülten Akın’ın 1999 Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü’nü kazanan kitabındaki “Anneler İlahisi” şiirindeki Metin, polis tarafından vahşice dövülerek öldürülen genç gazeteci Metin Göktepe. Böylesine acı dolu bir olaydan duyduğu kederle şiir yazan Akın bu durumda bile, o klişe deyimle duygularına ‘yenik düşmemiş.’ Varoluş kadar önemli bir temayı da güzel, düşündürücü ve çok ‘doğru’ bir dizeye dönüştürmeyi bilmiş: “Anneler olmasa kim kimi severdi." Sahi, kim kimi severdi? Tıpkı o işkenceci polisleri de annelerinin sevdiği gibi.

Bu şiirden hareketle yazdığım bir yazıda, şiiri bir ‘annelik sanatı’ olarak nitelemiştim. Hem öyle düşünüyorum hem de şiirin kadınlara daha çok yakıştığını düşünüyorum. Şiir, bir ‘annelik sanatı’ olmasaydı kim uğraşırdı? Annelerin çocuklarıyla uğraştığı gibi, yorucu, zahmetli, çoğu zaman karşılıksız, beyhude, her zaman fazla mesai/  fazladan mesai gerektiren bir iş olsa da, hemen her zaman sevgiyle, tutkuyla yapılan bir uğraş. Beni bu görüşe sevk edenlerin başında da elbette Gülten Akın geliyor. Onun şiirlerini, yazılarını, ağıtlarını, konuşmalarını, hakkında yazılanları okuduğumda yaşadığım bu duygu hiç değişmiyor. Onun itirazlarında, redlerinde, kabullerinde, ama en çok da ‘hazırlıklı’ oluşunda, ‘erken’ sezgisinde, sessizliğinde, sakinliğinde, sabır ve samimiyetinde ve elbette sevgisinde, önce ‘şair’i ve ‘kadın’ı, sonra da ‘şair’i ve ‘anne’yi birlikte, bir arada gördüm. Kuşkusuz kendini öne çıkarmaya hiç gerek duymayan ‘bilge’liğiyle birlikte. Ve geri çekilmesinde, kendini de, tıpkı şiiri gibi ortaya atmayışında, geride tutuşunda, iddiasızlığında gördüğüm şey de, şiiri bir annelik sanatı, anneliği de bir şiir sanatı olarak benimseyen bir şairde görülebilir yalnızca.

...

bende bir gülten kaldı

hangi bağa diksem yabancı

(“Bağlar” şiirinden, Kuş Uçsa Gölge Kalır, YKY, Mayıs 2007)

 

Bir ‘Yabancı’nın şiiri

Gülten Akın şiirinde otobiyografik ögelerle kent monografilerinin birbirine yakın durduğu çok olur: “Git oldu can, sürgün geldi dayandı” dediğince şairin, eşinin görevi dolayısıyla Anadolu’yu gezmesi, ondan önce tabii Yozgat’tan çıkması, tayinler, sürgünler, başka şehirlere, başka yalnızlıklara ve elbette başka sürgünlere sürgünler, sonra dönem dönem bir temerküz kampına dönüşen ülkedeki iç sürgünler, gönüllü sürgünlükler, ülkenin yakın çevresini de bir dikenli telle çevirmeye çalışan süper güçlerin çizdiği çember... Ve Gülten Akın’ın yalnızca taşrayla, metropolle, kentlerle, sürgünlerle, iktidarla değil, en başta da kendisiyle bitmeyen hesaplaşması: Kimi zaman yumuşaklıkla, bir gül gibi, kimi zaman da kendini ve şiirini kanatırcasına, dikenli. Uzun bir ömrün, uzun bir şiirin, uzun sürmüş acıları, kırgınlıkları, yalnız bırakılmalarıyla. Bir “Gülten Akın İlahisi” yazmış gibi, onun bütün dizeleri ya da son iki dizesi olabilecek/olmuş iki dize: Kuşkusuz biraz hayıflanmayla, buruklukla, samimiyetle ama aynı zamanda da biraz tuhaf bir uzaklıkla, ama kesinlikle ‘soğukluk’ değil, tam tersine fazla ‘içten’ ve ‘sıcak’, söylenmiş gibi duran iki dize. ‘Yazılmış’ değil, ‘söylenmiş’. ‘Bir günün sonunda arzu’ gibi, bir ikindiüstü yazılmış gibi duran “Bağlar” şiirinden, bilgece bir yorgunlukla, hayatı, savaşları, dünyayı, zulmü sorgulayan şiirin son dizeleri şöyle: “siz neyi taşıdınız/ben neyi taşıdım?/.../yaşlı bir şairin gösterdiği uçlar/kilise müziği, siren sesli küçük oğlan/ kır menekşeleri, Halep asması/kavaklar, zeytinler, rüzgar /hindiba toplayan çingene kızı/puhu kuşu/ağır taşlardan geçirilen su/henüz duruyorken.../.../bende bir gülten kaldı/hangi bağa diksem yabancı”.

Yabancı ama ‘bugünün yabancısı’ değil, “Kör Aynadan İnce Kıza”, “Kestim Kara Saçlarımı” şiirlerinden bu yana varolan, yürüyen ve itinayla büyüttüğü bir yabancılık. Yabancılaşmaya karşı yaban durmak. Yabancılaşmamak için yabancı olmak. Şiir için, hayat için, güzel günler için, en çok da çocuklar için olması gerekeni bir şair sezer öncelikle, ve o şairlerin önünde de bir ‘kutsal yabancı’ olarak Gülten Akın durur. ’Gülten’i Yozgatlı demeyiz bundan böyle’. Belki ‘Yerleşik Yabancı’ deriz.

(...)

Başlarken...

‘Bitirirken’ yerine ‘başlarken’ dedim çünkü, Gülten Akın’ı hem okurken hem yazarken, bitti sandığınız yerde bile yeni ve şaşırtıcı başka şiirlerini, dizelerini, o şiirler ve dizelerde o anda fark ettiğiniz yeni bir şeyi görürsünüz ve yeniden başlarsınız. Çok katmanlı ve büyük bir şiirin bir farkı da bu olmalı.

-Gülten Akın ‘gülümseyen bir hüzün’le şiir yazmıştır.

-Şiirinin çatısını ‘erken’ kurmuş ve ‘sözünde durmuş’tur.

-Kıymeti zamanla anlaşılan, sabırla büyüttüğü, bu yüzden de ‘kalıcı’  bir şiiri vardır.

-‘Öncü’  bir şairdir, kimseler söylemeden söylemiştir, kimselerin söyleyemediği zamanlarda söylemiştir, kimseler sezmeden sezmiştir.

-Öfkesi yoğun fakat incedir, itirazı derin ve süreklidir.

-‘İktidar’ fikrinden duyduğu tiksintinin karşısında, ‘devrimci bir mahcubiyet’e çekilmiştir.

-‘Devrimci mahcubiyet’, Gülten Akın’ın ve şiirinin ‘tavrı’dır.

-‘İronik’ eleştirisini yalnızca topluma, iktidara karşı değil, önce kendisine, şiirlerine yöneltmiştir.

-Klişelerin doğru olmadığını kim söyleyebilir? Gülten Akın şiirinde modern olanla geleneksel olanı kaynaştırmıştır.

-Sessizlik, sakinlik, sabır, samimiyet, sezgi ve sevgiyle bütünleştirdiği, baştan beri ‘olgun’ bir şiirin sahibidir.

-Bu ‘olgunluk’la birlikte ‘bilge’ bir şair olma büyüklüğüne çok erken ulaşmıştır.

-Bir ‘jest’ olarak şiirden ‘vazgeçebilme’yi göze almıştır, ki bu cesareti ancak Gülten Akın gibi büyük şairler gösterebilir.

-Her zaman ‘hazırlıklı’ olmuştur, şiirinde de, hayatında da.

-İddia ve hırs sahibi bir şiirin sahibi olmamasına karşın, ‘büyük bir şair’ olunabileceğini de göstermesi, tıpkı şiiri gibi ‘şaşırtıcı’dır.

-Gülten Akın, şiiri ve şairliğiyle de bir ders kitabıdır, en çok da bir ‘Hayat Bilgisi’ dersi.

-Gülten Akın başka hiçbir şey yazmasaydı bile, “Göğü gördüm imkana tutuldum düşü sevdim” dizeleri onun büyüklüğünü göstermeye yeterdi.

-Gülten Akın, kim olduklarını hepimizin bildiği ‘onların dilini giyinmeyen”hakikatlı’ bir şairdir, ‘hakikat’ın şairidir.

-Gülten Akın 75. yaşında, büyük bir jüri tarafından Türkçenin “yaşayan en büyük şairi” seçilmiştir, kanımca buna bir de şunu eklemek gerekir: Gülten Akın, bütün bir Türk şiirinin ‘en incelikli’ şairidir.