Kan ve yine kan: Edebiyat toplumsal katharsisin yolunu açabilir mi?

"Konuşulanlar kadar konuşulmayanların da biçimlendirdiği, özünü ve merkezini sürekli kaydırdığı, dönüştürdüğü bir hakikat söz konusu. Ege’nin iki yakasında hakiki bir yüzleşmeye yüzümüzü dönmek için şöyle de denilebilir: Yunan Cephesi'nde yeni bir şey var! Artık darısı Türk edebiyatının başına!"

25 Şubat 2021 10:35

Edebiyatın ne olduğu ne olmadığı, ne işe yarayıp yaramadığı... Bu yüzyıllardır üzerine kafa patlattığımız bir mesele. Cevapları bazen tatmin edici, bazen de ikna etmekten çok uzak olabiliyor. Ancak insanlığın yazıyla başlayan tarihinde en basit haliyle edebi ürünlerin her daim bir meram anlatma, olan biteni kaydetme gibi amaçlar taşıdığını söylemek mümkün. Edebi metinler üzerinden gerçekleşen bireysel arayışlar, hazlar, tanıklık ve yüzleşmeler daha büyük topluluklar veya toplumlar söz konusu olduğunda da geçerlidir. O yüzden milli anlatılar ya da milli edebiyatlar içerisinde milli anlatıların karşısına konumlanan muhalif/tarafsız anlatılar toplumsal birçok tartışma ve duygunun da tetikleyicisi olabiliyor.

Milli anlatılar ve tarihsel kurgular çerçevesinden bakınca, Türk ve Yunan’ın birbirinin ezeli ve edebi ötekisi olması, dikkati bu toplumların anlatılarında işlenen ve işlenmeyen, ya da suskunlukla geçiştirilen konulara daha fazla çekmektedir. Balkanlar’dan ziyade, çoğunlukla Bizans ve Osmanlı coğrafyası olmuş Karadeniz, İstanbul, Ege, Akdeniz ve Kapadokya gibi devasa bir toprak bütünlüğü içerisinde birbiriyle sürekli hemhal olmuş, dinsel (Rumca konuşan Müslümanlar) ve dilsel (Türkofon Hıristiyanlar) olarak sürekli iç içe geçmiş iki topluluk olan Türk ile Yunan’ın karşılaşma alanları oldukça fazladır.

Her ne kadar konuya bakışları ve meseleleri ele alma biçimleri birbiriyle pek alakalı olmasa da, Yunan milliyetçiliğinin öncü isimlerinden Rigas Fereos’un (1757-1797) resmî dili Yunanca da olan bir Osmanlı İmparatorluğu hayali ile Dimitris Kitsikis’in (1935-) Türk-Yunan İmparatorluğu tezleri bu minvalde daha anlaşılır bir hale gelir.[1] Ancak tuhaf ve bir o kadar da anlaşılır olan, Türk ve Yunan’ın bugün birbirine tamamen yabancı, diğerinin diline bile yabancı kalmayı tercih etmiş, tanışmak, sevmek, âşık olmak, birlikte yaşamak istediği öteki’yi burnunun dibinde değil de ta uzaklarda aramaya koyulmuş iki topluluğa dönüşmüş olmasıdır. Bunun arka planında binlerce Müslüman’ın Navarin ve Tripoliçe’de acımasızca yok edildiği Mora katliamı (1821), Hıristiyanların çoluk çocuk katledildiği Sakız Adası katliamı (1822), Osmanlı-Yunan Savaşı (1897), Balkan Harbi (1912-1913) Küçük Asya Savaşı (Ya da felaketi, ya da İzmir’in işgali: 1922), Pontus Rumları, Nüfus Mübadelesi (1923), 6-7 Eylül (1955) ve Kıbrıs olayları (1974) gibi bugün bile hak ettiği kadarıyla konuşulmayan, hakkı verilmeyen, yüzleşmelerin tam gerçekleşmediği koca bir tarih yatmaktadır. Bu tarihte kan, acı, katliam, yok etme, zorla din değiştirme, tecavüz ve bazen de komşusunu koruma, kollama gibi olayların da sergilendiği milyonlarca olay ve hikâye vardır.

Peki, nerde bu hikâyeler? Ne oldu bu acılara? Kimse duyuyor mu seslerini?

Eğer şanslıysak, dede ve ninelerin sandıklarında toz tutmuş, yıpranmış eski defterlerde mi, bir gün ötekilere açılmayı bekleyen arşivlerde yer alan tarihî vesikalarda mı, yoksa kuşaktan kuşağa anlatılmış, her seferinde sürekli değişmiş sözlü aile hikâyelerinde mi? Nasıl ulaşacağız bunlara? Kime inanacağız? Tarihin bilimsellik iddiasının milliyetçilikle ve belge fetişizmiyle sulandırılması kuşkularımızı sürekli beslese bile, bunca şeye maruz kalan ve başkalarını maruz bırakanın insan olduğunu unutmak mümkün mü? Bunca kaos içerisinde elde geriye ne kalır; sadece ama sadece duyguları ve düşünceleri pozitif manada yeniden biçimlendireceğini umduğumuz, okumanın tetikleyeceği düşünce ve duyguların kendisi. Bu noktada edebiyatın tanıklık etme, yüzleşme olanağı sağlama, itiraf etme, kusma, dışarı atma potansiyeli daha bir anlamlı hale gelir. Elbette büyük harfle Edebiyat şüphesiz bir Tanrı olmadığı için onu da yargılamak, bazen dipsiz kuyulara atmak lazım. Tüm bu düşüncelere beni gark eden genç Yunan yazar Dimosthenis Papamarkos’un Gak (Kan) adlı öykü kitabı oldu.

Öykü deyip geçmemek lazım; içinde ucuz milliyetçilikler tarafından da patolojik düzeyde araçsallaştırılmış kan, gözyaşı ve sperm dahil hayatın tüm sıvıları var. İçinde unutmak istemediklerimiz, unuttuğumuz, gelecekte başkalarına karşı yapabileceğimiz ve bize karşı yapılabilecek her şey var. Her daim unutan taraf kurban olmaz, bazen de faildir unutan. Eylemin kendisi kurbana acı verdiği gibi –tüm failler için geçerli olmasa da– failin kendisini de bir yerde zorlar; kurbanın acısı daha yoğun olsa bile, kabuğunu kırmak, ifade kanalları bulmak istese de, failin gerçekleştirdiği eylemler daha uzun bir zamana yayılır; dışarı çıkmak için daha çok zamana ihtiyacı vardır. Daha çok cesaret ister, daha çok yüzleşme gereksinimi duyar. İnsanlık tarihini kurbanların tarihi olarak değil de zalimlerin, faillerin ve kötülerin tarihi olarak okumaya meyilli oluşumuz belki biraz da bundandır.

Kitabın iki ayrı yayınevindeki farklı baskıları

Papamarkos’un Yunanistan’ın butik yayınevlerinden Antipodes’ten 2014 yılında çıkan Gak (Kan) adlı öykü kitabı bir öykü kitabından nadiren beklendiği gibi tüm ülkede çoksatar olmuş, ertesi yıl En İyi Okur Ödülü, Atina Akademisi Ödülü gibi ödülleri almasının yanı sıra Balkanika Ödülü’ne de aday gösterilmiştir. Birkaç yıl sonra daha prestijli başka bir yayınevine (Patakis) transfer olan Gak en son üç yıl önce baktığımda eski yayınevinde 12 baskı yapmış, Yunan toplumunun önemli bir kısmı tarafından okunmuştur. Peki, neydi bu kitabı bu kadar çekici kılan, okuru sarsan ve kendini okutturan? Yunanca değil de Arnavutça olan ve “kan” anlamına gelen adı mı? Yunanlar adı Yunanca bile olmayan bir kitabı neden bu kadar sevdi ve okudu? Onları şaşırtan neydi? Ya da bundan bize ne?

İşte yine kana geliyoruz, her yerde kan var bu kitapta: Katledilen insanların kanı, mezbahalarda kesilen hayvanların kanı, tecavüze uğrayıp öldürülen bakire genç kızların kanı, ağza dolan kan, kusturan kan, baş döndüren kan, insanı kendisinden kaçırtan kan. Kandan geçilmez etraf, ama bir Tarantino filmi ayarında bir kan değildir bu, sadece ama sadece kandır. Üstüne boca edilmez, akar ve sen de sadece neden diye sorarsın. Buna verecek pek bir cevabın olmaz, çünkü her şey olması gerektiği gibidir. Kitapta dile gelen bunca kanın müsebbipleri “öyle olması gerekiyordu ve de öyle oldu” der gibi bizi kanla tanıştırırlar. Ama yine de üzgündürler, yine de suçluluk duygusu yakalarını bırakmaz. Bireysel olduğu kadar koca bir toplumun da geride bıraktığı, üstü örtülmüş koca bir cerahattir bu kandan geriye kalan. Kan artık irin olmuştur, sarı veya yeşil bir renge bürünmüş, katı ve kesif bir sıvıya dönüşmüştür.

Yunanistan’ın Arnavutluk ve kuzey sınırlarında Arnavut ve Vlah kültürlerinin dilsel ve mitsel etkilerinin de bol bol görüldüğü, sekizi düzyazı ve bir tanesi de halk şiiri formatında yazılmış toplam dokuz öyküden oluşan bu hikâyelerin coğrafyası Epir bölgesinden Küçük Asya’ya, İzmir’e, oradan da Şikago’ya dek uzanır. İtiraf edilmeyi bekleyen katliam anılarıyla, suçluluk duygusu, kan ve intikam arzusuyla dolu kitaptaki başlıca hikâyeler şunlardır: Örgülerini Keseceğim, Nişanlı, Gitme Zamanımız Geldi, Hoca Minareye Çıktığında, Cam Göz, Noker. Yunanca değil de yine Arnavutça bir başlık verilmiş ilk öyküde (Do t’a pres koçisidsete – Örgülerini Keseceğim) kız kardeşini tecavüz edip öldüren kişiyi bulmaya çalışan ve sonra da öldüren karakterin, kız kardeşinin katli ile Küçük Asya seferinde yaşananlarla bağ kurması, karakterin içsel mekanizmalarının insaniliğini vurgulamak açısından önemlidir:

“Küçük Asya’da başta arka cephedeydim. Bir süre sonra benim de bağlı bulunduğum bölüğü cepheye gönderdiler. Ama aklına kötü bir şey getirme. Türkler zaten kaçıyordu. Sadece orda burda birkaç tüfekli çatışmaya giriyorduk; geride kalan Türk çetelere denk geldiğimizde de pek ciddi bir tehlike yoktu. Yine de her şey çok vahşiydi. Türkleri civar mahallerden kovma emri almıştık, bu tarz şeyler de öyle aman efendim, canım efendimle olmuyordu. Sana şöyle diyeyim, gittiğimiz yerlerde taş üstünde taş bırakmıyorduk. Kimse sana orada ne olup bittiğini anlatamazdı Andoni ama sana şunu diyeyim, insan olduğumuzu hepten unutmuştuk. Bazen birliğimle yolumuz üstünde çevirdiğimiz insanlara bakıyorum, kendi gözlerimle şahit olduğum, başlarına gelen şeyleri düşününce tüylerim diken diken oluyor. Ama ben de hiçbir şey yapmadım mı? Bir tek, sadece hiçbir kadına el sürmedim, aklımdan geçmediği için değil ha, ama ne zaman kız kardeşim aklıma gelse, işte yapamıyordum.”[2]

Hikâyelerin hemen hepsi birinci tekil ağızdan, sözlü bir şekilde –bir kahvede oturup dinleyicisine hitap eden eski zaman “hikâye anlatıcılarının anlatması” gibi– doğrudan anlatılmakta ve vicdan, duygu çatışması karakterlerin en belirgin odak noktası olmaktadır. Bir tür itirafname gibi kurgulanmış hissi veren anlatıların sahibi Anadolu işgaline (Yunan tarih yazımında Küçük Asya seferi) katılan askerlerdir. Sefere katılan askerlerin bugünden geçmişe doğru uzanarak anımsayıp hatırladıkları anekdotlar kan, arzu, intikam, hasret, cinsellik ve şiddet gibi temaların etrafında dolanır. Böylelikle toplumsal geleneklerin onlara biçtiği roller ile bireysel beklentileriyle ortada kaldıkları bir yaşam içerisinde hayat mücadelesi verir kahramanlar. “Gitme Zamanımız Geldi” adlı öyküde ise anlatıcı Sefer’e katılan arkadaşını anlatır; İzmir’de tanıştığı âşık olduğu zengin bir kıza evlenme vaadinde bulunur. Savaş her şeyi altüst edince planlar da değişir. Bu arada adam başka biriyle evlenmiştir ve eskiden sevdiği kıza da daha sonra Kara Yunanistan’a gelen muhacirler arasında denk gelir. Sefer sadece Türklerle Yunanlar arasında trajik karşılaşmalara değil, Ege’nin iki yakasındaki Yunanlar arasında da trajik rastlaşmalara gebe olur.

Kitap boyunca kimi zaman kendilerinden beklenen rollere boyun eğip, kimi zaman da karşı çıkıp daha insani bir zeminde anlam arayan, yahut her şeyi bırakıp başka yerlere giden karakterlerle doludur öyküler. Geçmişi gömmek, unutmak, geride bıraktıkları acılara sırtını vererek yeni bir hayat, yeni bir yuva kurmak, yeni insanlar olmak… Ama her şey o kadar zordur ki! Bellek o kadar güçlü ve bastırılanın geri dönüşü o kadar çok şiddetlidir ki, tıpkı “Noker” adlı son hikâyede olduğu gibi Küçük Asya seferinde kadın, çoluk çocuk bir sürü kişinin kanına girmiş, öldürmüş anlatıcı Yunanistan’da rahat edemeyip, çok çok uzaklara, Şikago’ya gidip mezbahalarda hayvan öldürerek geçimini sağlamaya sığınır, ama yine de yeterli değildir geçmişin yükünü atmaya:

“Anlattıklarıyla dilimi yutmuştum. Haklıydı ama bunu çok da düşünmüyordum. Daha çok sabahın erken vaktinde kalkıp kahvesini içen, üstünü giyip dışarı çıkan, gittiği yerde eline verdikleri çekiçle gün batana dek sürekli dövmeye, öldürmeye başlayan bu kişi nasıl bir insan olabilirdi diye düşünüyordum. Sonra akşam olunca yeniden evine dönüp sofraya oturuyor, gazetesini açıp okuyor, ne isterse yapıyordu; kanlardan geriye kalan, vücuduna yapışmış pis koku onu rahatsız etmiyor, gün içerisinde öldürdüğü binlerce hayvandan yükselen iniltilere, seslere rağmen huzurlu bir şekilde evinde durabiliyordu. Ne zamandan beri bu işi yapıyordu? Aklıma bir tek bunu sormak gelmişti.”[3]

“Kan” gelenek ile sözlü edebiyatın modern bir zeminde buluştuğu, birbirinden farklı anlatılar olmalarına rağmen tematik bütünlükleriyle bir roman havası edinmiş hikâyeleriyle Yunan tarihinde yüzleşmesi zor bir döneme bakıyor. Haliyle vicdanıyla baş başa kalan, olan bitene, geçmişe ötekinin sesiyle ve bakışıyla bakan bir kitap “Kan”. Yunan toplumunda bu kadar çok okunmasında, edebi niteliğinin yüksek olmasının yanı sıra, Anadolu’da İzmir’in işgaliyle başlayan Yunan ordusunun işlediği suçları ve cinayetleri vicdani bir boyutla, herhangi bir politik kaygı gütmeksizin, tarafsızca, hamasetten ve yorumdan ciddi bir şekilde uzak, olduğu gibi, sade bir şekilde ele alması etkili olmuştur diyebilirim. Bu biraz da edebiyatın dönüştürme, seslendirme, bastırma mekanizmalarını yerle bir etme ya da tam tersi bastırma mekanizmalarını şaha kaldırma gücüyle de alakalı bir durum. Dönüştürüyor, hatırlatıyor, konuşuyor ve KONUŞTURUYOR!

Küçük Asya seferinin ya da Anadolu’nun Yunan tarafından işgalinin iki tarafta bıraktığı anılar bambaşka. Papamarkos’un kitabında 1922 çıkartmasında Yunan askerlerinin kurgu çerçevesinde de olsa bireysel tanıklıklarını okuruz. Tüm insani yönleriyle askerlerin iyi kötü, mazlum zalim terazisindeki sert salınımlarıyla verilmeleri, aynı dönemi işleyen Ercüment Ekrem Talu’nun, Yunanca kısa diyalogların da kullanıldığı Kan ve İman adlı milli romansını anımsatır.[4]

Burada da Kurtuluş Savaşı anlatılarının en eski örneği olarak, düzenli ordu öncesi dönemi ele alarak Türklerin Ege’de kurdukları gerilla milislerinin varlığını, din ile ulus arasındaki yakınlaşmayı yine bireysel arzu ve çıkmazlar üzerinden görme imkânına sahip oluruz. Burada da şehvet, yakma yıkmalar, isminden de anlaşılacağı gibi bolca kan vardır. 1922 tarihinin edebi anlatılar üzerinden, bir tarafta tarihî bir başarı, bir ülkenin küllerinden yeniden doğumu yatarken, diğer tarafta binlerce yıllık Yunan diyarı, Yunan ülküsü tarihin külleri arasında yerini alır. Hakikat tek biçimli olarak asla var olamaz. Konuşulanlar kadar konuşulmayanların da biçimlendirdiği, özünü ve merkezini sürekli kaydırdığı, dönüştürdüğü bir hakikatten bahsediyoruz. Bu hakikatin dile gelmesi, tarih “bilimi”nin edebiyata taş çıkartacak cinsten çarpıtma sanatına sahip belge-vesika fetişizmiyle duyguları, düşünceleri, arzu ve hülyaları olan, insan denen mefhumu kararttığı bir zemine dikkatimizi çeker. Haliyle bir kesim için hezimetle anılan bir dönemin aynı zamanda katliam, tecavüz ve benzeri insanlık suçlarıyla yeniden gündeme gelmesinin, elbette gerçek faillerin toprak altında olduğu hakikatini hiçbir zaman unutmadan, ciddi bir yüzleşme ve tanıklık imkânı sağladığını söylemek mümkündür. Edebiyat bu şekilde toplumsal vicdanlarda iz bırakmış kara lekeleri gündeme getirme ve belki de sadece anlatısal katharsisi değil ama aynı zamanda toplumsal bellekte yer etmiş rahatsız düşünce ve duygularla da yüzleşme imkânı sağlayarak kişiyi/toplumu gerçek bir katharsise ulaştıracak bir güce sahiptir. Ya da tam tersi, bunların hepsi hikâye zaten, ne konuşuyoruz ki denip edebiyatın toplumsal bir katharsis, arınma ve yüzleşme için araladığı kapı tekrardan kapatılabilir. Böylesi bir kapanmanın açılmadan çok daha zararlı olduğunu görmek için sadece bireysel travmaların getirdiği çöküntülere değil, toplumsal inkâr ve kapanmaların getirdiği çöküntülere de yeniden ama daha dikkatlice bakmak lazım.

Dolayısıyla Ege’nin iki yakasında hakiki bir yüzleşmeye yüzümüzü dönmek için şöyle de denilebilir: “Yunan Cephesi”nde yeni bir şey var!”. Artık darısı Türk edebiyatının başına!

 

NOTLAR


[1] Detaylı bilgi içi bkz: Herkül Millas, Yunan Ulusunun Doğuşu (İstanbul: İletişim, 1999), s. 87-122; Dimitri Kitsikis, Türk-Yunan İmparatorluğu, çev.: Volkan Aytar, (İstanbul: İletişim, 1996).

[2] Δημοσθένης Παπαμάρκος, Γκιακ (Atina: Αντίποδες, 2017), 16. Kitaptan alınmış parçaların çevirileri tarafımdan yapılmıştır.

[3] İbid, 112.

[4] Ercüment Ekrem Talu, Kan ve İman (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988).

 

GİRİŞ RESMİ:


24 Eylül 1922 tarihli Le Petit Journal adlı derginin "Küçük Asya'da Yunan bozgunu" alt başlıklı kapak resminden ayrıntı.