Ülkemizde daha çok bir ahlak teorisyeni olarak tanıdığımız Kant'ın kurduğu sistem aslında bir politika felsefesi de içerir mi? Kant Felsefesinin Politik Evreni kitabının yazarı Prof. Dr. Hakan Çörekçioğlu'na sorduk
22 Mart 2018 14:02
Çağdaş dünya politikaları söz konusu olduğunda, hep adı geçen, sıkça gönderme yapılan bir filozof: Immenual Kant. Modernitenin ortaya çıkışı, modern politika felsefesi, özellikle 1970’li yıllardan sonra kullanılmaya başlanan post-modernizm ve buna bağlı politikalar konuşulduğunda da mutlaka kendisine başvurulan Kant, günümüz dünyasında ekonomik krizler, uluslararası çatışmalar, uluslararası anlaşmalar söz konusu olduğunda daha da sık karşımıza çıkıyor. İster Kant’a karşı olsunlar ister Kantçı düşünme sisteminin içinde yer alsınlar, Hannah Arendt’ten, Habermas’a, Rowls’a, birçok önemli filozofun uğrak noktası Kant.
Ülkemizde daha çok bir ahlak teorisyeni olarak tanıdığımız Kant’ın kurduğu sistem aslında bir politika felsefesi de içerir mi? Kant’a bir politika felsefecisi diyebilir miyiz?
2017 kasım ayında Prof. Dr Hakan Çörekçioğlu tarafından derlenip dilimize çevrilen ve Kant Felsefesinin Politik Evreni adıyla basılan kitap, filozofun kurduğu sistemi, özgürlükler, düzen, devrim, barış, sivil itaatsizlik, kadın sorunları, ahlak-politika ilişkileri, tarih felsefesi gibi politika felsefesi kavramlarıyla ilişkilendirip anlamaya çalışan makalelerin yanı sıra, Kant’ın politika felsefesi açısından önemli bir metninin çevirisini de içeriyor. Yaşadığımız güncel politik sorunlara, güncelliğini kaybetmeyen bir Aydınlanma filozofunun önümüze açtığı düşünme olanaklarıyla bakmamızı sağlayan kitap hakkında, Prof. Dr. Hakan Çörekçioğlu ile konuştuk.
Kitabın giriş kısmında Liebman’dan alıntılayarak “O hâlde Kant’a geri dönmeliyiz” diyorsunuz. Nedir Kant’ı bu kadar güncel kılan?
Liebman’dan yapılan alıntı biraz da Kant’ın düşünce ve felsefe tarihi açısından önemine dikkat çekmek içindi. Kant sadece günümüz düşüncesini etkileyen bir filozof değil, daha yaşarken pek çok filozofa esin kaynağı olmuştur. Saf Aklın Eleştirisi yazıldıktan 10 yıl sonra dünya çapında şöhret olur. Hegel gibi 19’uncu yüzyıl filozofları bile, tüm eleştirilerine rağmen, kısmen Kantçıdırlar; daha doğrusu Kant’ın yarım bıraktığını düşündükleri şeyi, her ne kadar Kant’ın pek onaylamayacağı bir tarzda olsa da, tamamladıklarını iddia ederler. Şimdi aslında Kant inanılmaz analitik bir zekâ ve inanılmaz verimli bir filozof; doğa biliminden felsefî antropolojiye kadar neredeyse ilgilenmediği, üstüne düşünmediği bir alan yok. O açıdan Kant yorumlama imkânı son derece geniş bir felsefî miras bırakır. Kant’a yapılan en sıkı eleştiride bile en azından Kantçı bir eleştiri pratiği vardır. Kısacası, Kant hem yorumlamak ve etkilenmek hem de eleştirmek için inanılmaz verimli bir kaynak. Kant’ın farklı düşünme gelenekleri tarafından farklı şekillerde ele alınıp yorumlanması bununla ilintilidir. Kant’ı bir epistemolog, bir etikçi, bir metafizikçi, bir estetisyen, bir felsefî antropolog, bir politika filozofu veya bir kritisyen olarak okumak ve alımlamak mümkün.
Ama esas sorunuza, Kant’ın güncelliği meselesine gelirsek, Kant felsefesinin çağımız için, bana göre, en önemli yanı, modernite projesini bilimsel bir toplum projesi olmaktan çıkarıp politik bir proje hâline dönüştürmesidir. Kantçı modernite anlayışının merkezî kavramı da “eleştiri”dir. Kant toplum mühendisliği tarzında bir sosyal aydınlanmadan değil, politik bir aydınlanmadan bahseder. Politik olandan ise özgür vatandaşlar arasında kamusal alanda ortaya çıkan iletişimi, ortaklaşa tartışma ve uzlaşma pratiklerini anlar. Kant’ın eserleri üzerine sistematik bir okuma, Kant’ta teorik ilkeler kadar ahlak ve hukuk ilkelerinin de akıldan türetildiğini ama bunun söylemsel ve iletişimsel pratiklere bağlandığını gösterir. Aydınlanma Nedir’de aklın kamusal kullanımına yapılan vurgu bu bağlamda anlaşılmalıdır. Bütün bunlar bir politika filozofu olarak ele alındığı sürece, Kant’ı modern demokrasi tartışmalarında önemli bir pozisyona yerleştirir. Politik fragmantasyon döneminde yaşadığımızı göz önüne alırsak, Kant’ın düşüncesinin çağdaş politik sorunlarımıza, yani farklı perspektiflerin (isterseniz ideolojilerin de diyebilirsiniz), farklı dünya görüşlerinin veya kültürel geleneklerin bir arada yaşama sorununa alternatif bir çözüm sunduğunu söyleyebiliriz. Aslında Kant meselenin derinine iner. Farklı dünya görüşlerinin, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde, belli epistemolojilere ve metafiziklere, ontolojilere dayandığını, politik çatışmaların aynı zamanda epistemolojik ve metafizik çatışmalar olduğunu bize gösterir. Kant bu çatışmaları çözmek adına aklı yeniden yapılandırır; Kant’ın metafizik eleştirisi ve eleştirel akıl konsepti bu yapılandırmanın ürünüdür. Elbette aklı yeniden yapılandırma projesi moderniteyi politik bir aydınlanma olarak yeniden yapılandırma projesiyle iç içe geçer.
Kant felsefesinin çağımız için, bana göre, en önemli yanı, modernite projesini bilimsel bir toplum projesi olmaktan çıkarıp politik bir proje hâline dönüştürmesidir.
Kant için bir politika felsefecisi denilebilir mi? (Sanırım sizin iddianız biraz bu yönde.) Kant felsefesine bu yönüyle bakmak bize ne kazandırır, önümüze nasıl olanaklar açar?
Evet, kelimenin tam anlamıyla aynı zamanda bir politika felsefecisidir; hatta bir adım daha ileri gidip Kant’ın bütün projesinin politik bir boyut taşıdığını söyleyebiliriz. Şimdi elbette şu noktaya dikkat etmek gerekir. Politika felsefesi dediğimiz zaman, daha çok klasik politika felsefecileri olarak adlandırılan filozofların eserlerine bakarız; bu eserlerde işlenen temalara dayanarak politika felsefenin ne olduğuna karar veririz. Kim bu filozoflar veya teorisyenler? Daha çok modern sözleşme teorisyenleri, yani Hobbes, Locke, Rousseau, daha ileri gitmek isterseniz Rawls. Sözleşme geleneği içinde yer almasalar da, Platon ve Aristoteles de bizzat politika felsefesine ayrılmış eserlerinden dolayı politika filozofları arasına dâhil edilir. Bu filozofların eserlerine bakarak bir filozofu politika filozofu olarak kabul etmek için, mesela deniyor ki, bir sözleşme teorisinin, bir mülkiyet teorisinin, bir devlet teorisinin ve bir vatandaşlık teorisinin olması ve bütün bu spesifik teorilerin de sistematik bir çatı altında toplanması gerekir. Bu kriterlere göre, Kant’ta böyle teoriler olmadığı, sadece bölük pörçük ifade edilen politik içerikli düşünceler olduğu söyleniyor. Buradan hareketle ya Kant’ın bir politika filozofu olmadığı iddia edilmiştir ya da Kant’ın felsefesini, kendi sistematiği içinde yeniden yapılandırarak Kant’tan bir politika felsefesi çıkartabileceğimiz iddia edilmiştir. Elbette bu yeniden yapılandırma çabası son derece makul ve verimli; benim de Kant ile ilgili bazı çalışmalarımda benimsediğim bir yöntemdir. Ama Kant’ın yukarıda bahsettiğim teorileri içeren bir eseri olmadığı iddiası, her şey bir yana, elimizdeki veri ile uyuşmuyor. Bununla Kant’ın kısa politik yazılarını ama daha çok Ahlak Metafiziği adlı eserini kastediyorum –Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi değil- zira ilki kadar ünlü olmadığı için ortalama bir okuyucu tarafından birbirine karıştırılabiliyor. Bu eser Adalet Teorisi ve Erdem Teorisi olmak üzere iki ana bölümden oluşur. Burada Kant’ın bizzat kendisi tarafından kaleme alınmış bir vatandaşlık teorisi, bir sözleşme teorisi, bir devlet teorisi ve bir mülkiyet teorisi bulabilirsiniz. Ama Kant bu teorileri söz konusu eserde ayrıntılı bir şekilde kendi düşünme sistematiği içinde yerleştirmez, daha çok ima yolunu tercih eder. Bu sistematiği kurmak okuyucuya kalır.
Gelelim ikinci noktaya; Kant’ın projesinin yani teorik felsefesinin ve ahlak felsefesinin politik bir boyut taşıdığı iddiasına. Elbette bu iddia, politikayı ve politik olanı nasıl tasarladığımıza veya nasıl kavramsallaştırdığımıza bağlı. Kant politikayı bir yönetme meselesi olarak görmediği gibi politik olanı da çatışma veya savaş gibi kavramlar üzerinden anlamaz. Politika felsefesi geleneğinde Kant aslında Aristoteles’in bir takipçisidir. Aristoteles’in insanı politik bir hayvan ama aynı zamanda konuşan bir varlık olarak tanımladığını biliyoruz. Bu tanımlarda Grek’in aktüel demokrasi pratiğiyle uyum içinde, politika ile konuşma arasında bağ kurulur. Tahmin edilebileceği gibi konuşma, politik sorunların çözümü için çatışmayı değil, barışçıl bir yolu tercih etmek anlamına gelir. O hâlde burada politik olan açık bir şekilde barış, iletişim, tartışma, söylem ve kollektivite gibi kavramlar üzerinden tanımlanır. Kant için de aynısı geçerlidir. Bunun en açık örneği Kant’ın aklın kamusal kullanımı, dünya barışı ve aklın mahkemesi gibi kavram ve tanımlarıdır. Söylem, iletişim, tartışma ve kollektivite gibi kavramlar veya bunlara işaret eden tanımlamalar, Salt Aklın Eleştirisi’nden kategorik imperatif temellendirilmesine kadar Kant’ın bütün felsefesine nüfuz etmiştir. Örneğin teorik aklın eleştirisini ifade etmek için kullanılan “aklın mahkemesi” şeklindeki tanımlama, ilk bakışta politika felsefesiyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen Saf Aklın Eleştirisi’nde yer alır. Ve kitabın analiz yöntemine işaret eder aynı zamanda. Zira Saf Aklın Eleştirisi söylemsel ve tartışmacı bir tarzda kaleme alınır. Filozof isimleri fazla zikredilmez ama farklı düşünceler, iddialar ve teoriler birbiriyle iletişime sokulur. Daha da önemlisi, eserin sonunda teorik ve pratik sorunlarımızda yol haritası olarak kullanacağımız akılsal ilkeleri temellendirme meselesi, ortaklaşa yapılan kamusal tartışmalara bırakılır. Aynı tanım Kant’ın ahlak felsefesinde de karşımıza çıkar, bu noktada kategorik imperatifin gerçekleşme koşulu iletişime bağlanır. Bu bakımdan Kant belki de ilk politik etik teorisyenidir diyebiliriz. Kant’ın bir bütün olarak eleştirel projesinin aynı zamanda politik bir boyut taşıdığını söylerken bütün bunları kast ediyorum. Yalnız muhtemel bir yanlış anlamanın önüne geçmek için şunu belirteyim. Örneğin, Saf Aklın Eleştirisi’nin veya Ahlak Felsefesinin Temellendirilmesi’nin bir politika felsefesi eseri olduğunu söylemiyorum, sadece politik bir boyut barındırdığını söylüyorum.
Sizi bu bu derlemeye götüren temel motivasyon ne oldu? Neyi amaçladınız?
İlk baskısı 2010 yılında çıkan, şimdi Ayrıntı Yayınları’ndan Güçlü Ateşoğlu’nun editörlüğünde yeni baskısı elinizde bulunan bu derleme, Kant’la ilgili uzun bir araştırma döneminin yan ürünüdür. Böyle bir derleme ve çeviri çalışmasına girişmemin temel nedeni Kant’ın Türkiye’de bir epistemolog ama daha çok bir ahlak felsefesicisi olarak ele alınmasıydı. Oysa Kant’ın düşüncesi özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra politik düşünceye önemli ölçüde yön vermiştir ve Kant’ın politika felsefesi özellikle 80’li yıllardan sonra Kıta Avrupası ve Anglo Sakson dünyada önemli akademik araştırma konularından biri hâline gelmiştir. Elbette Kant’a bu şekilde yeniden dönülmesi, Kant’ın çağdaş politik problemlerimize ışık tutmasıdır. Dolayısıyla bizde bu konuda bir eksiklik olduğunu düşünmem bu derlemenin temel motivasyonuydu. Ama şimdilerde ülkemizde bu konuda birçok lisansüstü çalışma yapıldığını ve yapılmakta olduğunu biliyorum ve bu derlemenin de buna katkısı olduğunu umut ediyorum.
Biraz da kitabın içeriğinden bahsedersek, elimizdeki derlemede yer alan yazıları hangi perspektif ya da amaçla bir araya getirdiniz, nasıl ve neye göre bir seçki yaptınız?
Yukarıda da değindiğim gibi, bu eserde hem Kant’ın politika felsefesi hem de eleştirel projenin politik boyutuyla ilgili olan makaleler bulunmakta. Bu makaleler daha çok belli bir problematik üzerinden ilerliyor ve Kant’ın düşüncesini güncel politik sorunlarımızla ilişkilendiriyor. Kant’ı sadece olumlayan değil, aynı zamanda eleştiren makalelerin olmasına da özen gösterdim. Ama eleştiren makalelerin bile, Kant’a bir şekilde geri döndükleri veya Kant düşüncesini verimli bir kaynak olarak kullandıkları okurların gözünden kaçmayacaktır.
Kant’ın düşüncesi özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra politik düşünceye önemli ölçüde yön vermiştir ve Kant’ın politika felsefesi özellikle 80’li yıllardan sonra Kıta Avrupası ve Anglo Sakson dünyada önemli akademik araştırma konularından biri hâline gelmiştir.
Kitabın başında bir Kant metni çeviriniz var. Bu metin daha önce Türkçede yayınlandı mı? Bu metnin Kant felsefesi açısından önemi nedir?
Araştırdığım ve bildiğim kadarıyla, daha önce Türkçeye bir çevirisi yapılmamış. Bu nedenle ilk olma özelliğini taşıyor. Ama bu çevirinin diğer bir özelliği de tarafımca eklenen açıklayıcı dipnotlar içermesi. Diğer sorunuza gelirsek, Kant’ın bu yazısı onun politika felsefesinin âdeta bir özeti niteliğindedir, dolayısıyla Kant’ın politika felsefesini anlamak açısından oldukça önemlidir. Metnin diğer bir özelliği de Kant’ın politika felsefesi ile sisteminin diğer ögeleri arasında bağlantı kurmamıza olanak tanıyan ipuçlarını içermesidir.
Sizin ilk makalenizde vurguladığınız gibi, Kant’ın öncelikli kavramlarından biri “otonomi.” Bu kavramı açar mısınız biraz? Bu kavram, Kant'ın politika konularına ilişkin görüşlerine nasıl yansıyor?
Şimdi Kant’ın epistemolojisinden ahlak felsefesi ve politika felsefesine kadar bütün spesifik teorilerinde otonomi kavramı bir şekilde karşımıza çıkar. Kant’ın otonomi anlayışının en önemli özelliği dolayım ve karşılıklılık ilkesine dayanmasıdır. Kant için en genel anlamıyla otonomi, hem dış dünyanın hem de diğer öznelerin dolayımına ihtiyaç duyar. Bu bakımdan, mesela Kant’ta epistemolojik özne Kartezyen monolojik özneye benzemez. Ben bilincinin tesis edilmesi dış dünyadan gelen veriye ihtiyaç duyar. Bu öznenin ileri dereceden temellendirilmesi kamusal alanda ötekiyle karşılaşmasına bağlanır. Otonomi aynı zamanda Kantçı eleştirinin de merkezinde yer alır. Kant’a göre, akıl eleştirisinin kendisine referansla yapılacağı ilke, akla dışsal gönderim noktalarından, mesela arzularımız, ihtiyaçlarımız veya eğilimlerimizden veya aşkın ve doğaüstü bir ilkeden çıkamaz. Akıl kendi eleştirisini içkin bir tarzda kendi kendine yapmalıdır, yani akıl eleştiri faaliyetinde tam otonom olmalıdır. Ama Kant böyle bir eleştirinin en iyisiyle kendi kendine sayıklama, en kötüsüyle yüzme bilmeden suya atlamak olduğunu fark eder. Bu nedenle eleştirinin kamusal olması gerektiğini düşünür. Bu, bendeki aklın ötekinin aklı ile eleştirilmesi demektir; akıl öznelerarası yani tür olarak bütün insanların paylaştığı bir yeti olduğuna göre, ortaklaşa yapılan kamusal eleştiri aslında aklın kendi kendini eleştirmesi ve bu eleştiride otonom olması demektir. Ahlak felsefesinde, insanın ne kendini ne başkasını araçsallaştırması gerektiği söylendiğinde ise otonomi ilkesi karşılıklılık ilkesi zemininde kategorik imperatifin merkezine yerleşir. Politika felsefesinde ise bu ilke sözleşme teorisinin kategorik imperatife dayandırılmasında karşımıza çıkar. Buradan hareketle Kant vatandaşların özgürlük, eşitlik ve bağımsızlığını politik bir topluluğun kurucu ilkeleri olarak tasarlar. Bu bağlamda Kant için devletin öncelikli görevi ne mülkiyeti korumak ne de güvenliği sağlamaktır, Kant’ın tanımıyla söylersek, “insanlardan oluşma bir topluluk olarak” devletin öncelikli amacı, özgürlüğü ve eşitliği, karşılıklılık ilkesi üzerinden, garanti altına almaktır. Dikkat edelim, devlet bu şekilde tanımlandığında, bu tanımdan özgürlük ve eşitliğin sadece otoriteler tarafından tanınması gerektiği sonucu çıkmaz, aynı zamanda vatandaşların da karşılıklık ilkesi üzerinden birbirlerinin otonomilerini tanıması, hak ve özgürlüklerine saygı göstermesi gerektiği sonucu çıkar. Kısacası, politika felsefesinde otonomi ilkesi ile Kant hem Locke tarzı liberal bir devletle arasına mesafe koyar hem de Hobbes tarzı otoriteryen bir devlete karşı çıkar.
Kant’ın epistemolojisinden ahlak felsefesi ve politika felsefesine kadar bütün spesifik teorilerinde otonomi kavramı bir şekilde karşımıza çıkar. Kant’ın otonomi anlayışının en önemli özelliği dolayım ve karşılıklılık ilkesine dayanmasıdır.
Giriş makalesinde Kant’ın “...kendi sisteminden kaynaklanan birtakım tutarsızlıklar ve gerilimler” ürettiğini söylüyorsunuz. Nedir bu gerilimler? Bunun hem Kant felsefesi hem de günümüzde Kant felsefesi üzerine yapılan çalışmalar açısından ne gibi sonuçları olmuştur?
Bu sorunun cevabı fazla akademik olabilir ama kısaca şöyle söyleyebiliriz; en temel gerilim fenomen-numen ayrımındadır ve bu ayrımın bir uzantısı olan akıl ve beden, özgürlük ve determinizm sorununda kendini gösterir. Ama buradaki söyleşi konumuzla ilgili olarak konuşursam, temel gerilimlerden biri Kant’ın devrime ilişkin birbiriyle çelişen düşünceleridir. Fransız Devrimi şiddet içerdiği, dolayısıyla kategorik imperatifle çeliştiği için bir yandan yerilir, diğer yandan moral ilerlemede, otonomi ve özgürlük yolunda büyük bir adım olarak övülür. Başka bir gerilim, emeğini satanlar ile kadınların oy hakkından yoksun bırakılmasıdır. Oysaki Kant epistemolojik demokrasi projesiyle (bilgi ve düşünme yetileri bakımından herkesi eşitlemek demektir bu) tek tek herkesin ahlakî, hukuksal ve politik eşitliğini temellendirmeye çalışır. Elinizdeki derlemede bu gerilimleri inceleyen makaleler bulunmakta. Ama şunu belirtelim, Kant’ın kendisi bu gerilimlerin farkındadır ve farklı bağlamlarda bu gerilimlere birer cevabı da vardır. Aslına bakarsak gerilimlerin bazıları da Kant’ın düşünme tarzıyla ilişkili değildir sadece, bazı gerilimlerin konusu olan şeylerin kendisi zaten gerilimlidir. Böyle durumlarda gerilime yönelik çözümünüz bir uca meyletmeyi gerektirebilir, bu nedenle daima eleştiriye açık kalır. Mesela başka bir örnek bağlamında açıklamaya çalışayım: Bilindiği gibi, Kant’ın ahlak felsefesi ahlakî eylemde pathosu yani arzu, tutku, sevgi ve ihtiyaç gibi şeyleri tümden devre dışı bırakır. Bu nedenle Kant çok eleştirilmiştir ve bu eleştiri Schiller’e kadar geri gider. Bilirsiniz, Schiller der ki, “arkadaşıma onu sevdiğimden dolayı iyilik yapıyorum, ama bu yüzden Kant benim ahlaklı olmadığımı söylüyor, buna acayip içerliyorum.” Tabi Schiller böyle söylemez, şiirsel olarak daha güzel formüle eder, ama söylediği budur. Ancak Kant mesela Schiller’e yanıldığını söyleyebilir, Kant birini sevdiğiniz için ona iyilik yaptığınızda sizi kınamaz. Kant’ın derdi başkadır. Kant birini sevmediğim zaman bile ona ahlaklı davranmamın, onun otonomisine saygı göstermemin koşulunu arar. Politika felsefesine geldiğimizde Kant’ın bu anlayışı daha fazla önem kazanır, zira Kant arzu, ihtiyaç ve eğilimlerin doyumu üzerinden kurulan bir iktidarın tam bir baskı ve atalet sistemine dönüşebileceğini, böyle iktidarlar altında artık vatandaştan değil, tebaadan söz edileceğini düşünür. Ama şunu da belirtelim: eğer ihtiyaç bir otonomi sorunu, yani bir özgürlük ve eşitlik meselesi hâline gelirse Kant’ın ahlak ve politika felsefesi sosyal devletin de altına imza atar. Belki sadece bu örnek bile Kant felsefesi üzerine hâlâ neden çalışıldığını özetler.
Eğer ihtiyaç bir otonomi sorunu, yani bir özgürlük ve eşitlik meselesi hâline gelirse Kant’ın ahlak ve politika felsefesi sosyal devletin de altına imza atar. Belki sadece bu örnek bile Kant felsefesi üzerine hâlâ neden çalışıldığını özetler.
Kant’ın getirdiği öncelikli yenilik Copernicuscu bakışla özneyi, başka bir deyişle “ben”i vurgulaması. Kant bu özneyi daha sonra “biz”e, oradan da “bütün insanlığa” taşıyarak kurduğu sistemin merkezine oturtur. Bu merkezî öge kategorik imperatife, politika felsefesine ve tarih felsefesine nasıl bağlanır?
Bir kere Kant kelimenin tam anlamıyla moderndir. İnsana ve insanın kurucu yeteneğine güvenir. Bilgi alanından eylem alanına kadar her yerde insanın kendi kendini yönetmesi gerektiğine inanır. Ama Kant öyle bir dönemde yaşar ki yaşadığı dönem tam bir kriz dönemidir. Bunu Aydınlanmanın ya da modernliğin ilk krizi olarak adlandırabiliriz. Bugün modernliğin postmodernizm adı altında tanımlanan kriziyle son derece benzerdir. Bir yandan, Rousseau ile birlikte modernlikten ve kültürden duyulan bir hoşnutsuzluk ve şüphe var. Diğer yandan, bu hoşnutsuzluktan beslenen geleneğe ve dine geri dönelim çağrıları ve misolojinin atağa geçişi var. Mesela Herder, Burke ve Jacobi. Öte yandan, özellikle Almanya’da ötekinin hak ve özgürlükleri adına kamusal alanda ilk defa görünür oluşu var. Kastettiğim öteki en önemli entelektüel temsilcisi Moses Mendelssohn olan Yahudiler. Şimdi aslında bu tam bir parçalanma dönemi. İşte, bu kriz karşısında Kant bilgi alanından, ahlak ve politikaya kadar uzlaşmanın imkânını göstermeye çalışır. Bunun için aklın yetilerini tüm insanlığın ortaklaşa paylaştığı öznelerarası yetiler olarak temellendirir. Böylece Kant bu parçalanma ve farklılaşma karşında ortak olanın önemine gönderme yapar. Kategorik imperatif, insanlığı “hem kendi şahsında hem de başkasının şahsında bir araç olarak görmeyip kendinde bir değer olarak, tek tek herkesi tıpkı kendin gibi saygı talep eden bir özne olarak gör” formulasyonuyla uzlaşmanın yolunu arar. Aynı bakış açısı Kant’ın politika felsefesine de yansır. Zira Kant politik toplumu kuran sözleşmenin temeline kategorik impreratifi yerleştirir. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu hamle hem anayasanın kurucu ilkerini hem de vatandaşların birbirlerine karşı eylem ilkelerini karşılıklı özgürlük, eşitlik ve otonomi olarak belirler. Öte yandan, Kant sözleşme teorisinde asla genel iradeden bahsetmez, Kant için toplumu kuran sözleşmenin temelinde birleşmiş irade yatar. Bu sözleşme teorisi açısından önemli bir noktadır. Zira birleşmiş irade nosyonunda sözleşmenin tarafları arasında mesafe korunur, bu mesafe sadece kamusal eleştiriye imkân tanımakla kalmaz aynı zamanda tarafların her birinin hem bireyselliğini korur hem de onların uzlaşma imkânına işaret eder. Bu mesafe nosyonu aynı zamanda fark kategorisini de içerir. Bu en açık bir biçimde, Kant’ın kategorik imperatife uygun düşünme maksimi ve aynı zamanda iletişim maksimi olarak adlandırdığı “kendini başka herkesin yerine koyarak düşün” ilkesinde karşımıza çıkar. Bu ilke başkasının perspektifine yerleşerek düşünmek anlamına gelir. Başkasının perspektifine de ancak onunla konuşarak yerleşebiliriz. Bu konuşma vasıtasıyla kendi bireysel yargılarımızdan sıyrılarak meseleye başkasının iddialarından, taleplerinden, beklentilerinden, onun farklı yargılarından hareketle bakabiliriz. İşte, bu tür eleştirel ve karşılıklı perspektif değişimiyle, Kant farklılıklarımızı dışlamadan uzlaşmanın imkânını gösterir. Ben’den Biz’e geçmekle kast edilen şey bireyselliğim içinde ortak olanı görmemdir. Ama bunun gerçekleşmesi de ifade özgürlüğünün ve özgür bir kamusal alanın tesis edilmesine bağlıdır. Bu nedenle Kant kalem özgürlüğü olarak adlandırdığı ifade özgürlüğünü “hakların biricik güvencesi” olarak tanımlar.
Tarih felsefesi açısından ele alırsak, Kant ilerlemeci gibi görünür ama ilerlemeyi bir varsayım olarak alır. Varsayımsal tarih nosyonu bir kez daha kurucu öznenin bir edimine işaret eder. Burada artık söz konusu olan şey, tarihi daha iyi bir geleceğe doğru yol alıyormuş gibi, yani karşılıklı özgürlük ve otonomi yolunda bir ilerlemeymiş gibi okuma ve yorumlama etkinliğidir. Kant tarihin aslında parçalanmış olduğunu, homojen ve sürekli ilerleyen bir süreç olmadığını bilir, ama tarihi daha iyiye ilerliyormuş gibi kurgulamanın eylem için motivasyon sağlayacağını düşünür. Kant için tarihi ilerlemeyen, kötülükten ibaret bir süreç olarak okumak, daha iyi bir gelecek umudunu kaybetmek anlamına gelir ki umudun olmadığı yerde ne ahlakî eylemden ne de politik eylemden bahsedebiliriz. Bu durumda geleceği daha iyiye doğru dönüştürmek imkânsız hâle gelir. Evet, tarih bir trajediden ibaret olsa bile, bu trajedinin asla sona ermeyeceğini, sürekli tekrar edeceğini düşünmek tarihi ucuz bir komediye dönüştürür. Oysa Kant için tarih, baskı, tahakküm ve şiddetin tarihi olarak komediye dönüştürülemeyecek kadar ciddidir.
Kant’ın kategorik imperatife uygun düşünme maksimi ve aynı zamanda iletişim maksimi olarak adlandırdığı “kendini başka herkesin yerine koyarak düşün” ilkesinde karşımıza çıkar. Bu ilke başkasının perspektifine yerleşerek düşünmek anlamına gelir. Başkasının perspektifine de ancak onunla konuşarak yerleşebiliriz.
Völker Gerhardt’ın kitaptaki makalesi Kant’ın Ebedi Barış taslağı üzerine. Kant’ın bu metninin politika teorisi bakımından önemi nedir?
Gerhardt’ın makalesi Ebedi Barış üzerine çok önemli bir yorum ve bu yorum Kant’ın eserleri arasında sistematik bütünlük kurarak ortaya konuluyor. Bir kere makale Kant’ın düşüncesinde barış ile politika arasındaki bağı çok açık bir şekilde gösteriyor. Bana sorarsanız, makalenin temel erdemi, Kant’ın Ebedi Barış’taki politika tanımına getirdiği açıklama. Kant burada politikayı “uygulamalı hukuk öğretisi” olarak tanımlar. Gerhardt bu tanımlamada, pozitif hukukun politik eyleme dayandırıldığını söyler. Bu oldukça önemli bir açıklama, zira Kant’ın barışı hukuka dayandırdığı, politikayı hukuka indirgediği iddiasını geçersiz kılar. Dikkat edelim, Kant “uygulamalı hukuk” demez, “uygulamalı hukuk öğretisi” der. Yani Gerhardt’ın belirttiği gibi, olan bir hukuktan değil olması gereken bir hukuktan, aklın özgürlük ve eşitlik gibi taleplerinden çıkan bir hukuktan bahseder. O hâlde politika, pozitif hukuku demokratik hâle getiren eylemdir. Başka deyişle, hukuk politikadan önce gelmez, tam tersine politika hukuktan önce gelir ve demokratik bir hukukun gelişimi politik eylemin otonomisine bağlanır. Buradan Kant’ın politikaya otonom bir varlık alanı tesis ettiği sonucuna kolaylıkla ulaşabiliriz. Günümüzde politikanın otonomisini kaybettiği, politik sorunlarımızın ahlak ve hukuka başvurarak çözümlendiği yönünde temel bir yakınma vardır. Kant bu konuda da bize ışık tutabilir.
Yazar makalesinin girişinde Marx ve Nietzsche gibi filozofların adını anarak günümüzde politikanın doğasına ilişkin yanılgılardan söz eder, nedir bu yanılgılar?
Bahsedilen yanılgılar politikanın kamusallık, iletişim, tartışma ve uzlaşma ile bağının kopartılması ve politik olanın çatışma veya savaştan hareketle tanımlanmasıdır. Biliyoruz, Marx kamusal alanı burjuva ideolojisinin yalanı olarak görür. Nietzsche major politika olarak tanımladığı şeyi epistemolojik bir devrim olarak tasarlar ve bunun büyük bir kaosla başarılacağını iddia eder. Zaten Nietzsche uzlaşmayı seven bir filozof değildir, “hayvanlar arasında olmak insanlar arasında olmaktan daha iyidir” gibi ifadeleri vardır. Oysa biliyoruz ki tartışmanın, uzlaşmanın veya barışçıl bir uzlaşmamanın kendisinden çıkabileceği kamusal alan, her şeyden önce insanların diğeriyle karşılaşma alanı, diğerine görünür olma alanıdır. Yanılgıya düştüğü iddia edilenlere Carl Schmitt’i de ekleyebiliriz. Zira Schmitt politik olanı dost-düşman dikotomisiyle tanımlar ve savaşı politikanın aracı olarak görür. Elbette “insan insanın kurdudur” diyen Hobbes’u ve onun otoriteryan modern devletini de unutmayalım. Gerhardt’ın açıklamayıp ima ettiği yanılgılar bunlar. Elbette yazar yukarıdaki iddiasında şu temel gizli öncüle dayanıyor: Bildiğimiz gibi, politika kavramı Grekçe’den gelme, dolayısıyla ortada bir fenomen var ve bu fenomene antik Yunanlılar politika adını vermişler ve onun ortaya çıktığı yer de site (polis). Sitede ise ne olduğunu biliyoruz: Tartışmacı ve doğrudan demokrasi, politik bir topluluk var. Modernlikle birlikte bir yandan politikanın yönetme sanatı olarak tanımlanması, diğer yandan politik olanın çatışma ve düşmanlık gibi kavramlarla açıklanması, politikanın asli anlamından ve pratiğinden uzaklaşılmasına neden olmuştur. Bu süreç politika kavramının dejenerasyonu olarak da yorumlanabilir. Yanılgılar olarak adlandırılan şey budur.
Tarih bir trajediden ibaret olsa bile, bu trajedinin asla sona ermeyeceğini, sürekli tekrar edeceğini düşünmek tarihi ucuz bir komediye dönüştürür. Oysa Kant için tarih, baskı, tahakküm ve şiddetin tarihi olarak komediye dönüştürülemeyecek kadar ciddidir.
Kant’ın hukuk ve politikayı, politika ve ahlakı kendi ilkeleri doğrultusunda içeriden birbirine bağlaması ne demektir? Yazar bu sayede “politika transandantal bir ilke” kazanmıştır der, neyi amaçlamıştır Kant?
Ahlak, politika ve hukukun içeriden birbirine bağlanması demek, iyi, ortak iyi ve adaletin, insanın diğer insanlardan ve yönetimlerden bizzat akıl sahibi, düşünen bir varlık olması bakımından talep ettiği şeyler olduğunu söylemektir ve aynı zamanda bu taleplerin tüm farklıklarına rağmen bütün insanlar tarafından anlaşılabilecek ve onaylanabilecek talepler olduğunu söylemektir. Çünkü bu talepler transandantaldir, yani bir tür olarak insanın ortaklaşa paylaştığı antropolojik ve fenemonolojik akılsal yetilerle ilişkilidir. Transandantal ilke çok tartışılmıştır, metafizik bir ilke olduğu yönünde çok eleştirilmiştir. Ama Kant için o, bir fenomen olarak aklın ve düşünmenin işleyişi ile ilgilidir; farklı kullanımları tarihsel ve kültürel gelişmenin basamaklarında gelişen antroposa ait bir yetenektir. Örneğin, Kant dilin ve konuşmanın başlangıcını veya icadını transandantal ilkenin gelişiminde en önemli adımlardan biri olarak görür. Kant için kamusallık ilkesi de transandantaldir. Bu bağlamda o, benim benden tamamen farklı bir gelenekten geleni, benden tamamen farklı bir dil konuşanı, benden tamamıyla farklı bir kültürel mirasın taşıyıcısı olanı anlamamın öznelerarası koşuludur. Hatta bizden yüzlerce yıl önce yazılmış metinleri çevirebilmemizin ve anlayabilmemizin, bu mânâda, mesela Aristoteles’le iletişime geçebilmemizin koşuludur. Tam olarak sorunuzu cevaplarsam: politikaya transandantal ilke kazandırmak demek iletişim, konuşma ve anlamanın nasıl mümkün olduğunu göstererek politika yapmanın koşulunu inşa etmek demektir.
Ebedî barış hem uluslararası düzlemde hem de içeride yer alan çatışmaları gideriyor mu? Kant’ın “barış” sözcüğüne günümüz için nasıl bir anlam yüklenebilir? Kant için, “savaş karşıtıdır” diyebilir miyiz?
Kant’ın ebedî barışla kastettiği şey dünya barışıdır ve Kant için o yine aklın bir idesi olarak yönlendirici bir idealdir. Daha realist düzlemde Kant devletler arasında gevşek bir birleşme olan federasyonu önerir. Ama böyle bir birliğin kolayca dağılacağının da farkındadır; bu yüzden Kant’ın esas alternatifi federatif dünya cumhuriyetidir. Aslında burada Kant politika felsefesinde izlediği yolu izler. Dünya barışı, çatışmanın ortadan kalkması demek değildir, çatışmaların uzlaşmayı amaçlayan diyalog ve iletişim süreçleriyle çözülmesidir veya şiddete başvurmadan çözümün ertelenmesidir. Bu ise uluslararası bir kamusal alanın ve iletişim mekânlarının tesis edilmesini gerektirir. Gerek iç gerek dış barışı, güç ve tahakküm üzerinden ya da totaliter sistemlerde olduğu gibi kaynaşma üzerinden de kurabilirsiniz. Ama Kant için bu tür barışlar sadece otonomi ve özgürlük kaybıyla sonuçlanmaz, politikanın imkânını da ortadan kaldırır. Bu yüzden Kant mesela dünya barışı için tek bir dünya devleti seçeneğine şiddetle karşı çıkar. Ancak Kant şuna da değinir: dünya barışı, içte demokratikleşme olmadıkça dünya çapında da gerçeklik kazanamayacaktır.
“Kant savaş karşıtı mıdır” sorunuza gelince, şunu söyleyebiliriz: Savaş Kant’ın önerdiği bir yol değildir, çünkü ona göre çatışmaları çözümlemenin daha barışçıl bir yolu vardır. Bu yolun ne olduğunu biliyoruz: politika. Politikanın da savaşla ilgisi yoktur. Kant için savaş (krieg) ve politika (politik), kelimelerin farkından da anlaşılabileceği gibi iki farklı fenomendir. Kant öyle optimist falan değildir, insanın öyle doğası gereği iyi olduğunu, savaşların tamamen tarih sahnesinden silineceğini falan düşünmez. İnsan denen odundan düz bir kalas yaratmak zordur, diyen Kant’tır. Ama bu görüşü onu bir dünya barışı umut etmekten alıkoymaz. Bunun gerekçelerine zaten değinmiştim. Öte yandan Kant için savaş açıklanması gereken tarihsel bir gerçekliktir ve bu açıklamasında Kant savaşların insanın özgürleşmesine belli ölçüde katkı sağladığını iddia eder. Ama savaşlar yüzünden tarihin büyük bir yangın yerine dönüştüğünü söyleyen de Kant’tır. En nihayetinde, Kant insanın kültürel bir varlık olarak savaşmaktan ziyade konuşması gerektiğini, çatışmaktan ziyade politika yapması gerektiğini düşünür. Ve insanlık için daha ahlaklı savaşlar temenni eder.
Politikaya transandantal ilke kazandırmak demek iletişim, konuşma ve anlamanın nasıl mümkün olduğunu göstererek politika yapmanın koşulunu inşa etmek demektir.
Pierre Hassner “Ahlak ve politika ilişkisi” başlıklı makalesinde, Kant’ın politika felsefesini “hukuk vasıtasıyla barış” olarak özetliyor. Bu, Kant’ın politika felsefesi için yeterli bir tanım mıdır?
Bu görüş yukarıda açıkladığım Gerhardt’ın Kant yorumunun tam karşıtı bir yorum, ama benim fikrimi sorarsanız, Hassner’in yorumu benim çok fazla kabul edeceğim bir okuma değil. Barış, Kant için en nihayetinde demokratik yaşam tarzıyla ilgili bir şeydir. Hukuku demokratik kılmanın yolu da politikadır. Öte yandan Kant’ın felsefesinden ve kavramlarından hareketle şu sonuca da ulaşabiliriz: Hukuk kendi içinde de içtihat yoluyla demokratikleşebilir. Ama bunun için hukukun prosedürel olarak demokratik bir işleyişe sahip olması gerekir. Bununla kast ettiğim şey, kamusallığın gittikçe genişlediği, dolayısıyla yapısı gereği politik olan bir içtihat. Üst mahkemelerden uluslararası mahkemelere kadar uzanan ve her adımda daha fazla ve daha farklı bakış açılarını ve yorumları içererek kamusallığı genişleten bir hukuk sistemi. Tekrar edersem, böyle bir içtihat işleyişi gereği politiktir.
Kitapta dikkat çekici bir makale de Susan Mendus’un, Kant’ın kadınlara bakışını ele aldığı, biraz da haklı olarak belli bir öfkeyle yazıldığını düşündüğüm makalesi. Bugün Kant’a bu açıdan ne söylenebilir? Mendus’un iddia ettiği gibi, Kant dar kafalı bir burjuva mı?
Aslında makalesinde Susan Mendus söylenebilecek her şeyi söylüyor. Elbette Kant’ın kadınlar hakkındaki olumsuz ifadeleri bugün üzerinde konuşulmaya bile değmez. Ama şimdi ben burada bir Kant eleştirisi üzerinden kadınlar adına konuşma hadsizliğine düşmek istemiyorum. İzin verirseniz, Mendus’un makalesinde kalayım sadece. Mendus son derece ikna edici bir biçimde Kant’ın kadınlara ilişkin yaklaşımını eleştiriyor ama aynı zamanda önemli bir şey söylüyor. Evet, Kant kadınlar hakkındaki olumsuz ifadelerinde kendi sistemi ile tutarsızlığa düşüyor, burada kısmen dar kafalı bir burjuva, ama buna rağmen, Kant’ın kendisi değilse bile felsefesinin sistematiği feminist teoriye verimli bir kaynak olarak hizmet edebilir. Bu noktada, Kant dar kafalı bir burjuvayı aşıyor. Kant’ın araçsallaştırmama formülasyonu “benim bedenim ve benim kararım” ilkesinin (bu ilke Mendus’un “kendinin sahibi olma ilkesi” olarak adlandırdığı şeyin farklı bir ifadesidir) gidebileceği uç noktalara ve bu ilkenin kapitalist liberalizmle girebileceği gizli ittifaka meydan okumak açısından önemli bir işleve sahip. Elbette bu ilke belli bağlamlarda, özellikle geleneksel toplumlarda, son derece meşru ve etkili bir mücadelenin çıkış noktası olabilir ama belli bağlamlarda kadının köleleştirilmesi adına da kullanılabilir. Bu iddia bana ait değil, bizzat feminist bir yazar olan Susan Mendus’un iddiasını aktardım sadece.
Onun kadınlar için söyledikleri ahlak ilkeleriyle çelişmiyor mu?
Kant’ın epistemolojik demokrasi projesiyle, karşılıklı otonomi ve öznelerarasılık zemininde temellendirdiği ahlak ilkesiyle düpedüz çelişiyor. Tek kelimeyle Kant burada tutarsız.
Kadınlara doğaları gereği bağımsız olamazlar diyerek onlar için gelecekte açılması olası bütün kapıları da âdeta kapatıyor. Bu bana “fıtratı öyle” söylemlerini hatırlattı. Ne dersiniz bu konuda?
Ne denilebilir ki, saçma. Ama tabi aynı zamanda Kant’ta bile bu tarz bir söyleme rastlamak erkek egemen düzenin ne kadar derinlere işlediğini görmek açısından önemli. Ama sevinebiliriz, tarihsel gerçeklik ve örnekler bu tarz özcü iddiaları çoktan yalanladı ve meselenin ideolojik olduğunu gösterdi.
Kant’ın epistemolojik demokrasi projesiyle, karşılıklı otonomi ve öznelerarasılık zemininde temellendirdiği ahlak ilkesiyle düpedüz çelişiyor. Tek kelimeyle Kant burada tutarsız.
Kitapta yer alan “Kant’tan bir sivil itaatsizlik teorisi türetmek mümkün mü?” başlıklı sizin ikinci makaleniz üzerine konuşalım biraz. Gerçekten de her türlü itaatsizliği ve başkaldırıyı yasaklayan Kant’ta bir “sivil itaatsizlik meşruiyeti” aramak aklınıza nasıl geldi? Kant’ta “sivil itaatsizlik” için meşru bir dayanak var mı?
Şimdi bunu iddia eden ilk kişi ben değilim ya da benzer bir temayı inceleyen ilk kişi değilim, ben daha çok o yazıda meseleye Kant’ın düşüncesinin sistematik bütünlüğü içinde bir cevap aramaya çalıştım. Aslında sivil itaatsizlikle ilgili herhangi bir kitabı okuduğunuzda Kant’a yapılan referanslar veya imalar böyle bir konu üzerinde düşünmenize olanak tanıyor zaten. Bana sorarsanız, Kant’ın itaatsizliğe ilişkin kendi ifadelerinden sivil itaatsizliğe onay çıkmaz, ama Kant’ın düşüncesinden çıkar. Kant’ın politika ile şiddet arasında yaptığı keskin ayrım, otonomi anlayışı, uygulamalı hukuk öğretisi olarak politika anlayışı, birleşmiş irade olarak sözleşme nosyonu ve kamusallık ilkesi sivil itaatsizliğe meşru dayanaklar sağlar. Zira sivil itaatsizlik hukuk dışı olan ama şiddet içermeyen ve kamusal onaya açılmış bir eylemdir. Bu tarz bir okuma filozofa söylemediğini söyletmek demek değildir; bana göre, filozofla diyaloga girmektir, yani ona kendi çağınızdan, kendi durduğunuz yerden soru sormak ve onun kendi düşünce sistematiği içinde bir cevap aramaktır. Felsefe tarihi açısından bu tarz okumaların daha verimli okumalar olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak, son söyleyeceklerinizi alabilmek için, başa dönme pahasına yeniden sorayım: Bugün yeniden ve yeniden Kant’a dönmeli miyiz? Bunu onda ne bulma umuduyla yapabiliriz?
Kant modernitenin ilk krizinde düşünen ve yazan bir filozof olduğu için örneğin bize Aristoteles’ten çok daha yakındır. Başka deyişle, bizim bugün etik, politik, hukuksal, hatta ekolojik problemlerimiz şu veya bu şekilde Kant’ın da problemleriydi ve biz bu problemleri anlamak ve onlara deva olmak için Kant’tan önemli ölçüde faydalanabiliriz, ama tabii sorunlarımızı şiddete, yasağa ve baskıya başvurmadan çözmek ve çözüm çabalarımızda insana ve bir tür olarak insanın ortak yeteneklerine güvenmek ve dayanmak istiyorsak.