Herodot’la Yolculuklar, Ryszard Kapuscinski’nin muhabirlik yaptığı yıllar boyunca ona yoldaşlık ve kılavuzluk etmiş, "bilge Yunanlım" dediği Herodot'a ithaf ettiği bir teşekkür metni
19 Şubat 2015 13:06
Öndeyiş: 2009 yılı. Krakow, Polonya Edebiyatı Tercümanları II. Dünya Kongresi. Polonyalı bir kadın gazeteci, Bozena Dudko, benimle ısrarla görüşmek istemişti. Son gün, konferanslar arasında ayaküstü kısa bir görüşme yapmıştık. Bozena Dudko, 2007’de ölen Ryszard Kapuscinski adına verilen gazetecilik ödülünün sekreterliğini yürütüyordu, Polonyalı ünlü meslektaşının ve ustasının geleneğini yaşatma işini görev edinmişti; yanında bir de, yanlış hatırlamıyorsam, Ryszard Kapuscinski Vakfı’ndan bir kadın daha vardı. Kapuscinski’nin iki kitabının mutlaka, ama mutlaka Türkçeye çevrilmesi gerektiğini anlatıyorlardı. Bunlardan ilki, dilimize ta 80’lerin sonunda çevrilmiş Şahların Şahı’ydı. Bunu anlamıyordum; o kitabı öğrencilik yıllarında okumuştum ve kanımca – hâlâ da o kanıdayım – iyi bir çeviriydi. Ama onlar Türkçeye yapılmış çevirinin sansürlenmiş İngilizce çevirisinden yapıldığını, kitabın orijinalinden çıkarılmış bölümleri bana göndereceklerini söylüyorlardı – ki gönderdiler de… İkinci kitap, Herodot’la Yolculuklar’dı. O son gün otele geç bir saatte döndüm, sabah erken saatte de uçağım vardı; Herodot’la Yolculuklar komodinin üzerinde Bozena Dudko’dan bir notla beni bekliyordu. Bu kitabın çevirisini üstlenmem ricasını tekrarlıyordu kadın gazeteci; Türk okuyucusunun ilgisini çekebileceğinden bahsediyordu, çünkü sonuçta “bizim oralıydı” Herodot…
Herodot’un kendisi sadece Halikarnaslı olduğunu söyler. Halikarnas, yumuşacık ve amfiteatr şekilli bir körfezde, dünyanın, Asya’nın batı kıyısının Akdeniz’le buluştuğu güzelim bir yerindedir. Bu güneşin, sıcaklığın ve ışığın, zeytin ve üzümün ülkesidir. İnsanın aklına ister istemez, orada doğmuş birinin doğası gereği iyi bir yüreğe, açık fikirliliğe, sağlıklı bir bedene ve duru bir ruh haline sahip olması gerektiği geliyor.
Herodot’la Yolculuklar, Ryszard Kapuscinski’nin ölümüne çeyrek kala yayınladığı son kitaplarından biri. Özde, yurduna uzak ülkelerde muhabirlik yaptığı uzun yıllar boyunca ona yoldaşlık ve kılavuzluk etmiş bir ustasına ithaf ettiği bir teşekkür metni: Rehberimdi benim deneyimli, bilge Yunanlım. Yıllar yılı beraber gezdik. Gerçi bir başına seyahat en iyisidir, ama sanırım birbirimize rahatsızlık da vermedik – bizi birbirimizden iki buçuk bin yıl ve bir de benim saygımdan ileri gelen başka tür bir mesafe ayırıyordu; Herodot başka insanlara karşı hep sade, içten, yumuşak başlı birisi olmuş olsa da, ben hep sanki bir devle yarenlik ediyormuşum gibi hissediyordum.
Herodot, Justin Marozzi’nin – hoş bir tesadüf eseri yine bu yakınlarda Türkçeyle buluşmuş – Tarihi İcat Eden Adam - Herodotos'la Seyahatler kitabının sırf başlığıyla bile işaret ettiği gibi, kimileri için “tarihin babası” sayılır, ama onu tarihçiden saymayan ve hatta bir yalancı, intihalci olduğunu ileri sürenler de olmuştur – Herodot Tarihi ’ni Türkçeye çeviren Müntekim Öktem, yine kendisi tarafından kaleme alınmış Önsöz’de bu eleştirilere kısaca değinmektedir. Öktem’in Herodot’ta gördüğü bir özellik, yani onun “olayları içinden gören duygulu bir gazete yazarı” oluşu, herhalde Kapuscinski için hepsinden önemlisidir; zira o da onun “safkan bir muhabir” olduğuna vurgu yapar. Aslında Tarih başlığının işin özünü es geçtiğini düşünmektedir: O tarihlerde Yunanca “istoria” sözcüğü daha çok “araştırmalar” ya da “soruşturmalar” anlamına geliyordu ve bu tanımlama yazarın niyet ve hedeflerine herhalde daha bir uygundu. Yani o, sonradan âlimlerin asırlarca yaptıkları gibi, arşivde oturup da akademik bir eser yazmamış, ama tarihin her gün nasıl olmakta olduğunu, insanların onu nasıl yarattıklarını, yönünün nasıl olup da sıklıkla onların çabalarına ve beklentilerine zıt olduğunu anlamak, öğrenmek ve yazmak istemişti.
Yine de, her zaman olduğu gibi, sorulması gereken sorular var: Kapuscinski’nin Herodot’u kendisine bir çeşit üstat olarak seçmesi için, onun “safkan bir muhabiri” andırıyor oluşu yeterli gerekçe midir? Yani meslek yaşantısının daha ilk basamaklarında olan bir Kapuscinski, herhalde kendisine üstat belleyebileceği, daha yakınından başka “safkan muhabirler” de bulabilirdi. Acaba Herodot’ta onu asıl cezbeden şey neydi? Kanımca bu, benim “arı hümanizma” diyebileceğim bir şey… Zira şunu çok net görüyorum ki henüz suni bir Doğu-Batı ayrımının olmadığı, bugüne kıyasla çok daha küçük bir dünyanın insanı olarak Herodot, konukluğa gittiği başka kültürlerin insanlarına önyargısız yaklaşmış, onları hasbelkader içinde doğmuş olduğu medeniyetin – Yunan medeniyetinin – değerler dünyasının terazisine vurmadan anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Daha Türkçesi: Birine sadece Skyth’li ya da Pers olduğu için zorba demez, eylemi gerçekten zorbalıksa zorba der ya da tersine, Yunanlıyı sırf Yunanlı olduğu için yüceltmez. İşte Mısırlıların Zeus’a kurban etmeye yeltendikleri, ama sonra onların binlercesini öldürüp ellerinden kurtulan Herakles için yazdıkları:
“Bence böyle bir hikâye, Yunanlıların Mısırlılar ve onların yasaları hakkında hiç bir bilgileri olmadığını gösterir. Dinleri, temiz olmak şartıyle, domuz, öküz ve danadan gayrı hayvanların kurban edilmesini yasak etmişken, nasıl olur da insan kurban edebilirler? Ve gene kendi dediklerine göre, bir ölümlü olan Herakles, nasıl olur da bir başına binlerce düşmanı öldürür?”
Roma’da tümüyle kamufle olduğunu düşündüğü bir anda bile kendisine başka bir dünyanın insanı olduğunu hissettiren bakışları hayal kırıklığıyla fark etmiş genç Kapuscinski, Herodot’un bu insani yaklaşımına herhalde çok ihtiyaç duymuştu. Şöyle: Bir zaman geçtikten sonra insanların, artık yeni bir takım elbisem, kar gibi bembeyaz bir de İtalyan gömleği ve en moda olanından puanlı bir kravatım olmasına rağmen, bana baktıklarını fark ettim. Dış görünüşümde ve hareketlerimde, oturma ve hareket etme biçimimde nereden geldiğimi, hangi farklı dünyadan olduğumu açık eden bir şeyler vardı yine de... Beni öteki olarak gördüklerini hissetmiştim ve burada, mucizevî Roma göğü altında oturduğum için sevinmem gerektiği halde, keyfim kaçmış ve rahatsız olmuştum. Takım elbiseyi değiştirmiş olsam da, beni şekillendiren ve işaretleyen şeyi onun altında gizleyememiştim. İşte sonunda muhteşem olmasına muhteşem, ne ki bana onun içinde bir yabancı parçacık olduğumu hatırlatan bir dünyadaydım.
İşte, ben burada ne yazacağımı tasarlarken, melek gibi bir kızı hunharca katletmişlerdi ülkemde… Herodot’un binlerce yıl önce yazılmış kitabında bile kınadığı bir vahşetle…
Kapuscinski, kendi ihtiyaç duyduğu şeyi başkalarından esirgemez ve ustasından miras edindiği bu insani yaklaşımı devam ettirir ve hatta çok daha da ilerilere götürür. Ve bu sayede, hayranlık duyduğu Doğu ülkelerinin dillerini ve kültürlerini bilmese bile (gerçi bir ara Doğu dilleri öğrenmeye de heveslenmiş, ama bunun bir ömür istediğini anlayıp peşini bırakmıştır), o kültürlerin ve dillerin sıradan uzmanlarının sezebileceklerinden daha çok şey sezmeyi başarır. Anlattığı bir sahne hep aklımda kalacak: Hindistan’da Sealdah Garı ve orada ölümü bekleyen iç savaş kaçkını mülteciler ve sel mağdurları… Bir kadıncağızın pişirip yemek için çıkardığı bir avuç pirinç, açlıktan kırılan çocukları bir mıknatıs gibi kendisine çeker; çocuklar o kadar açtırlar ki kadının avucuna büyülenmiş gibi bakmaktan kendilerini alıkoyamazlar, buna rağmen kadının üzerine atılmak, birazcık da onlara versin diye dilenmek… Hayır, bunlardan hiçbirini yapmazlar… Sadece öylece dikilirler.
“Çünkü, bu çocuklara aşılanmış bir şey var, açlıktan daha güçlü bir şey…”
Artık Doğu ve Batı diye ayrılmış bir dünyanın insanı olarak Kapuscinski’deki sezgi gücünü, Avrupa’nın dış semtlerinde bırakılmış bir az Doğulunun daha Doğuluya bakışındaki empatiyle açıklamak mümkün olsa bile, Kapuscinski’de bunun aynı zamanda bir sınıf bilincinden ileri geldiği de vurgulanmalıdır. Soğukta yalınayak gezen çocuklara karşı bir “kardeşlik hissi” duyar, çünkü – der – ayakkabı konusuna hafif takıntım vardır. Ki bu takıntı ta savaş zamanlarından, işgal yıllarından kalma bir şey. 1942 kışının yaklaştığını, benimse ayağımda ayakkabı olmadığını hatırlıyorum. Eskileri lime lime olmuştu, anneminse yenilerini alacak parası yoktu.
Son deyiş: Justin Marozzi kitabını Bodrum’dan başlatır, Kapuscinski ise orada bitirir. Bu son bölüme, yine gelişmiş sezgilerinin bir kerameti midir bilmiyorum, “Karanlıkta dikiliyoruz, ışıkla çevrelenmiş” başlığını vermiştir... Gittikçe daha fazla öyle olduğumuzu hissediyorum. İşte, ben burada ne yazacağımı tasarlarken, melek gibi bir kızı hunharca katletmişlerdi ülkemde. Herodot’un binlerce yıl önce yazılmış kitabında bile kınadığı bir vahşetle… En samimisinden bir itiraftır ki bu, bazen boşa okuyup yazdığımı düşünüyorum. Karanlıkta dikiliyorum, ışıkla çevrili…